Yeni Şeyler

Keşfettiğim, hayıflandığım, bildiğim ve zannettiğim şeyler üzerine ...

Tue

16

May

2023

Bir Varmış Bir Varmış

Ev vardı. Halının üstünde, masanın altında oynanırdı. Kimsenin bilmediği kuytuları-köşeleri vardı. Salonda birkaç divan, halılar için gırgır vardı. Divanların üzerinde minderler, halıların altında muşamba vardı. Ortasında kışın soba, yazın boşluk vardı. Duvarda rahmetlinin fotoğrafı, geyikli halı, sarkaçlı saat vardı. Masa saatindeki tavuk kafasını sallardı. Radyo hep açık olur, televizyon ısınınca açılırdı. Kenarda bir dikiş makinesi, üzerinde modeller vardı. Yatak odaları salona bakar, hem yatılır hem kalkılırdı. Misafir odası pırıl pırıl, her zaman kapalıydı. Mutfak yemek kokar, buzdolabı buz-gürültü yapardı. Balkonda çamaşırlar-çocuklar sarkardı. Kömürlükte fareler-canavarlar yaşardı. Yorganlar her sabah kaldırılır, her akşam çıkarılırdı. Yastıklar uzun-sert olur, hep güzel kokardı. Canavarlar geceleri yatağın altına saklanırdı. Ama daha onlar yetişemeden uyku gelir kalırdı. Kimse kimseyi uyandırmaz, kendi kendine kalkılırdı. Sucuktu, yumurtaydı, peynirdi, kahvaltı vardı, Soba vardı, sabah üzerine oturulur sonra yakılırdı. Soba gece söner, ama ağır yün yorganlar vardı. Gırgırın üzerinde ata, dikiş makinesinin ayağında trene binilirdi. Halıların- mozaiklerin desenlerinden hikayeler çıkardı. Kağıtlar vardı, yazılır-çizilir uçak-şapka yapılırdı. Baba vardı, sabit, her şeyin kenarında-kıyısındaydı. Anne vardı, hareketli, her şeyin içinde-ortasındaydı. Abi, abla, kardeş vardı. Sevilir, kavga edilir, oynanır, kıskanılırdı. Evlere gitmeler gelmeler vardı. Erkeklerin sigaraları-çayları, kadınların darılmaları-konuşmaları, çocukların paşa çayları, saçlarına dökülen limon kolonyaları vardı. Gençlere nasihatler, arada bakışmalar-gülüşmeler, sonunda sıkılmalar-bunalmalar vardı. Akan-kokan borular, bitmez tamiratlar vardı. Her baharda temizlik, eşyaların yer değiştirmesi vardı. Herkes bir ucundan tutar, çocuklar ayaklara dolanırdı. Her gün-ay-mevsim her şey yeniden çatılırdı. Ev vardı ve hayat içinde koşardı.

 

Dışarısı vardı. Oyunlar, oyuncaklar, oyuncakmışlar vardı. Misketler, futbolcu kartları, gazoz kapakları vardı. Hep bir yerlerde inşaat, inşaatta kum tepesi, kum tepesine atlamalar vardı. Bahçeler vardı, meyveler sarkardı. Bazıları meyvelerini verir sevinir, bazıları meyvelerini saklar kızardı. Seyyar satıcılar, köfteler, limonatalar vardı. Kıymaları eşek etinden, limonları kirli ayaklarından, çocuklara alınmazdı. Renkleri sarı-soluk halk sağlığı merkezi, halk kütüphanesi, halk eğitim merkezi vardı. Şehri bölen tren yolu, istasyonda gar gazinosu, gazinonun önünde ayakkabı boyacıları vardı. Ayakkabılarını boyatan afili-bekar amcalar, amcalarla bakışan dul-geçkin teyzeler vardı. Gökyüzü vardı, bazen masmavi, bazen gri kuşanırdı. Mevsimler vardı, terlenir, üşünür, tiril tiril dolaşılırdı. Bisikletler, aynaları, yandan binmeleri vardı. Yokuş aşağı hız yapılır, yokuş yukarı taşınırdı. Bakkallarda teneke kutularda bisküviler, kasaplarda hayvan kelleleri vardı. Terziler gözlük takar, berberler at yarışı oynardı. Kırtasiyeler gazete satar, gazetelerin üzerinde babaların isimleri yazardı. Haberlere hızlı hızlı, yazarlara yavaş yavaş bakılırdı. Kuponları kesilir, kalanıyla camlar parlatılırdı. Parklar, çekirdeği bardakla satanlar, yerlerde çekirdek kabukları vardı. Büyüklere kola, çocuklara bazen gazoz vardı. Boş arsalar vardı, arsalarda karpuz sergileri açılırdı. Camiler vardı, yaşlıları gizlice sigara içer, göstere göstere abdest alırdı. Dışarda ablalar vardı, abileri beklerdi. Abiler vardı, ablaların ardından koşardı. Pazar vardı, çocuklar su satar, alınanları taşırdı. Polisler vardı, biraz korkutucu uzaklardı. İtfaiyeciler vardı, üniformaları kıpkırmızı ışıldardı. Yollar vardı, çukurlarla eğri büğrü dolanırdı. Kaldırımlar vardı, yamuk-yumuk taşlı-topraklıydı. Futbol vardı, stada gidilir, bağırılırdı. Hakem yuhalanır, rakip takımın aile künyesi sayılırdı. Kol kola girip limonata köfte alınırdı. Dışarısı vardı ve hayat içinden akardı.

 

Okullar vardı. Bir teneffüste yan sınıftakilerle kavga edilir, öbüründe birlikte maç yapılırdı. İyi çocukların yakalları bembeyaz yumuşak pamuktan, kötü çocukların yakaları koyu gri kartondandı. İyi çocuklar önde oturur, harita odasında dolanırdı. Kötü çocuklar arkada oturur, cezada tek ayakta kalırdı. Öğretmenler vardı, eskimiş elbiseleriyle çoğu kızgın bakardı. Ama bazıları gülümser, çocukların kafasını okşardı. Okumayı öğrenenler kurdele takar, hava atardı. Herkes kurdele takınca hava atma işi kolluklara kalırdı. Trafik kolundakiler okul çıkışı düdükleriyle arabaların önüne çıkardı. Köşedeki büfede şekerli leblebi tozu, sigara şekilli sakız ve plastikten ıvır-zıvır vardı. Dönem ödevleri vardı, ansiklopedi kuyruğuna girilir, renkli kapak sayfaları yapılırdı. Saçını kestirmeyenlere tren yolu açılır, kafalarda bit aranırdı. Büyünür, erkekler kartlaşır, kızlar kilo alırdı. Disiplin vardı, adı kendisinden fazlaydı. Okulların bandoları vardı. Erkekler borazan, kızlar trampet çalardı. Majör havalı, bayrağı taşıyan sırıktı. Bir sürü bayramda yağmur-çamur demeden uygun adım marş yapılırdı. Para varsa büfeden ayran-simit alınır, yoksa alanlara bakılırdı. Herkes aynıymışçasına sandıktan atlar, oturan adam çizer, blok flüt çalardı. Yanık seslilere aynı şarkı okutulur, sesi kötüler ritim tutardı. Kızların soyunma odası olur, sınıf erkeklere kalırdı. Uzun eşek oynanır, voleybolda top yâre atılırdı. Edebiyatçı ağdalı, matematikçi gıcık, bedenci arkadaş canlısıydı. Edebiyatçıyla kitap konuşulur, matematikçiyle zeka yarışı, bedenciyle bilek güreşi yapılırdı. Hocalar asla yenilmez, ceketler iliklenir, efendi kalınırdı. Ama tuvaletler tütün kokar, yeter miktarda kavga-alım-çalım yapılırdı. Üniversiteler vardı. Hey şey anlaşılır-kurtarılır, sonra bir bakışa her şeye yeniden başlanırdı. Üniversitelerin diplomaları, diplomaların iş-güç telaşı vardı. Başlayan her şey sonlanırdı. Okullar vardı ve hayat köpürüp coşardı.

 

İş-güç vardı. Sınavlar vardı, dayı-hemşeri aranırdı. Kütüphanelerde sınavlara çalışılırdı. Diğerlerine bakılırdı, ya sevinilir ya da kıskanılırdı. Telefonlar vardı, sıkıla sıkıla para aranırdı. Söz bu defa daha çok çalışılırdı, en zor sınavlar kazanılırdı. Kapının açıldıkları dayısı olanlardı. Kapıda bekleyenler haksızlığa uğrayanlardı. Bazen kapılar bırakılır baba evine varılırdı. Bazen kapılar tekmelenip devrimlere taşılırdı. Bazen karaaşırı, bazen denizaşırı kaçılırdı. Eninde sonunda bir kapıdan alınır, bir yerden başlanırdı. İçerde adımlar önce ürkek, sonra pek bir efe atılırdı. Erken nostaljiler yapılırdı. Gelememişler aranıp anılırdı. Sonra hepsi bıkakılırdı. Gelebilmişlerle yeni dünyalar çatılırdı. Alışılır-karışılır, küsülür-barışılırdı. Büyüyünce, büyüdüğünü sanınca başka yerlere bakılır, sıçrayıp zıplanırdı. Masaların genişliği artar, gelebilmişlerin sayısı azalırdı. Sıçrayıp zıplama sonlanır, yapacak daha iyi bir şey kalmazdı. Sonra etrafa bakılır, takıp takıştırılırdı. Bir toplama veya bir düşe bir hayat alınıp satılırdı. Nişanı kız tarafı, düğünü erkek tarafı yapardı. Mobilya-beyaz eşya, araba-eve yazılırdı. Başka biri olunur, olmayanlara şaşılırdı. Sonra bebek sesiyle bir perde aralanırdı. Sabahlanırdı, güce-kudrete şaşırılırdı. Evde çocuk, dışarda meşgale vardı. Çocuklara önce dışarısı, sonra okullar vardı. Okulların faturaları, faturaların ödeyenleri vardı. Ödeyenlerin çok işi, az zamanı vardı. İnsanlar azalır, herkes kendi telaşındaydı. Bayramda gelip gitmeler, televizyonda diziler, çocukların sınavları vardı. Çocuğa iş-güç, iş-güce dayı-hemşeri lazımdı. Otomatikleşseler de kapılar yine kapıydı, çoğu kapalıydı. Yine de eninde sonunda bir kapı açılır, bir yerden başlanırdı. Çocuklar gider, işler sonlanırdı. Ev ıssızlaşır, edi-büdü birbirine kalırdı. Fotoğraf albümler çıkarılır, eskiler silinip yıkanırdı. Biraz evde kalınırdı. Sonra evin etrafında son bir tur atılırdı. Ayakkabılar bir fakir alsın diye eşiğe bırakılırdı.

 

 

Önce ölüm yoktu, hayat vardı. Sonra ölüm vardı, hayat vardı. Sonunda ölüm vardı, hayat yoktu. Aslında var vardı, yok yoktu. Bir vardı bir yoktu değil, bir vardı, hep vardı. Ev, dışarısı, okul, iş-güç dediğin de önce yola çıkıp, sonra geldiğin yere varmaktı.

 

2 Comments

Sat

25

Mar

2023

Seviyor-Sevmiyor

Bir tarafta; her bulutlu havada şemsiyenizi yanınıza alıyorsanız, karşınıza çıkan her insanı ilk görüşte tanıyorsanız, yol ayrımlarında hep aynı tarafa gidiyorsanız muhafazakarsınız. Her bulutlu/bulutsuz havada ya yağmazsa/yağarsa deyip şemsiyenizi yanınıza almıyor/alıyorsanız, karşınıza çıkan her insanı merakla süzüp altından ne çıkacağını heyecanla bekliyorsanız, yol ayrımında ayrımın ortasına çömelip ne yapacağınızı kara kara veya beyaz beyaz düşünüyorsanız muhafazakar değilsiniz.

 

Diğer tarafta; her bulutlu havada şemsiyenizi unutmamaya gayret gösterip bunu bir mıh gibi aklınızda tutuyorsanız, karşınıza çıkan her insanı yaratılanı severim yaradandan ötürü deyip her şekilde bağrınıza basıyorsanız, yol ayrımlarında aslolan menzile varmak değil yolun kendisidir deyip hep aynı yola revan oluyorsanız da muhafazakarsınız. Ve her bulutlu havada bir ergen sorumsuzluğuyla ıslanırsam birinin şemsiyesine salça olurum deyip şemsiyesiz/ yüksüz takılıyorsanız, karşınıza çıkan her insanı fırsat belleyip bundan bana ne çıkar deyip tartıya vuruyor ve ona göre davranıyorsanız, yol ayrımlarında da aynı tartıyı ayrımın ortasına kurup pragmatik karar süreçleri falan işletiyorsanız da muhafazakar değilsiniz.

 

Ama; her bulutlu havada gökyüzüne bakıp-dalıp-arayıp yanınızda olan veya olmayan şemsiyenizin varlığını unutuyorsanız, karşınıza çıkan her insanı kendiniz gibi bakan-dalan-arayan ve bütünün parçası olarak görüyorsanız, yol ayrımlarında da yol yok yürümek var ve her yol aynı yere çıkar deyip yolda daha neler varı söylüyorsanız o zaman insansınız.

  

Çünkü sonunda ölüp gidiyorsunuz, titrlerinizi bırakıyorsunuz, uykudan uyanıyorsunuz, geldiğiniz yere dönüyorsunuz ve sonuçlardan değil süreçlerden hesap veriyorsunuz.

 

0 Comments

Wed

25

Jul

2018

Nasihatli Masal

Doğal olarak İsveçli bilim adamlarının yaptığı ve insanî niteliklerdeki yüzyıllık değişimi konu alan bir araştırma; insanların gölgesinden korkan, babasına güvenmeyen ve çocuğunu kıskanan can sıkıcı sopalık bir mahlukata evrildiğini ortaya çıkarmıştır. AB’nin hayvancılığı geliştirme fonundan alınan bir hibeyle bu dönüşümün nedenleriyle alakalı bir proje başlatılmış; kısaca sığır diye adlandırılan bu insan müsveddeleriyle otantik insanları karşılaştırıp sonuçlarından da bu utanılası halin kaynağını keşfedecek bir metodoloji geliştirilmiştir. Otantik insanların bulunması için üç aşamalı bir arama-bulma-şaşırma survivorı organize edilmiştir. Görsel otantikliği bulmanın hedeflendiği ilk aşamada; türlü folklor kurslarından çağrılmış bir grup dadaş, gakkoş, kabadayı, keko, kızan, seymen, uşak ve yiğido türlü testlere sokulmuşlardır. Testler sonucunda otontik olma ile kıyafet arasında anlamlı bir ilişki bulunamamış, ayrıca deneklerin hepsinin kariyer kaygıları ve zenginleşme hayallerine sahip seri üretim mamulleri olduğu ve folklor kursuna da networking ve antidepresan amacıyla katıldıkları anlaşılmıştır. Kızanların hayli esmer olmalarına rağmen mütemadiyen çocukken sarışın-maviye çalan gözlü olduklarını söylemeleri; seymenlerin de kökenlerini rızkı Allah’tan bilen esnaf teşkilatı Ahiliğe bağlamalarına rağmen ömür boyu iş garantisi peşindeki memurlar olması dikkat çekmiştir. Hassaten uşakların ”deliye yatıp akıllıları oynatma” gibi bir kurnazlık becerisine sahip olmaları, kıyafet-karakter etkileşimi hakkında çarpıcı ufuklar açmış olsa da görsel otantikliği bulma amaçlı ilk aşamanın başarısızlıkla bittiği sonucuna varılmıştır. İşitsel otantikliğin hedeflendiği ikinci aşamada; türlü amatör korolardan derlenen kalabalık bir denek grubu teste sokulmuş; bunların yöresel tavır ve üslubu başarıyla taklit ettikleri, ancak türkülerin neden bahsettiğini anlamadıkları ve hatta türküleri gayet çağdışı buldukları fark edilmiştir. Yapılan detaylı kovuşturmalar sonucu bu işe yaramazların; torunlarına bakma işinden tüymüş emekli amcalar ve teyzeler olduğu, ayrıca hazır tuvali boyama marifetiyle kestirmeden ressam olma kurnazlığına soyundukları ve çakma tablolarını ona-buna hediye edip biteviye takdir talep ettikleri tespit edilmiştir. Böylece bu aşama da el elde baş başta bir pozisyonla nihayetlendirilmiştir. Son umut kapısı olarak başlatılan tatsal otantiklik konusunda ise bir sürü yöresel yemek ve kebap salonunun kapısı çalınmıştır. Buralarda kendilerini gurme olarak tanıtıp ıssız adam ayaklarına yatan protein yoksunu kavruk patronların; vücutlarını tuhaf pozisyonlara sokarak gördükleri her tabağa tuz-biber-kekik serpiştirdikleri ve en çok ciro yaptıkları Arap turistlerin arkalarından da ileri geri konuştukları gözlenmiştir. Ayrıca bu işletmelerde baklavaya bezelye unu, bala glikoz, peynire nişasta ve zeytinyağına da palm yağı katıldığı söylentilerinin ayyuka çıktığı; lakin otantiklikten beş kuruş çakmayan müşterilerin mekânda çektirdikleri otantik fotoğraflar karşılığı yolunmaya hazır oldukları şeklinde örtük bir mutabakatın olduğu belirlenmiştir. Buralarda, şahlıktan şahbazlık makamına ermek için kırsal süsü verilmiş bir dizi garsonun kullanıldığına da tesadüf edilmiş, yapılan hayret dolu yakın çekimlerde garson olarak kullanılan ze(rza)vatın yukarıda bahsi geçen folklorcular olduğu anlaşılmıştır. Yöresel gece diye lanse edilen etkinliklerde de yine zikredilmiş koroların türkü söyledikleri, üstelik koro üyeleriyle folklorcuların Anadolu Yanardağı adlı ve çok geniş kadrolu bir çalgı-çengi performansını çakma gurmelerin bıçak kıyması şovuyla birlikte planladıkları anlaşılmış; bunun üzerine bu ensest ilişkilerden iyice bıkılıp proje iptal edilmiş ve alınan hibe de masraf yazılıp bir güzel iç edilmiştir. Bırakın tam porsiyonu, görüntü-ses-tat konusunda çeyrek porsiyonluk bir otantik insanın dahi bulunamaması, başka bir çalışma modelini zaruri hale getirmiş; böylece otantik insanı bulma görevi pek şanlı Tuhaf İşler Proje Ekibine (TİPE) havale edilmiştir.

 

Bir teknisyen, bir laf ebesi ve iki insan azmanından oluşan TİPE, karşılarına kim çıkarsa konuşmak ya da dövmek için şehrin mutantan sokaklarına atılmışlardır. Laf Ebesi, yoldan çevirdikleri ilk metropol erkeği ile entelektüel karışımı adama, “Abi, ne ayak?” diye sormuş, cevaben de aslında inovasyonun ana tarafı Alman olan Güney Koreli bir herif olduğunu, Apple’ın çoktan beşinci sanayi devrimini bitirdiğini ve esas sorunun da Etilerin büyük büyük büyük dedeleri olan Mu medeniyetinin çöküşü olduğunu öğrenmişlerdir. Adam “yeneceğim seni orta gelir tuzağı” diye elini kolunu sallayarak bağırırken Teknisyen aldığı ses kaydını şakaklarını ovuştura ovuştura silmiş ve Azmanlar da adamı iyi bir pataklamışlardır. Bu esnada yoldan geçenler -bırakın müdahale etmeyi- olayı alkışlar eşliğinde cep telefonlarıyla çekip Youtube-Instragram-Facebook’a yüklemişler, bazıları hazır toplanmış kalabalığa 100 TL ver-1000 TL kazanlı Öküzbank saadet zinciri üyelikleri pazarlamış ve birkaç tırnakçı da araya dalıp siftah yapmışlardır. TİPE’nin tesadüf ettiği ikinci eleman; yaşı ve mimikleri olmayan genç kız karışık bir hanım teyze olmuştur. Laf ebesinin “Abla, ne ayak?” sorusunu ifadesiz bakışlarla karşılayan kadın, neden sonra “aslında kaşlarımı çatıyorum da, belli olmuyor” diye söze girişmiştir. Ardından da ayak numarasının 36,5, boyunun 1,68 ve yaşının 38 olduğunu, ancak kalıpların-cetvellerin-zamanın falan değişmesiyle ayak numarasının 39, boyunun 1.55 ve yaşının da 48’e dönüştüğünü büyük bir öfkeyle haykırmış, sonra birden sakinleşerek insanların artık biyoteknolojiyle 120 yaşına kadar yaşadıklarını beyan etmiştir. Kadına kınayan bakışlar atıp cık cıklamaya ve ellerini de “hadi hadi” diyerek sallamaya yeltenen TİPE, kadının sağlı sollu çanta vuruşları ve apartman topuk savuruşlarıyla erkekliğin onda dokuzunu ifa etmiş, yani bildiğiniz kaçmıştır. Japon turistlerin çektiği seri fotoğrafların ardından irfanın kalan onda birini göstermek için buldukları bir caminin avlusuna sığınan TİPE, neden sonra zerre ders almamış adımlarla ve “nerede ulan şu otantik insan” bakışlarıyla beton sahalara geri dönmüştür. TİPE’nin karşılaştığı üçüncü örnek, elinde Starbucks kartonuyla yaylana yaylana yürüyen bir genç olmuştur. “Birader, ne ayak?” sorusunu, “kimse bizi anlamıyor, neden çok çalışacakmışım, dönecek köşe nerede” sözleriyle karşılayan genç devamında da kulaklıklarını takıp sokağın ortasında kafasının üzerinde dönmeye başlamıştır. Laf Ebesi gence derhal Hüdayda oynayarak karşılık vermiş, Teknisyen elektrosazın sesine abanmış ve Azmanlar da genci omuzlarından kavrayarak tabelasında unisex kuaför yazılı sokaktaki berberin yanına çırak vermişlerdir.

 

Caddedeki insanlardan bir nane çıkmayacağını idrak eden TİPE, şanslarını bir de mekânlarda denemek üzere şehrin yüksek binalı-astronomik fiyatlı-eskinin gecekondu bölgesi olan çekim merkezine doğru yollanmışlardır. Binaların çelik-cam-uzun ve kaldırımların da otopark olduğu bu mekânda; apartman üniversitelerinin, Osmanlı nargile-demirhindi-latilokum atölye inisiyatifi adlı pahalı-kalitesiz-sıkışık kafelerin ve kendilerini retro jazz formunda klasik musiki icra hanesi olarak niteleyen müzikhollerin bulunduğu gözlenmiştir. Bu kafelerden birine dalan TİPE; çok sayıda göbekli-kravatlı-kurnaz bakışlı adamın Ankara havaları eşliğinde bir koltuk etrafında oynadıklarına, müzik kesilir kesilmez hep birlikte koltuğa hücum edip oturmaya çalıştıklarına, biri oturmaya muvaffak olunca kalan hepsinin oturanın elini öptüklerine, bir zaman sonra koltuğun ters yüz edilmesi marifetiyle oturanın koltuktan atılıp kalanların yine müzikle birlikte koltuğun etrafında dönmeye başladıklarına şahit olmuşlardır. Otantik adam bulma gibi deli saçması bir işe giriştiklerinden kimsenin kendilerini bu garabete şahit yazmayacağını düşünen TİPE; bir süre daha seyre devam etmiş, neden sonra gruptan gözlerini kestirdikleri birini karga tulumba paketleyip sessiz bir köşeye taşımışlardır. Laf Ebesinin “Dayı, ne ayak?” sorusunu adam, “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” bakışlarıyla karşılamaya çalışsa da bir dizi silkeleme faaliyeti üzerine bülbül gibi ötmeye başlamıştır. İlçesinde beyaz eşya bayii olan adamın çok uzaktan bir akrabasını örnek alarak ve köşeyi hemencecik dönerim hesabıyla bu sirke katıldığını, aylardır çoluk-çocuğunu göremediğini, Allah’ın her gecesi o mekân senin bu mekân deyip gezdiğini, ama hala o parlak ikbaliyle tesadüf edemediğini öğrenmişlerdir. Bir çaya 30 TL verilen bu mekânlardaki seyrüseferi sonucu, giydiği Damat-Tween-Sarar takım elbisesi dışında bir şeyinin kalmadığını itiraf eden adam, bir makam sahibi olmadan ilçesine geri dönmeye utandığını, zira kendisini kurban-davul-kürsü ile bekleyen hemşerilerine rezil olacağını itiraf edip hüngür hüngür ağlamıştır. Omzuna pat pat vurulup cebine de üç kuruş sıkıştırmak suretiyle en erken ilçe otobüsüne bindirilen adama oturduğu yerde oturması hususunda bir çift nasihat edilmiş ve böylece TİPE tarafından bir gün otantik adam olur ümidi ile ve Allah rızası için şehir dışı edilmiştir.

 

Köşedeki kokoreççide geçirilen kısa bir molanın ardından komşu mekâna dalan TİPE’nin dikkatini, bir koltukta oturan, elindeki kitabı okuyarak çevresine toplaşmış gençlere bir şeyler söyleyen kirli sakallı, kemik gözlüklü ve hâkim yaka gömlekli bir zat çekmiştir. Derbeder görünmenin ilmine varmış görünen bu şahsın; kuyruğu dik tutma-insan kafalama-önemli görünme üzerine bir nutuk çektiği anlaşılınca, “yan mekâna kariyer koçu gelmiş” yalanıyla gençler tez elden dağıtılmış, tırsan adama da kendinden emin adımlarla yaklaşılmıştır. Adam, Laf Ebesinin “Hoca, ne ayak?” sorusunu karizmatik koltuğuna yerleşme hareketiyle geçiştirmeye çalışsa da Azmanların “höt” diye bağırmalarıyla titreyip kendine gelmiştir. Bilmem ne fakültesi Türk Edebiyatı bölümünden terk olduğu anlaşılan adam; saçlarını boya marifetiyle aklaştırdığını, eski hocasının kadife blazer ceketini arakladığını, önce kestirmeden entelektüel gösteren klasik eserlerin özetlerini satan bir web sitesi kurmaya çalıştığını ve ama daha sonra gençleri etkilemenin daha kârlı olduğunu fark edip bilge guru ayaklarıyla bu koltukta oturmaya başladığını, mekân sahibi ile komisyon üzerinden anlaştığını ve sesini yeterince derinden-buğulu-eksantrik çıkaramadığı için daha kârlı diğer mekânlara sarkamadığını anlatmıştır. Otobüs kartını gösterip günlerdir tarhana çorbasından başka bir şey içmediğini anlatan adam; boğazına kadar çay-kahve-borca battığını, bilge adam enflasyonundan bıktığını, İtalya’da yaşasa kesin meşhur olacağını ve ama İtalyanca falan da bilmediğini söylemiştir. Teknisyenin alet çantasından çıkardığı tıraş makinesiyle kafası üçe vurulan adam af başvurusu için YÖK’e havale edilmiş, ders dışında eline kalem alıp şiir-deneme-aforizma yazması kesinlikle yasaklanmıştır. Nasibidir deyu bir de kötekten geçirilen adam mekândan derdest edilmiş, mekân sahibi de pahalıya çay-kahve satmak için böyle kıytırıktan aydınlara para vermemesi hususunda şiddet dolu bir nasihat faslıyla paylanmıştır. Paylama esnasında mekân sahibi; babasının burada bir gecekondusu olduğunu, imar affı ile kat-dükkân karşılığı müteahhite bu yeri yaptırdıklarını, babasının kendisini buraya dikip evde biteviye para saydığını, yer sofrasında oturmaktan da vazgeçmediğini söyleme mecburiyeti hissetmiştir.

 

Bu melanet yerden seri hareketlerle çıkan TİPE’nin gözleri, VALE önlükleriyle mekânların önünde bekleyen delikanlılara takılmıştır. “Abi bunları mı park edeyim” deyip elleriyle Azmanları gösteren ve gülen eleman peş peşe darbelerle hizaya çekilmiş, basgeri yapan diğer elemanlara atılan birkaç bakış sonrası Laf Ebesi elemana sormuştur: “Genç, ne ayak?”. Bir tabak jöleyle saçlarını göğe kaldırmış, ha düştü ha düşecek bir kot ile I Love NY yazan bir tişörtü kombi etmiş delikanlı; “abi, bunların hepsi salak” deyip konuya balıklama atlamıştır. Arabalarını başkalarına park ettirmenin buralarda racon olduğunu, arabaları götürüp arka sokaklarda çizdire çizdire istiflediklerini, 50 TL’den aşağı para bırakanlara arka sokağa yolladıklarını, yanında bir hanım olanlardan en az 100 TL tokatladıklarını, bunların hepsinin vur eline al ekmeğini tipler olduklarını, bir de her gece memleketi kurtarmaya çalıştıklarını, para karşılığı mühim adam gibi davranılmaktan gayrı bir amaçlarının olmadığını ve hepsinin de diğerlerinin gıybetini yaptıklarını bir bir şakımıştır. Kendilerine düşenin de kazı yolmak olduğunu söyleyen genç; VALE sahibinin kendisinden 5 yaş büyük amcaoğlu olduğunu, mekân sahiplerinin bazılarına para verip bazılarından haraç aldığını, kırmızı bir BMW’ye bindiğini, birazdan gelip hepsinin ağzını burnunu kıracağını, büyüyünce kendi VALE ekibini kurup toto-manita-ayakkabı topuğuna basma işlerine dalacağını ve yaşlanınca da tövbe edip hacca gideceğini anlatmıştır. Hakikaten de birazdan, gürültüsü artırılmış bir egzozla yanlarında biten amcaoğlu ileri geri konuşmaya ve tayfasıyla üzerlerine yürümeye kalkmış, ancak Azmanların kızılcık sopalarıyla aldığı darbeler sonucu yere kapaklanmış, patırtıdan sarı kırmızıya boyanmış BMW de hurdaya çıkarak payını almıştır. Tozun dumanın inmesi ardından TİPE, yerdeki elemanları toplayıp kiralanan bir minibüse tıkmış, bu delikanlıları çoban bulamayan Beypazarı köylerine mecburi hizmet etiketiyle postalamıştır. Birazdan sokağa ellerindeki VALE kartlarıyla sökün eden sinirli zevat da yine sopalar eşliğinde, önü arabalarla işgal edilmiş otobüs durağına kadar kovalanmış ve itilmek suretiyle gelen ilk belediye otobüsüne tıkılmışlardır. Ardından da TİPE kendisini lağvederek yıldızları saymak için en yakın dağa göç eylemiştir.

 

Otantik insan ve sığırların karşılaştırması amacıyla başlatılan proje bu şekilde iyice yalan olunca, proje müdürü ekibi dağıtmış ve hüzünlü bir ifadeyle proje ofisi olarak kullanılan depodan bozma binaya kilidi vurmuştur. Proje ofisinin önüne bırakılmış proje müdürünün kayıtlarında, bundan sonra olanlar şöyle nakledilmektedir: “Bu esnada yanıma yaşlıca bir adam yaklaştı ve neye dertlendiğimi sordu. Ben de olup bitenleri detaylarıyla anlattım. Emekli bir devlet memuru olduğunu zannettiğim bu nur yüzlü adam; yan tarafta küçük bir kırtasiye dükkânı işlettiğini, burada da çocuk kitapları ve kırtasiye malzemeleri sattığını söyledi. Beni dükkânına davet edip çay ikram etti ve ‘ne varsa çocuklarda var’” dedi. Sonra dünyanın, ölümü hayattan uzaklaştırmamızla solduğunu anlattı. İnsanların, iyiliği özendirip kötülükten sakındırmak yerine tam tersini yaptıklarını söyledi. Nasihat müessesinin yıkılmasıyla insan olma gereğinin ortadan kalktığını anlattı. Nasihatin kendi menfaatleri için yalan söylemeye, ortada menfaat yoksa da aldırmamaya dönüştüğünü söyledi. Dünyayı cennet bellemektense insanı eşrefi mahlûkat bellemenin doğru olduğunu ve bunun için de evvela insan tekinin kendini eşrefi mahlûkat kılması gerektiğini anlattı. O anda otantik insanı da bulduğumu anladım. Projeye dâhil olmasını teklif edecekken durdum. Bunun iyi bir fikir olduğundan emin değildim. Zaten proje sonucunda bulacaklarımızı da söylememiş miydi? Elini sıktım ve teşekkür edip oradan ayrıldım.

 

Proje müdürünün kayıtlarının incelenmesin ardından bahsettiği dükkân aranmış, konuştuğu adam da kırtasiye dükkânı da adeta sırlara karışmıştır. Proje müdürünün Viva La Muarte diye bağırarak koştuğunu görenler olmuş ve ama kendisi de hiçbir yerde bulunamamıştır. Nice zaman sonra bir kahvede tesadüf edilen Laf Ebesine şehirde ne aradığı ve proje müdürünü görüp görmediği sorulmuştur. Laf Ebesi, buzlu limonata içmek için şehre şöyle bir uğradığını, buzunu dağdan getirdiğini ve proje müdürünün de kendileriyle birlikte dağda yaşadığını söylemiştir. Dağın nerede olduğu sorusunu ise gülerek, arayanların bulamadığı ve ama bulanların da arayanlar olduğu yerde diyerek cevaplamış ve gözden kaybolmuştur.

 

Sonra gökten üç elma düşmüş, hiçbiri de şehrin insanına nasip olmamıştır.

 

 

 

2 Comments

Sat

16

Sep

2017

Peçeteden Reçete

Sıkılırsanız, kendinizi iyi falan hissetmeniz gerekirse, mühim adam görünmeyi ya da böyle altı çizilmiş, bold, büyük fontlu ve yanıp-sönen bir fener olmayı murad ederseniz;

 

. Slikon Vadisinden söz edebilirsiniz. Parlak fikirli bir sürü zeki insan gibi diğerlerinin gururunu okşayıp işe yaramazlık ve tembelliklerini para karşılığı örten, tekdüze ve yapayalnız hayatlarında sosyal-popüler-başarılı hissettirecek, cloudlu shared services ya da resourcelu -mesela (1) toptan fiyatına ucuza ve ama faydasızca alışveriş yaptıran ve önerilen ürünleri başkasının almasıyla ilk alıcıyı nemalandıran, (2) veciz bir lafla süslenmiş kısacık klasik eser özetleri ile yeni moda saç-sakal-küpe modellerinin kombinasyonlarını önerip kestirmeden entelektüel gösteren ya da (3) çoktan seçmeli sorularda on tane resim-dize-renkte aynı şıkları işaretleyenleri ruh ikizi ilan edip ikisinin de isimleri yazılı ve kalpli çifter çorap-fular-kemer satan- bir app icat etmeyi düşleyip, yine düşünüzde bunu iyice büyütüp bir fona satarsınız, kazandığınız kocaman paralarla hala düşünüzde ve kendi kendinize empati-EQ-uzun yaşam üzerine buğulu bir sesle konuşursunuz. Ve ama acı gerçek: Ne bura Amerika ne de siz Steve Jobs’unuz. Siz en iyisi, üstünüze streetwear bir şeyler geçirip şehrin en kozmopolit-ışıklı-kalabalık caddelerinde önemi anlaşılmamış adam adımları atınız. Belki yolunuza bir Starbucks çıkar, bir yeni iPhone olur vitrinlerde, modunuz değişir keyifli olur, bir güzel sırıtırsınız.

 

. Güney Kore’den söz edebilirsiniz. Başkalarının cennetlerine kestirmeden, kopya çekerek girebileceğine iman etmiş bir sürü “biteviye gelişmekte olan” ülkenin vatandaşı gibi Güney Kore ile ülkenizin makroekonomik verilerini ta 1960’lardan itibaren karşılaştıran grafikleri kullanır, sizden önce on binlerce insanın karbon kopyası olarak başarı garantili kalkınmanın sırrına vakıf ilk insanın siz olduğunuza inanır, ballandıra ballandıra devletin birkaç sektörü seçip sadece bunlara nasıl yoğunlaştığını ve eğitimi nasıl tamamen bu sektörlere göre kurguladığını anlatır, bu toplumun nasıl yekvücut-çok tasarruf-az tüketimle gelişmişler ligine çıkardığını haykırır, dönüp etrafınızdaki herkesi bakışlarıyla azarlayan ve tembelliklerinden utanan kolpadan guru-tenekeden bilge-naylondan mentor olursunuz. Şansınıza biri de çıkmazsa karşınıza ve bunların dünyada en çok estetik yaptıran, mimikleri-bakışları-duruşları aynılaştırılan, çorap değiştirir gibi geleneklerini-usullerini-dinlerini falan bırakan-alan insanlar olduğunu söylemezse, üstüne de herkesin kendi bütün öyküsünde anlamlı-mümkün-kendi olduğunu ve sorunun mutluluktan ziyade mutmainlik olduğunu ilave etmezse, kürsüyü vakur adımlarla terk edip ülkenize hayıflanırsınız. Ve ama acı gerçek: Hala buradasınız. Siz en iyisi, bir köprü-ortaya karışık-mozaik ülkenin adamı olarak geçen hafta o entel sahaftan pazarlıkla aldığınız pikap ve taş plağı çıkarınız. Belki gün olur alır başınızı gidersiniz, millerinizi işleteceğiniz bir havaalanının kokusunda, Mikonos-Maldivler-İbiza-Malta’ya, para-mal-ruh mukabili süresiz oturum izinlerinin peşi sıra.

 

 

. Özgür bir ruh olmaktan bahsedebilirsiniz. Ulaşamadığınız, -öyle düşünmeseniz de aslında ulaşmanız gerekmeyen veya ulaşamadıysanız vardır bir hayır olan- bir sürü ciğerden sonra, artık misyonunuzu tamamladığınız ya da modern hayattan yorulduğunuz ya da gönlünüzün delişmenliğini keşfettiğiniz teranesiyle Asos-Kaş-Dalaman’da bir entel köye taşınırsınız, köşedeki üç-beş kuruşunuzla eskice bir evi alıp bir şevkle önce ince ince restore ettirmeye başlayıp sonra sıkılıp alüminyum-plastik-laminantla kaplarsınız, her şeyi gerçek kılacak zannıyla tonla para döktüğünüz masif ahşaptan kocaman masayı ve sandalyelerini bahçeye kurarsınız, unutulmaz sohbetler-şen kahkahalar-müzikli-şiirli geceler umarak dostlarınızı çağırırsınız, gelen bir-ikisiyle pek bir şey bir şey konuşmaz ve mecbur şehirden taşıdığınız pikabı dinler, facebook-instragram-twitterdan türlü organiklikler ve kuyruğu dik tutmalar yollarsınız, sonra artık kimseler gelmeyince ve etraftaki evler de uberle gelip airbnb ile ortalama iki gün kalan doldur-boşalt-unut tiplerle dolunca masayı silmeyi boşlayıp internete dalarsınız, planlarınızın aksine gece yatmayı bilmez sabah güneşle uyanmaz, tavuk-enginar-zeytin yetiştirmekten de vazgeçip soluğu en yakın Migros’ta alırsınız, havalar biraz soğuyunca Kanada’ya yerleşen İzmirli misali önce sevinir sonra üşür en sonunda da öfkeli nezle olursunuz. Ve ama acı gerçek: Geri dönersiniz. Siz en iyisi, doğaya dönüş yerine her yola gelen insan temalı bir kitap okuyunuz. En güzel şehir zaten olduğunuz şehirdir, en güzel günleriniz kesin önünüzde bir yerlerdedir ve söylemek istediğiniz en güzel söz de etkileyici veciz sözler kitabında zaten mevcut olan bir sözdür.

 

Ya da bir kenara bırakırsınız bu upuzun cümleleri, sıkılmaları ve muradı fener olmakları, başınızın üstüne koyarsınız ya nasipleri ya kısmetleri, sonra belki bulursunuz Karacaoğlan’ı, yani "kimi cennet ister kimi cehennem / cennetten beride yolda neler var"ı

 

 

0 Comments

Sun

10

Sep

2017

Desturlu Düstur

Ne oluyor da oluyor, ne olmuyor da olmuyor sorusuna cevap uman, dahi bulduğunu sanan, hatta zaten bildiğini inanan, romantiktir deyip hoş göreceğimiz yirmili yaşları tamamlamış ama hala görk illetinden mustarip olanları bitmez depresyonlarıyla baş başa bırakıyoruz, bunlardan son hız kaçıp kendi işimize bakıyoruz, mesela su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve çocuk bakıyoruz.

 

Kısa yoldan dönüp ağzı laf yapıyor ve karelere girmeyi başarıyor diye talihin ona kucak açtığını sanan, kendini sözüm ona üstünde olduğu gibi altında da kutsanmış, zira evvelden haklı veya evvelkilerin alacağını kendi hesabına tahsili meşru sayanları geçiyoruz, bunlardan son hız kaçıp kendi işimize bakıyoruz, mesela su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve çocuk bakıyoruz.

 

Yapıp ettikleri ezkaza bir işe yararsa değeri kendinden menkul olarak mutluluktan uçan, yaramazsa suçu dört bir yana atıp soluğu sahtekâr tatminlerde arayan, emek vermeyi doğru yer-zamanda bulunmakla bir tutanları görmezden geliyoruz, bunlardan son hız kaçıp kendi işimize bakıyoruz, mesela su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve çocuk bakıyoruz.

 

Kaşının bir kenarıyla hizaya çektiğini sanan, kendi hariç herkesi eksik-kirli-yalan sayan, küçüğü büyüğü tüm dağları yaratmışçasına ökçe-topuk sesleriyle huzuru bozan, lafı gediğine koyup deveyi havuduyla, anı da geleneği ve geleceğiyle yutanları olmamış deyip siliyoruz, bunlardan son hız kaçıp kendi işimize bakıyoruz, mesela su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve çocuk bakıyoruz.

 

Denilenleri zaten bilen, bilmek için değil demek için dinleyen, ama ben sizi dinlemiştimleri davarı dürter, koyunu güder gibi saçıp saplayan, her bir kulun hesabı, esasen sınırları sözüm ona kendinden sorulan, bundan da yola devam edip kendini haklı-güçlü-eşraftan sayanları Allah’a havale ediyoruz, bunlardan son hız kaçıp kendi işimize bakıyoruz, mesela su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve çocuk bakıyoruz.

 

Kelleyi koltukta değil, koltuğu kellesinin üstünde tutan, verseler bir dayanak noktası değil dünyayı âlemi taşıyacak olan, lakin yük-sır-minnet taşımayan, nerde tırak orada bırak yapan, hatta yapmayıp mazeret bulan-kuran-uyduranları gönlümüzün hudutlarından fizana yolluyoruz, bunlardan son hız kaçıp kendi işimize bakıyoruz, mesela su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve çocuk bakıyoruz.

 

Sulu gözlü ve pörsümüş bir resmi-lafı-tekerlemeyi esaslı iştir diye terennüm eden, ardından kâseyi devirip kulağının üzerine yatan, bundan aferin alıp temize çıkmayı hakkı sayan, uyuyup uyanınca unutan, geçti artık ve geçtim sayan, sonra da yeni bir resim-laf-tekerleme arayanları Allah için sevmiyoruz, bunlardan son hız kaçıp kendi işimize bakıyoruz, mesela su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve çocuk bakıyoruz.

 

Toplama ve çıkarmayla anlayan, biraz büyüyünce çarpmayla eşik-sınıf-insanlık atlayan, bölme-paylaşma-el atmayı yok, işini-gücünü-yükünü bırakmayı da mümkün-makul-olur sayanları usul-erkân-racon budur diye bizden saymıyoruz, bunlardan son hız kaçıp kendi işimize bakıyoruz, mesela su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve çocuk bakıyoruz.

 

Veren el alan elden üstündürü pelesenk eden, lakin sağ elin verdiğini sol el görmesini boşlayan, geçtik cebi kefene sanki kasalar-fermanlar-lisanslar yaptıran, üzerine de sözde mütavazilik aslında kibir-reklam-şaşaa konduranları sadakadır deyu hakir görüyoruz, bunlardan son hız kaçıp kendi işimize bakıyoruz, mesela su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve çocuk bakıyoruz.

 

Haklı olmak için değil olmak için, olduktan sonra da içre kaybolmak için çalışıp çabalayan, sabahları kalkıp akşamları yatan, hayret eden ve hayran kalan, altını-üstünü çizmeyen, elini-dilini-içini sakınmayan, üstü gibi altını da hatırlayanları başımızın üstünde taşıyor, gereğinde ellerinden öpüyoruz, bunlarla birlikte su taşıyoruz, ateş yakıyoruz ve kısmetse de çocuk bakıyoruz.

 

 

0 Comments

Fri

21

Nov

2014

Seçim vs. Geçim

Adam, ikisi siyah biri beyaz üç toptan birini alıp eline sakladı. Masada biri siyah öbürü beyaz iki top kaldı. Ötekine dönüp sordu, “bil bakalım, elimdeki ne renk?” Öteki adam “elbette siyah” dedi. Adam şaşırdı, “ama nasıl bildin?” diye sordu. Öteki adam sırıtarak, “bundan kolay ne var” dedi, “karamsarın tekisin, ayakkabın da siyah”.

 

Öteki adam siyah topu aldı ve diğerlerinin yanına masaya bıraktı. “Sıra bende” deyip masadan bir top aldı, geride iki siyah top kaldı. “Şimdi sen bil, elimdeki ne renk?” “Çok kolay” dedi adam, “beyaz”. Öteki adam daha çok şaşırdı, “peki ama sen nasıl bildin?” diye sordu. Sırıtma sırası kendine gelen adam bir de elleriyle saçlarını karıştırdı, “çünkü” dedi “mesele, farklı olmak ya da olmamak”.

 

Bu sırada odaya kadın girdi ve masadaki toplara bakarak “yine mi toplantı?” dedi. Öteki adam “dahası da var” dedi ve cebinden yeni kartvizitini çıkartıp masaya koydu, “altın yaldızlı, gofre kabartmalı ve flok baskılı”. “Peki ya QR kodu?” diye sordu adam ve masaya kendi kartvizitini sürdü, “hologramlı, laklı ve elbette QR kodlu”. Öteki adam geri çekildi.

 

Kadın nedensiz tayyörünü düzeltti ve kendini iyice yükseltmiş ayakkabılarından birini yere sertçe vurarak “yine de hiç şansınız yok” dedi. Mimiklerinden arındırılmış yüzünü, orada olmayan bir nesneye döndürerek dudaklarını büzdü ve gözlerini buğuladı, “bu kıvrımlar ve merhamet nesnesi olmadıkça neye yararlar ki?” Adam ve öteki adam endişeyle birbirlerine baktı.

 

Öteki kadın, “mesele kıvrımsa …” deyip içeri girdi ve kalınlaştırılmış dudaklarına bir zafer tebessümü kondurdu. “Üstelik boy, genişlik ve yaş da önemli.” Kadının iyice incelmiş kaşları bir an çatıldı, “öyle” dedi ve ekledi, “peki ya hem soğuk hem de sıcak olabilmek?”. Öteki kadın bocaladı, belki de eteği olması gerekenden kısaydı veya saçını daha muhafazakâr bir renge boyatmalıydı.

Son olarak patron odaya girdi. Dördünü de baştan aşağı süzdü. “Çok düşündüm”, dedi. “her birinizin profillerini inceledim, like-dislikelarınızı, kahve-cep telefonu-arabalarınızı, hatta diplomalarınızı…”. Titanyum çerçeveli gözlüğüyle oyalandı. “Biz” dedi, “muhafazakâr, modern ve ulusal değerleri olan bir işletmeyiz”. Kadınlar duraksadı, adamlar bir adım öne çıktı. “Biliyorsunuz” diye ekledi, “pazar çok rekabetçi ve zirvede yalnızlık zor”. Kadınlar hafifçe tebessüm etti. “Üstelik vizyon ve misyonumuzda …”.

Birden odaya bir temizlikçi girdi. Bir sürü şirketi temizleyen bir başka şirketin işe yeni alınmış kırsal elemanıydı. “Gidin biraz da dışarda oynayın,” dedi, “daha temizlenecek 17 oda var.” Patron ve dördü itiraz etmeye çalıştılar, ama temizlikçi aldırış etmeden her şeyi ve herkesi dışarı süpürdü. Strateji Et ve Tavuk Ürünleri firmasına Genel Müdür seçimi bir başka güne kaldı, ödenmemiş fazla mesailer, kıdem tazminatları ve hala yapılmamış sigortalar ile.

 

0 Comments

Fri

21

Nov

2014

Eğitim ve Tersine Mühendislik

Eğitim, beyaz yakalının değer iddiasının temel dayanaklarından biridir. Buna göre eğitim, beyaz yakalıyı uzmanlaştırıp kutsallaştıran ve değeri kendinden menkul hale getiren büyülü bir şeydir. Bu varsayımın elbette ne bir doğruluğu ne de modern dönem öncesi bir geçmişi vardır. Bu eğitilmiş ve ışıltılı zümrenin dünyayı bir hammadde ve haz nesnesine, insanca yaşamayı da tüketip-sığlaştırıp-kirletmeye indirgemiş olması, varsayımın doğruluk derecesini göstermektedir. Varsayımın nevzuhurluğuna ilişkin ise eski zaman eğitim anlayışının insan tekine odaklandığını, eğitimi deneyim ve sorumlulukla harmanladığını ve hepsinden de önemlisi nasıl iyi bir insan olunur ve kalınırı hedeflediğini hatırlamak yeterli olacaktır.

 

İnsanın salt eğitimle bir şey olabileceğine inanmak ve üstelik eğitimi de bazı teknik bilgilerin öğrenilmesine indirgemek, bu algıdaki temel sorundur. Bu algıyı yaratan kitlesel eğitim, endüstri devrimi sonrası pırtlayan seri üretim ve toplu tüketimin gerektirdiği standart insanı üretmek üzere tasarlanmıştır. Ardından da fabrikalara işçi, ordulara asker, bürolara memur ve her şeye müşteri sağlamak için büyük bir coşkuyla başlatılmıştır. Bu kampanyanın esas başarısı ise, bu sürecin nesnesi / malları olan insanları buna razı etmek, hatta bunun çok matah bir şey olduğuna inandırmak olmuştur. Koca insanlık tarihinde, standart-kokmaz-bulaşmaz sürü üyesi insan tipinin övüldüğü ve yüceltildiği başka da bir dönem yoktur.

 

Bu kıvanç halinin fevkine ise elbette beyaz yakalılar ulaşmıştır. “Altın semer de vursan… “ diye başlayan veciz sözü zerre anlamamış bu zevat, diploma ve sertifikalarla parlamanın insan olmak ve kalmak için gerek-yeter şart olduğuna inanmıştır. Özetle, koftilikten mütevellit üzerine türlü takım-taklavat-aksesuar takarak var olabilmek şeklinde tezahür eden bu rahatsızlık,  eğitim sektörünün sürekli büyümesinin ve beyaz yakalının anlaşılmaz-nedensiz-gereksiz öz güvenin nedenidir. Maalesef yapılan araştırmalar, diploma sayısı ve diplomada yazılan okul adının marka değeriyle beyaz yakanın özgüven ve şımarıklık derecesi arasında pozitif bir ilişki olduğunu göstermektedir. Aynı araştırmalarda korelasyona eklenen bağımlı değişken “Bir İşe Yarama” ile bunlar arasında ise hiç de doğru orantılı bir ilişki bulunamamıştır. Özetle kitlesel eğitimin ürünü beyaz yakanın, ısrarlı kıvanç hali ile herkesi rahatsız etmekten gayrı bir işe yaramadığı ilmen ispatlanmıştır.

 

Tersine mühendislik ile yapılan bir çalışma ise beyaz yakalının nasıl adam edileceğine ilişkin ilginç öneriler sunmuştur. Çalışmada beyaz yakalıya kim olduğu sorulmuş ve ancak cevabını, diplomalarını ve cep telefonu-kartvizit-araba vb. aksesuarlarını zikretmeden vermesi istenmiştir. Bu eklentileri olmayan beyaz yakalının kimliğine ilişkin söyleyebildiği cılız-anlamsız-boş laflardan da aslında bir halt olmadığı sonucuna kolaylıkla erilmiştir. Böylece, özüne erilen beyaz yakalının tekrar nasıl insan yapılabileceğine ve dünyanın bu baş ağrısından nasıl kurtulacağına ilişkin bir reçete hazırlanabilmiştir. “Ana Rahmine Döndürme ve Çıkışta Her Şeyi Başka Bir Şekilde Yaptırma” olarak adlandırılan bu proje, Süne ve Kımıl İlacı Üreticileri Derneği tarafından gereksiz ve beyhude bulunmuşsa da, Başımın Gözümün Sadakası Olsun Hareketinin büyük desteğiyle pilot bir çiftlikte hayata geçirilebilmiştir. Proje koordinatörünün günlüğü, yaşananları şöyle özetlemektedir:

 

  • 1. Gün: Hedef şahısların %90’ını plaza, kahve zinciri, kuaför, gym ve teknoloji marketlerinden topladık. Kalan %10’unu da hastayım bahanesiyle evlerinde homina gırtlak ve X-Box/PSP durumunda bastık. Toparladığımız güruhta hemcinslerini görenlerin uysalca bize itaat etmeleri ve koyun gibi hemen sürüye karışmaları işimizi çok kolaylaştırdı.

 

  • 2. Gün: Neleri var neleri yoksa hepsini soyup, Mahmutpaşa’dan toptan fiyatına aldığımız türlü normal insan giysileriyle giydirdik. Elbiselerinin arasına karışmış bir New York Yankee şapkası büyük infial yaşattı. Şapkayı ben aldım ve şapka için kavga edenlerin hepsine takke giydirdik.

 

  • 3. Gün:  Pilot çiftliğe hepsini traktörlerin arkasına takılmış römorklarla intikal ettirdik. Nedense hemen hepsi römorktaki çuvalların üstüne çıkarak gitmeye çalıştı. Yüksekte olmanın avantajlı bir şey olduğunu zannediyorlar. Düşen armutları yoldan topladık, römorkun arkasına asılanlara ise normalleşmelerinden ötürü şeker verdik. Cheese Cake’de ısrar edenler yolun kalanını çuvalın içinde geçirdiler.

 

  • 3. Gün Akşamı:  Herkesi ranzalarına yerleştirdik. Hepsi de üst katta yatmak isteyince altlar silme boş kaldı. Neyse ki gecenin ilerleyen saatlerinde çoğu aşağı düştü de alt kat biraz kıymete bindi. Kaz tüyü yastık, göz bandı ve kulak tıkacı isteyenlere pamuk döşeği, ay ve yıldızları ve cırcır böceklerini gösterdik. İtiraz edenleri tuvalet nöbetine yazdık. İstinasız hepsi ağlayarak uyudu.

 

  • 4. Gün: Toprak nedir, bitki nedir, börtü-böcek nedir özetli bir eğitim yaptık. Eğitimin projektör ve power point marifetiyle yapılması, vücut dili ve esprilerle zenginleştirilmesi gerektiğini söyleyenlere mıntıka temizliği yaptırdık. Hemen hepsi arazi olmaya çalışsa da çıplak arazide saklanacak bir yer bulamadılar, ağaca çıkmayı ise hiçbiri bilmiyor.

 

  • 5. Gün: Bütün günü çapa yapmayı öğreterek geçirdik. Hepsinin de çavuş olma isteği neticesinde çapayı tutacak bir Allah’ın kulu bulamadık. Çavuşların da çapa yapacağını öğrenmelerinden sonra uzun süre donuklaştılar, “ama, ama müdürler …” diye gevelediler, hatta bir-ikisi bayıldı. Taviz vermedim ve akşama kadar çapa yaptılar. Azık olarak peynir-ekmek ve ayran verdik. Subway ve Quiznos Sub soranları aç bıraktık.

 

  • 10. Gün: Tarlaları ve bahçeyi sulamada pek bir yol kat edemedik. Nedense “çok, iyidir” diye bir algıları var ve aynı noktayı sulayıp duruyorlar. Hülasa ya mahsulü suyla boğuyorlar ya da susuzluktan kavuruyorlar. O sırada uydurduğum “nerede çokluk, orada …luk” şeklinde bir marşı biteviye akşama kadar söylettim.

 

  • 15. Gün: Hayvanlarla ilişkileri daha iyi gibi. İneklerin yedikleri şeyle ürettikleri süt arasındaki ilişkiyi anlayamadığını söyleyen, hatta daha iyi bir tasarımla süt yerine direk tereyağı ve yoğurt üretilebileceğini söyleyen birkaç geri zekâlı çıktı. Yumurtanın nereden geldiğini öğrenince yumurta yemeyi reddedenleri görmezden geldik. Hayvanlara tasma ve ad takılmasını yasakladım, ineklere otur-kalk komutları öğretmeye çalışanları ise kendi hallerine bıraktım.

 

  • 30. Gün: Lüzumsuz ve korkak nezaketleri her şeyin gecikmesiyle sonuçlanıyor. Hayvanı tut, balyaya dikkat veya sigortayı kapat gibi basit komutları o kadar uzatıyorlar ki biri karnına çifteyi, öteki kafasına samanları, sonuncusu da her yerine elektriği yiyor. Telef oranlarının artması neticesi Bey, Hanım ve Lütfen laflarını yasaklamak zorunda kaldım, “…bilirmisiniz” ekini de iptal ettim. İyidir hot zotluk.

 

  • 60. Gün: Kısmi bir ilerleme kaydettik. Daha az ağlıyorlar ve ben müdürüm diye çalışmaktan kaçanların sayısı azaldı. Gruplara bölüp aralarında rekabet yaratmak ve en çok ürün toplayan grubu ödüllendirmek planım ise yattı. Her grup çalışmak yerine takım çalışması başlıklı uzun gevezeliklerde ve takım bilincini artıracağız diye patates çuvalı yarışmalarında kayboldu. Takım ve lider laflarını yasakladım, lider ve müdür karşılaştırması yapanlara tuvaletleri temizlettirdim.

 

  • 100. Gün: Çok bir işe yarıyorlarmış gibi greve gittiler. Cep telefonu ve frappe istediler. Aralarından grev gözcüsü seçmelerini ve ona uymalarını takdir ettim. Yine de seçim sürecinde uyguladıkları başvuru formu, iş görüşmesi ve referans isteği prosedürleri bazı ciddi hatalar yaptığımızı gösterdi. Sadece grev gözcülerine cep telefonu verebiliriz fitnemle çabucak parçalandılar, bir sürüsü cep telefonu karşılığı muhbirim olmak istedi. Muhbirlik için başvuru formu talep etmeleri ve özgeçmiş hazırlamaları ertesinde çarşı izni almak zorunda kaldım.

 

  • 150. Gün: Komşu köylere günübirlik gitmelerine izin vermeye başladım. Lakin köylülerin halayımıza girmeye çalışıyorlar, lehçemizi arsızca taklit ediyorlar ve organik tarım laflarıyla başımızı ağrıtıyorlar şikâyetleriyle izinleri askıya almak zorunda kaldım. Köylüler nezdinde itibarları biraz artsın diye mezarlığın yıkık duvarını tamir ve camiye bir şadırvan yapma projem fiyaskoyla sonuçlandı. Duvarı daha elegant dursun diye alüminyum profil ve camdan yapmaya çalışmaları köylüleri çok sinirlendirdi. Köylüler şadırvana sensörlü çeşme koymalarını takdir etseler de asansör, engelli tuvaleti ve bebek bakım odası eklemeye çalışmalarından haz etmediler. İmamın namazdan sonra bir beddua okuduğu söylentileri kulağıma kadar geldi.

 

  • 200. Gün: Biraz güneş, biraz yağmur ve çokça açık havayla kendilerine geldiler. Tombalaklıkları azaldı, sürekli işten kaytarmaya çalışmıyorlar, çocukluk hikâyelerini anlatıyorlar ve uçurtma yapmayı öğrenenler çıktı. Yine de dağıttığım dandirik cep telefonlarının düşük çözünürlüklü kameralarıyla selfie yapmayı sürdürüyorlar. Havaların soğumasıyla soba yakmayı öğretme çabalarımız sürüyor. Şimdilik donuyoruz deyip durumumuzu özetleyeyim.

 

  • 365. Gün: Çok gururluyum. İlk partiyi bugün mezun ediyoruz. Eğitim kayıtlarını, sosyal medya üyeliklerini, türlü gym-internet sitesi-süpermarket üyeliklerini iptal ettik. Gardıroplarını, teknolojik aksesuarlarını ve modern mobilyalarını imha ettik, arabalarını da proje yararına sattık. Staj mahiyetinde önümüzdeki 1 seneyi hamal, marangoz, berber ve tesisatçı olarak geçirecekler.

 

  • 366. Gün: Yeni parti geldi. Kestirme olsun ve kızgınlıkları azalsın diye hepsini köylülere pataklattım.
1 Comments

Fri

14

Nov

2014

Beyaz Yakanın Tarihsel Kökenleri

“Tarih tekerrürden ibarettir derler, ibret alınsaydı hiç tekerrür eder miydi tarih” vecizi, beyaz yakanın tarihsel kökenlerinin bilinmesini çok önemli olduğuna işaret etmektedir. Buyurunuz beyaz yakanın kısa ve ibretlik tarihi:


  • M.Ö. 1760: Hamurabi Kanunlarının okunamayan 66–99. maddelerinin, sırasıyla nasihat-uyarı-kötekle soyluların nasıl yola getirileceğinden bahsettiği düşünülmektedir. Aynı kanunlarda âleme ibret olsun diye iyice bir pataklanacağı belirtilen “bir işe yaradığını iddia edip kanıtlayamayan” (Madde 3) ve “çalışmadığı için tarladan hiçbir mahsul elde edemeyen” (Madde 42) kişilerin beyaz yakanın ilk versiyonu olan soylular olduğu anlaşılmaktadır.


  • M.Ö. 1300: Bu ferasetten uzak Asurlulardan kalma bir tablette ise askerlik-çiftçilik-rahiplikten kaçan şımarık soylu çocuklarının, toplumun selameti için her tür eğlence imkânı ve üstüne bir de para verilerek tecrit edildikleri belirtilmektedir. Bu tecrit alanları, modern zamanlarda plazalara dönüşmüştür. İkinci tablette verilen ücretin babanın hiyerarşideki yerine ve çocuğun süslenip-püslenme derecesine göre belirlendiğinden hayıflanılmaktadır. Üçüncü tablet bulunamamıştır, zira dördüncüsü tablette Başrahibin bunu, sürekli kavga eden ve ama babalarının sürgüne şutlandığını bilmeyen soylu çocuklarının kafalarında kırdığı kaydedilmektedir.

 

  • M.Ö. 549–485: Asurluların yıkılmasından gerekli dersleri çıkaran Pers İmparatoru I. Darius, soylu veya soysuz tüm boşta gezer takımını savaşa sürüp kırdırarak sorunu kökünden çözmeye çalışmıştır. Ancak Pers askerleri “yanlarında bizi de öldürtür bu saftirikler” deyip bunları saflarına almamışlar, sonuçta da bu zevat anlaşılmaz bir şekilde general falan olmuştur. Bunun da tarihteki ilk “bir işe yaramıyorsa müdür yap” uygulaması olduğu düşünülmektedir.

 

  • M.Ö. 336–323: Bu yanlış tercih sonucunda Persler, onca görkem-takım-taklavatlarına rağmen İskender karşısında rezil olmuşlar ve ama intikam olarak da bu miraslarını Helenlere devretmişlerdir. İskender’den sonra Helenlerin düştüğü durumu detaylandırmak gereksizdir. Gittikleri her yerde adlarına faydasız büyük anıtlar diktikleri Helen tipi avare soyluları ve yönetim gurularının ilk modeli olan feylesoflarını anmak yeterli olacaktır.

 

  • M.Ö. 2600 – M.S. 395: Başta bulunanların aylaklara lüzumsuz merhametinden kaynaklanan bu zafiyet, Romalılar ve Mısırlılarda bizzat baştakilerin aylak olmasıyla eşik atlamıştır. Boşta gezenin boş kalfası konsüller istedi diye Romalılar tee bilmem nerelerden koca koca dikilitaşları söküp getirmişler, Mısırlılar ise boşta gezmekte ve eşek sütüyle banyoda uzmanlaşmış firavunları için hayvani ölçülerde piramitler inşa etmişlerdir. Bu performansların da AVM’lerde ne varsa alıp eve yığmak ve plazaları daha bir yükseltmek çabalarına ilham verdiği düşünülmektedir.

 

  • 1841–1925: Modern zamanlarda ise süreci önce teorisyenler sırtlanmıştır. Endüstri devrimi ertesinde Alman Weber, “yasal otorite” kılıfı altında çalışma mefhumunu tamamen anlamsızlaştırmıştır. Bu süreçte bürokrasiyi ve dolayısıyla beyaz yakalıları meşrulaştıran altyapıyı uydurmuş, Kafka’yı da roman malzemesi açısından abat etmiştir. Amerikalı Taylor ise “bakalım kuyuya kim atlayacak” deyip Bilimsel Yönetim İlkelerini öne sürmüştür. Bu ilkelerde süpervizörlük unvanı ile aylaklık hakkı soylu-soysuz herkese sağlanmış, böylece beyaz yaka somut bir varlık kazanmıştır. Fransız Fayol eşiği bir çıt daha yükseltmiştir. Meşhur 14 İlkesinden biri olan İş Bölümü ilkesi ile beyaz yakalıların kimsenin anlamadığı değersiz faaliyetlerini anlamlı ve bir de üstüne çok para ödenir bir hale getirmiştir.

 

  • 1917–1945: Bu teorik altyapı üzerinde yükselen Ekim Devrimi tarihte ciddi bir kırılmaya işaret etmektedir. Devrim ile aylak aristokratların köküne kibrit suyu dökülmüş, aylaklık için “bari biraz sanat-kültür-felsefeden anlamak” dahi tamamen gereksiz hale gelmiştir. Böylece sınıfsız-yersiz-yurtsuz, yetmedi ipsiz-sapsız-köksüz beyaz yakalılar âlemde rakipsiz kalmışlardır. Almanların fişfiklemesi ve Müttefiklerin de “iki aya bu işi bitiririz” cehaletiyle başlayan II. Dünya Savaşı ise beyaz yakalının rüştünü ispatlamasıyla sonuçlanmıştır. Her iki taraftan neyi-niye yaptığını bilmeyen ve çoklukla üniforma giyen bir sürü gafil, sırf yapabiliyoruz diye dünyanın anasını ağlatmıştır.


  • 1945–1965: Savaş sonrası Marshall Planının asıl amacının, beyaz yaka sınıfını tüm dünyaya yaymak olduğu iş işten geçtikten sonra anlaşılmıştır. Bu kapsamda Avrupa ve haylaz-varsıl-şımarık çocuğu Amerika, beyaz yakalıların nasıl ücretlendirileceğine dair evrensel yasalarda anlaşmışlardır. Buna göre beyaz yakalıların ücretleri; “Gülümserken Görünen Diş Sayısı”, “Karanlıkta Gözlerin Parlama Oranı”, “Ten Rengi Beyazlığı” ve “Boş Boş Oturabilme Süresi” ile doğru orantılı belirlenmiştir. İlaveten dişi modellerinde; “Topuk Yüksekliği”, “Kuaföre Gitme Sıklığı”, “Elbisenin Darlığından Mütevellit Hareket Kısıtlılığı” ve “Diyet Gıdaların Temel Beslenmedeki Oranı” da pozitif olarak dikkate alınmıştır.

 

  • 1965–Hala: Tüm dünyayı kısa sürede saran bu çılgınlık her renk ve dilden zilyon beyaz yakalının istihdamı ve türlü küresel felaketler pahasına ücretlendirilmeleriyle sonuçlanmıştır. Post modern dönemde ise konu “Şirketin Selameti İçin Kim Müdür Yapılmalıdır”, “Bir Gizli İşsizlik Türü Olarak Müdürlük” ve “Home Office Denemelerinde Müdürlerin Kullanımının Faydaları” konularına kadar evrilmiştir.
1 Comments

Fri

07

Nov

2014

Beyaz Yakanın "Biz" Algısı

Beyaz Yaka, her daim kazanan tarafta yer alarak iyi-güçlü-süper görünmeyi hesaplayan ve ama her durumda kaybeden kifayetsiz bir pragmatisttir. Herhangi bir değer ve ilkeler sistemine sahip olmadığı için bulunduğu tarafın haklı ve/ya gerçek olup olmadığıyla ilgilenmez. Bütün taraf olma tercihlerini yalnız veya azınlıkta kalmak korkusuyla gerçekleştirir. Bu ilkel güdünün yönetiminde radarlarını dört açar, herkesin yaptığını yapar, inandığına inanır ve söylediğini söyler. Değişen eylemler, inançlar ve söylemlere yumuşakçalar kadar hızlı adapte olur. Bu yüzden “öteki cehennemdir” lafının Beyaz Yaka karşılığı “ben olmak cehennemdir” şeklindedir. Hülasa, Beyaz Yaka ancak iyi-güçlü-süper “biz”in içinde yer alarak var olabilir.

 

Beyaz Yakanın biz algısındaki temel sorun, bir önceki aşama olan “ben”e hiç uğramamış olmadır. Bu yoksunluk ancak bir sürü aranarak ve yamanarak iyi hissedebilmeyle sonuçlanır. Bu “biz”e yaslanma ve “iyi çocuk olma” hali, hayatının her yerinde caridir. İşyerinde patronun/müdürün her dediğini evetler, guruların pırtlattığı her trendi edinir/sahiplenir veya orta malı olmuş her özlü sözü ilk kez söyleniyormuş ve fevkindeymiş kıvamında buyurur. Evinde tüketim ideolojisinin öngördüğü ve övdüğü bir ebeveyn, eş veya arkadaş olur. Sokakta olup bitene tepkisi, “nerede çokluk, orada haklılık” şeklindedir. Aynı anda veya gereğinde hızla değişerek modern, muhafazakâr, yerli, aydınlanmacı, milliyetçi, enternasyonal ve çoğulcu falan olur. Çözüm önerileri, hangi güruha dâhil olmuşsa onun slogan ve marşlarından ibarettir. Kendini -haklı olarak- nimetten saymadığı için, ötekini anlamaya ve saymaya yanaşmaz. İyi veya kötü herhangi bir eylem için bir adım öne çıkmaz, yalnızlıktan ödü kopup sürüsüne yapıştığı için dışlanmaz ve “açılın ben doktorum” diye kalabalıkları falan yarmaz. Asiliğini ve itirazlarını bile ancak kalabalığının parçası olarak yaşar.

 

Bu “ben” olamama haliyle tutunduğu takım çalışmasının birlikte var olmak ve kazanmak performansı, iç güveysinden bile beterdir. Diline pelesenk ettiği empati, harmoni, EQ’yu falan “bükemediğin bileği öp, bükebildiğini de bükmekle kalma, kır” şeklinde yorumlar. Artık neyi-kimi lideri-kutsalı-tapınağı bellediyse hedef gösterdiği tüm ötekileri karalar-aşağılar-itip kakar. Beyazsa siyahları sevmez, siyahsa beyazlardan ölesiye nefret eder. Birlikte var olmadan anladığı, “ötekinin köküne kibrit suyu” seviyesindedir. Kendisi için harcanmış onca emek ve zamana rağmen ne farklıları birleştiren bir zamk olur ne de temsil eden bir sentez. İşine geldiği ölçüde ötekini sever-sayar-destekler, köprüyü geçince de ezer-çiğner-tekmeler. Okulda kopya vermekten, askerde mıntıka temizliğinden, işyerinde çalışmaktan, düğünde razı olmaktan, evlilikte şükretmekten ve sokakta kavgadan kaçar. Yüzüne söylemekten, arkasında durmaktan, kenarda beklemekten, altta kalmaktan ve üstte düşmekten ölesiye korkar-tırsar. Biz, biz diye tutturduğu şey ne ortak değerlere ve geleceğe, ne de “ne pahasına olursa”ya tekabül eder. İlk zayıflık belirtisinde kendine yeni bir “biz” bulur. Sadakat ve vefadan anladığı, birini tavlamak için falan ucuz nostalji yapmaktan ibarettir.

 

Ben olmak için emek vermez, hata yapmaz ve ders almaz. Ben olmak için vazgeçmez, denemez ve yanılmaz. Ben olmak için durmaz, geçmez ve yalnız kalmaz. Ben olmak için anlamaz, dinlemez ve yerine kendini koymaz. Sözün büyüsüne, eylemin kalabalıklığına, gücün haklılığına, kestirmeciliğin kolaycılığına ve görünmenin etkisine inanır, ama kendine inanmaz. Bu kendinden gayrı her halta inanan hali ile de istatistiklere konu bir detay, sosyal medya münevveri ve malumatfuruş taraftar olur. Hülasa Barış’ın dediği gibi bir baltaya sap değil de, sapın ucuna kazma olur.

0 Comments

Fri

31

Oct

2014

Beyaz Yakalının Beyhude Derin Görünme Çabaları

Beyaz yakalının bütün numarası, türlü aksesuar ve çokbilmişliklerle tamtakırlığını örtüp istisnai biri olduğunu önce çevresine, sonra da kendisine inandırmaktır. “Kişiliğin kabul ettirilmesi” denen ve esasen gayet insani olan bu ihtiyaç, kendinden menkul bir anlama ve değere sahip olmayan beyaz yakalıda maalesef saçma sapan bir şeye dönüşmektedir. Araba ve akıllı cep telefonunun markasına göre daha önemli ya da kartvizit ve unvanın ışıltısına göre daha seçkin olduğunu zannetmeyle başlayan bu akli rahatsızlık, çulsuz ilk yıllarını geride bırakmış beyaz yakalılarda daha süzme bir hal almaktadır. Bu dönemde daha insan olunduğunun gösterimi için bu sayılanlar kifayet etmemekte, türlü yeme-gezme-dinginleşme uzmanlıklarıyla derin ve engin biri gibi görünme kolpacılıkları nüksetmektedir. Bu zengin ve dökümlü gösteren koftilikler ve performans sahibi beyaz yaka tipleri ise şu şekildedir:

 

  • Mutfak Gurmeliği: Bunlar özetle türlü nebatat-hayvanat-haşeratı, balsamik sirke-köri-soya sosu-himalaya tuzu ve kevgir-kepçe-spatula marifetiyle ve pek özel marine-mühürleme-karamelize teknikleriyle pişiren şahıslardır. Bu performanslarını ankastre mutfak gereçleri ve bar sandalyeleriyle çevrilmiş kocaman bir yarı tezgâh-masada, kafalarında aşçı şapkaları ve üstlerinde de lüzumsuz yazılarla bezeli mutfak önlükleriyle gerçekleştirirler. İzleyicileri varsa, şöyle bir tavayı alevlendirmek ya da özel bıçak setleriyle şeyleri hızla dilimlemek şovlarının standart bir parçasıdır. Ardından genellikle eşek ölüsü ölçülerindeki masalarını kocaman kare tabak, köşeli ve asimetrik bardak ve eklektik gotik-barok-rokoko falan tarzı ile dayayıp döşerler. Finalde de bu eziyete maruz kalmayı dünden hak etmiş hemcinslerinden övgüler ve alkışlar toplayarak terapi olurlar. Bu uzmanlığı seçenlerin çoklukla evde kalmış ve bunu da bir tercih gibi sunan beyaz yakalı kadınlar ve erkekler olduğu belgelenmiştir. Genellikle kırık bir aşk öyküsü olarak sundukları, oysa açgözlülük ve garanticilikle birden fazla adayı oyalayıp sonunda ortada sap kalmalarıyla sonuçlanmış bir hikâyeleri vardır. Bunların ortak özellikleri sözde bir sadelikle ve aslında artık alıcıları olmadığından unisex takılmaları, uzaklara dalan hülyalı ve ben anlaşılmadım bakışları ve dokunsan bülbül gibi şakıyan çakma ketumluklarıdır. Arapaşı, mıhlama, imambayıldı ve mantı yapamamakta, yemekbohçası.com’dan sadık müşteri indirimi almakta ve genellikle elmacık kemiklerini göstereceğiz diye avurtları çökmüş bir halde sürekli diyet takılmaktadırlar. Elif Şafak veya Orhan Pamuk’a ait ya da başlığında Steve Jobs geçen herhangi bir kitapla poz vermeleri yaygındır.

 

  • Damak Duayenliği: Tembellikleri nedeniyle mutfağa girememiş bu zevat, internet ve hatta kurslarla doğrulttukları faidesiz damak ve tatma bilgilerini, birincilerin hazırladıkları veya bol yıldızla önerilmiş restoranlardaki yemekleri tadıp görüş bildirerek paralamaktadırlar. Sağdan soldan apardıkları tat ve yemek jargonlarını abanarak bocaladıkları performanslarında, yedikleri şeyler ile insanlık halleri arasında akla zarar ilişkiler kurmaları yaygındır. Yemeğin tuzu ile yalnızlık, yemeğin kıvamı ile coşku veya yemeğin pişme derecesi ile olgunluk arasında buldukları münasebetsiz alakalar gibi. Bu çakma derinliklerini çokça şarap konusundaki uzmanlıklarıyla taçlandırıp, “dengeli” veya “orta gövdeli” baharatlı degütasyonlarını buke, kupaj, sepaj, vintage falan kavramlarıyla süsleyip püslerler. Bu uzmanlığı seçenlerin çoğunlukla evli ve ama gözü dışarıda haz arsızları oldukları belgelenmiştir. Hemen hepsi erkektir. Yaşı biraz geçkin ve maalesef bunların eline düşmüş kadınlarda, bu tip erkeklerin hayatı daha iyi yaşadıkları ve yaşattıkları şeklinde batıl bir inanç vardır. Söz konusu erkekler bu inancı elbette tepe tepe istismar ederler. Bunların ortak özellikleri tombalak olmaları, göbeklerinin kemerlerini üstünden dışarı sarkması, umursamaz ve hayattan kam almış gibi görünüp her sarhoşluklarında tatminsizlik ve şükürsüzlüklerini boca etmeleri ve yemek dışındaki konularda da açgözlü olmalarıdır. Diyet ve spor bunların yanına uğramaz ve her seferinde şanslı genlerinden bahsederler. Orta malı olmuş bütün “sanat musikisi” eserlerini bilirler, çoklukla Orhan Veli veya Atilla İlhan’dan bir dizeyi ezberleyip külliyatlarını yalayıp yutmuş gibi davranırlar. Nedim Saban’ın Tatlıcı Tombak’ı satmasına içerlemişlerdir ve rol modelleri de Vedat Milör’dür.

 

  • Gezi Üstatlığı: Bu zevat “çok okuyan mı bilir çok gezen mi?” sorusunu 4x4 ve iPadleriyle habitatı ve normal insan yerleşim alanlarıyla sakinlerini rahatsız ederek cevaplamaktadırlar. Ekmek peşindeki arıcılar ve çobanların püsküllü belası olan bu kavime özellikle Safranbolu, Abant, Göreme ve Doğu Karadeniz’de bolca rastlanmaktadır. Yokluk ve yoksulluk zamanlarımızın TRT klasiği “Gezelim Görelim”in insanı insanlığından bıktırmış teranelerini hıfz eyleyip gittikleri her yerde otantik bir yemek, harikulade bir çeşme-konak-köprü, enfes bir manzara ve sohbetine doyum olmaz “lokal” insanlar bulup dururlar. Bu buluşlarıyla sözde modern hayata giydirip durmalarını, boyunlarındaki SLR veya süper pikselli digital fotoğraf makineleriyle taçlandırırlar. Bu doğaya kaçış ve doğaya övgü performanslarındaki tüketimleri ve arkalarında bıraktıkları çöp miktarı inanılmaz ve utanılası ölçülerdedir. Gittikleri yerlerdeki yerleşik insanlarla tane tane, sağırmışlar gibi yüksek sesle ve çok medenice konuşmaları, organik tarım-ekolojik denge-arıların önemi geyik know-howlarını lütufmuşçasına sunmaları ve hatta yöre aksanını utanmadan taklit etmeleri, ama bu insanların arkalarından kendilerini gösterip kıs kıs gülmelerini ve restoranlarında hesabı katlayarak geçirmelerini fark etmiyor gibi yapmaları yaygındır. Nedense hiç biri bu övdükleri yerlerde uzun soluklu yaşayamaz. Çok niyetlenseler de kimse onları halaylarına-horanlarına falan almaz. Bir tür bol oksijen zehirlenmesinden olsa gerek döner dönmez saçmalamaya başlarlar ve ayrıntılarıyla tüm bulgularını her tür sosyal medyada hemcinsleriyle paylaşırlar. Buradan devşirdikleri “çok gezmişse çok bilmiştir” imajlarını sahte bir tevazu ile herkesin gözüne sokarlar. Bu uzmanlığı seçenlerin çoklukla çocuksuz veya çocukları büyüyüp kendilerinden illallah demiş orta yaş üstü beyaz yakalı çiftler olduğu kayıtlara geçmiştir. Genellikle güne çağıracak kimse bulamayan veya çağırabildiklerinden dişe dokunur dedikodu malzemesi çıkaramayan beyaz yakalı kadının, yaşı ile birlikte şaşkolozluk ve asosyalliği de kemale ermiş eşi beyaz yakalı erkeği zorla ikna etmesiyle ve ardından da kendilerine benzer diğer çiftleri bulmalarıyla teşekkül ederler. Yollarını aşındırdıkları yerlerdeki insanların bunları alenen kovmalarıyla kariyerlerine Doğu Avrupa turlarıyla devam etmelerine sıkça rastlanır. Başucu kitapları Butik ve Küçük Oteller Rehberi ile çokça resimli gezi kitaplardır.

 

  • Meditasyon Virtüözlüğü: Kendiyle hiper barışıklığın ve acayip sağlıklı yaşamanın sözde ustalarıdırlar. Meditasyon ile hayatın anlamına erdiklerini söylerler ve en az 120 yaşına kadar yaşayacaklarını imlerler. Konu bağımsız yeknesak-uyuz bir ses tonuyla yedinci çakra- Sahasrara’da yoga yaparak Kosmos’un gücüyle birleştiklerini ve artık sorun neyse hemencecik aştıklarını falan mırıldanırlar. Bu halleri ile dinlemeyi bilmez ve iletişime tamamen kapalı türlü nevzuhur tarikat üyelerini korkutucu şekilde andırırlar. Yin-yang dengesi, çakraların açılıp kapanması, transandantal meditasyonla dinginliğe erme gibi standart kamuoyu bildirileri vardır. İnsani hazlardan geçtiklerini söyleseler de bir punduna getirip telaffuz ettikleri tantra ve kamasutra kelimelerinde gözleri istem dışı parlar. Sadō, kado, ikebana, samatha ve vipassana kavramlarını gerekli gereksiz şakırlar. Bu uzmanlığı seçenlerin, adam yokluğundan erken terfi alıp şaşkına dönmüş kadın ve erkek beyaz yakalılar olduğu belgelenmiştir. Bu şişirilmiş özgüvenleriyle giriştikleri her bir işte mutlak başarısızlığa uğramaları neticesinde bir savunma refleksi olarak bu dünyaya fazla geldiklerine mecburen inanmışlar, ardından da mecburiyetten ermişlerdir. Sadece birileriyle birlikte meditasyon yapabilirler. Yalnız kaldıklarında genellikle hosur hosur uyudukları veya yalan depresyonlarının bulanık sularında takıldıkları gözlenmiştir. Bunların ortak özellikleri beyaz giymeleri, baston yutmuş gibi durup karınlarını içeri çekmeleri ve her şeyi anladım minvalli göz kapakları sarkmış halde üstten bakışlarıdır. Bunların bilek güreşinde ya da takım sporlarında başarılı olmalarına veya mütevazı bir şekilde kenarda kalmalarına tesadüf edilmemektedir. Tutarsız bir şekilde hepsi de Çinli General ve bildiğin asker Lao Tzu’nun Savaş Sanatı adlı kitabını sevip sayarlar, ama okumazlar. Karatay diyetinden haz etmezler, vejetaryen ve hatta vegandırlar.

 

Bunlar olup biterken pehlivan tefrikalarında Kel Aliço, Koca Yusuf ve Adalı Halil’in bir oturuşta bir koyunu yediklerinden, çok gezseler de memleketlerinde veya memleketlerine dönerken öldüklerinden ve depresyona hiç girmeyip her daim çalıştıklarından bahsedilir. Koca Yusuf’un lakabını kocaman olmasından değil, çok ahlaklı olmasından aldığı da ayrıca kayıtlarda yer almaktadır.

1 Comments

Fri

24

Oct

2014

Beyaz Yakalıda "Zaman" Kavramı

Bir sürü kaynakta dünyadaki mutlak sermaye, nicel ve hatta nitel değer ölçüsü olarak tanımlanan zaman, beyaz yakalının sözlüğünde anlaşılmaz bir mutasyon geçirir. Beyaz yakalıya göre zaman, önce tez elden tüketilmesi sonra da arkasından hayıflanılması gereken anlaşılmaz bir yığındır. Sabretmek ve durmak gibi zamanla dost fiiller beyaz yakalının yetkinlikleri içinde değildir. Hayran kalmak ve hayret etmek gibi zamanı donduran ve ötesine geçiren eylemlere de aşina değildir. Sonrasını düşünmek ve erken davranmak gibi zamanı değerlendirmeye ilişkin tutumlar ise semtine dahi uğramaz. Bunlara zerre kafası basmayan bir halin, insanı zamansız bir yolculuğun yolcusu olarak tasavvur eden düşünceleri anlaması da elbette beklenemez. Hülasa bu zevat için zaman, “keyifli” veya  “çok verimli" bir şekilde geçirildiğine herkesin ikna edilmesi gereken bir yönetim nesnesidir. Sürekli meşgul ve koşturuyor veya çok sakin ve takmıyor ayaklarına yatılarak yerine göre cevval veya cool gözüktüren profesyonel bir makyaj malzemesidir. Sahnelenen oyunu seyredecek kimse olmayınca da ya depresyona sokan ya da tümden gereksiz faaliyetlere bulaştıran bir tehdit ve hastalık kaynağıdır.

 

Beyaz yakalının zaman algısıyla ilgili problemleri, at gibi gem vurulup habire koşturulduğu çocukluk yıllarına kadar geri gider. Kendisinden farksız ebeveynlerince o kurs-dershane senin, bu uyku saati-eğlenme saati benim diye detaylı bir çizelgeyle koşturulmuş bu çocuk, bir tarafta “boş” kalmaktan korkacak diğer tarafta da “ağzına kadar doldurulmaktan” sıdkı sıyrılacaktır. Bu paradoksun beslediği “ne senle ne de sensiz” depresifliğiyle bir yanda tüm zamanını incir çekirdeğini doldurmaz veya akla zarar münasebetsiz faaliyetlerle öldürecek, öte yanda da kendini insanlaştıracak tüm bağlılık ve adanmışlıklardan zamansızlık mazeretiyle sıvışacaktır. Mesela sosyal medyanın en çalışkan üyelerinin, uyduruk trend takipçilerinin veya kafadaki saç teli, vücuttaki yağ oranı ve kameradaki piksel sayısı gibi tümden fuzuli istatistiklerin şaşmaz müşterilerinin beyaz yakalı olması şaşırtıcı değildir. Bunlar için zamanını bozuk para gibi harcarken gerçekten sevmek, yardım etmek, taraf olmak veya anlamaya çalışmak gibi en temel insani faaliyetlerden “zamanım yok” diyerek topuklaması işte bu ikileminin yansımalarıdır.

 

Zaman biraz daha borç vermesi için kavga edilecek bir muhatap, eninde-sonunda eline düşülecek bir düşman, hızla tükenen veya geçmek bilmeyen bir yığın, varlığıyla abat yokluğuyla sefil eden bir araç, herkes ve her şey için aynı olan bir şey değildir. Zaman, sonsuzluğuyla insanı ezen, sonluluğuyla da insanı azaltan bir yüce varlık veya tehdit de değildir. Zaman, insanın kendi tercihiyle ve zaman bağımsız olarak insan kalmak veya kalmamak için kullandığı bir sermayedir. Ve zaman, ne kadar geçtiği-kaldığıyla değil nasıl geçtiği-kaldığıyla ilgilidir.

 

Koca insanlık tarihinin zamanı en az anlamış ve zamanla en az barışık üyesi beyaz yakalının, “Zaman Yönetimi” adlı bir icadın patentli sahibi ve kullanıcısı olması ise ironiktir. İlk bakışta zamanın doğru düzgün kullanımına dair olduğu sanılan bu yaklaşım, pratikte hızlı toplantı, selamsız-sabahsız konuya girme ve üretim bandını kısaltma gibi “ne kadar?” özetli salt nicel artışları hedefleyen, lakin sonsuza kadar yaşamayacağı açık olan insanın nasıl insan kalıp insan gibi hatırlanacağına ilişkin zerre önerisi olmayan bir formüller ve hesaplar toplamıdır. Beyaz yakalının bu yönetimden anladığı ise; önce mutlu gelecekler için şimdiki zamanını harcayıp hayatı ıskalamak, sonra geç kaldım sanrısıyla zamanı tersine çevirmek için türlü gençleştirme ve genç görünme işlerine gömülmek, bunları -elbette- sürdüremeyince de hayata küsüp her şeyin -mesela ölümün- zamansız olduğundan falan yakınmaktır.

 

Hülasa beyaz yakalının zaman konusunda performansı, her şeyi yapıyor gibi görünüp çarçur etmek, nihayetinde de zamanın altında ezilmekten ibarettir.

1 Comments

Fri

17

Oct

2014

Beyaz Yakalıların Ev Alması

Müsrif ve tüketim bağımlısı beyaz yakalıların ev satın alma süreçleri, fonksiyonel veya da ulvi bir amaca sahip normal insani faaliyetlerden değildir. Özetle ve yine safi zarar olan bu performansları uzmanlarca farklı açılardan incelenmiştir. Ev alacak parayı nasıl denkleştirdiklerini inceleyen finans uzmanları, “anne-babadan para tırtıklamaya devam et, yetmediyse banka kredileriyle geleceğini sat” yönteminin temel finansman kaynağı olduğunu göstermişler, en ucuz banka kredileri adında da bir insert yayınlamışlardır. Insertte adı geçen mimarlar, beyaz yakalıların ev tercihlerini gösteriş züppeliğiyle açıklamışlar, Sahra Çölündeki ebeveyn banyolu, giyinme odalı ve ankastre mutfaklı yeni projelerini nasıl kapış kapış aldıklarından bahsedip bunlar varken kendilerinin terapi almalarının yakışıksız olacağını söylemişlerdir. Terapi lafını duyup gözlüklerinin üstünden bakan psikologlar, bu zevatın obsesif derecesinde “altın semerli olduğunu gösterme” ve “trafikte sürünme bağımlısı” olduğunu belirtip, cehennemin dibindeki prestijli projelerden plaza dairesi veya bahçeli dubleks almalarını böylece izah etmişlerdir. Ancak psikiyatristler bu sınıfın, bırakınız iki kişiliğe bir tane bile kişiliğe sahip olmadığı için şizofren sayılamayacağını, depresyona giremeyeceğini ve dolayısıyla obsesif de olamayacağını söylemişler, konuya bakışlarını da “veriyorum antidepresanı, salıyorum çayıra” diyerek özetlemişlerdir.

 

Sınıf” kelimesi üzerine harekete geçen sosyologlar, beyaz yakalıların muhakeme ve sorumluluk alma becerisine sahip olmadıkları için birey, sosyal bilinç ve aidiyet hissine sahip olmadıkları için de toplum sayılamayacağını ifade etmişler ve ne halt etmeye ev aldıkları hakkında hiçbir fikirlerinin olmadığını söyleyerek görevsizliklerini ilan etmişlerdir. Böyle durumlarda reysen dosyaya bakan zoologlar ise bu sürünün ne ısınma-otlama ne de müşterek avlanma gibi toplu bir amacının olmadığını ve gayesizlikle ev almalarının fonksiyonel bir barınma-korunma amacı taşımadığını belirterek bilimsel bir incelemenin gerekmediğini söylemişlerdir. Zoologlara destek çıkan biyologlar, amiplere kadar inerek örneklendirdikleri “her canlının temel amacının yaşamını sürdürmek olduğu” şeklindeki kuramlarının bu adam ve kadınların ev alma biçimlerinden dolayı sallantıda olduğunu itiraf etmişler ve bunları canlı kategorisinden şutlamayı önermişlerdir.

 

Topun kendi sahalarına geldiğini gören ve yine dağ-tepe gezmekle meşgul olan jeologlar, bunların satın aldığı evlerdeki mermer ve granitin çakma olduğu gerçeğine işaret ederek “gidin ula başımızdan, vazgeçin işe yaramaz her erkeği / kadını bize şutlamaktan” demişler ve öfkelerini de taş atarak göstermişlerdir. Tarladan taşları ayıklamakla uğraşan ziraat uzmanları, tarım alanlarının bunlar yüzünden yerleşim alanına döndüğünden esefle bahsetmişler, Çin’de köylülere 2 bunlara ise sadece 1 çocuk yapma hakkı verildiğini hatırlatarak nitelikli nüfus artışına ve GDO’nın külliyen yasaklanmasına vurgu yapmışlardır. Nüfus artışı lafıyla aktive olan istatistikçiler, beyaz yakalıların ev alma trendlerinin “biri pencereden atlar, diğerleri de izler” özetli linear bir ilişkiyle açıklanabileceğini ispat etmişler, beyaz yakalıların muhtemelen doğal bir doğum kontrolü mekanizması sahip olduğunu söyleyerek yüreklere su serpmişlerdir.

 

Doktorlar, yaptıkları tetkiklerde doğurmayı engelleyen bir durum tespit edemediklerini ve saçma sapan bir durumla karşı karşıya olduklarını belirterek hasta yakınlarının saldırılarına karşı tekvando kurslarına gittiklerini ifade etmişler, ayrıca prezervatifin balon olarak kullanımını yermişlerdir. Her tür saçma sapanlıkta boy gösteren parapsikolojistler önce adlarında geçen parayla bir alakalarının olmadığını yinelemişler, ardından da cin çağırma seanslarında beyaz yakalıların neden böyle ev aldıklarını sorduklarını ve sadece “bunlar yüzünden top sahamızı çaldılar” cevabını aldıklarını söylemişlerdir. Parapsikolojistler ile her tür yarışa giren UFO bilimciler ise beyaz yakalıların aslında UFO’lar tarafından dünyaya sürgün edilmiş işe yaramaz ve evsiz-barksız uzaylılar olduğunu, kimsenin bir şey anlamadığı NASA fotoğraflarıyla kendilerince ispat etmişler, ev almalarını da uzaylı istilası olarak yorumlamışlardır.

 

Tam bu sırada ezan okunmaya başlanmış ve caminin bahçesindeki parkta oturan yaşlı amcalar hareketlenmiştir. Bu amcalar kendilerine yaklaşan muhabirimize “neden sigara vermedin len geçen?” deyip postayı koyduktan sonra “bekâra ev yok, beyaz yakalıya da” deyip bu gereksiz muhabbeti sonlandırmışlardır.

1 Comments

Fri

03

Oct

2014

Kibirli Cüce: Beyaz Yaka Erkeği

Beyaz yakalı erkek, türünün en dalavereci ve tamahkâr üyesidir. Erkek olmanın tüm avantajlarını tepe tepe kullanıp sıra erkek adam olmaya gelince sıvışan bir tabansızdır. Kadının yanında nurun ala nur kaldığı evlerden ırak bu zat, ikinci hamur Şam şeytanı, Şark kurnazı ve kaçın kurasıdır. Gözleri fel fecir okuyan bu muhterem, sopanın cennetten çıkmasının, havuç ile kardeş olmasının ve gereğinde aba altından arz-ı endam etmesinin temel nedenidir. Bu yazının konusu ise hakkında ne dense, ardından ne çevrilse ve kafasına ne atılsa az kalacak bu karbon kopyanın performanslarıdır. Bundan murat edilen de bu modern hacı yatmazın foyasını gün yüzüne, kendisini de yerin dibine çıkarmak/batırmak, çokça kadınlardan oluşan olağan hedeflerine de “işte rakibini tanı” falan demektir.

 

Fiziksel özelliklerinden gayrı hiçbir şeyiyle klasik erkeklerle ortak paydası olmayan bu zatın hayat gayesi, hiçbir sorumluluk almadan olabildiğince çok haz alıp diğerlerine de eziyet-sıkıntı-bıkkınlık vermektir. Bu uğurda giremeyeceği kılık, takınamayacağı poz ve yatamayacağı ayak yoktur. Araştırmalar beyaz yakalı erkeğin; kötü Osman (Erol Taş-Susuz Yaz), gazozcu Reşit (Nuri Alço-Kayıp Kızlar) ve şımarık Ferit’in (Tarık Akan-hemen hepsi) ucuz bir kombinasyonu olduğunu, maalesef İnek Şaban’ın (Kemal Sunal) ironisinden, Mahmut Hoca’nın (Münir Özkul) inceliğinden ve Nubar babanın (Nubar Terziyan-hemen hepsi) merhametinden zerre nasiplenmediğini ortaya çıkarmıştır. Üstelik yapılan çalışmalarda, taktiksel ağlaklığı ve kırılganlığıyla orijinallerinden de aşağı düzey bir evrimi temsil ettiği ilmen ispatlanmıştır.

 

Buyurun, karşınızda beyaz yakalı erkeğin yükselişi ve düşüşü:

 

  • Okuldan ve işten topladığı hemcinsleriyle, ortalıkta kanka-hoca-usta takılmaca, arkadan kıskanıp-satıp-laf sokmaca, nihayetinde de köprü geçmece özetli geçici menfaat birliktelikleri kurarlar. Birbirlerine kefil olmazlar, kefaletleri de zaten kabul edilmez. Kredi kartlarının minimum ödeme tutarlarını öderler ve KMH’ları da vardır. Kariyerlerinin züğürt ilk yıllarında aynı bitli ve pasaklı evi paylaşmalarına sıkça rastlanır. Oturdukları apartmandaki kimseyi tanımazlar ve kimseye de hayırları dokunmaz. Birileriyle tanışırız da kariyerde zıplarız, network önemli falan gibi ithal-jenerik akıllarla mezun kulüplerine üye olurlar. Bedelli askerlik kovalar ve MBA’ye girmeye çabalarlar. Gösterecek başka da bir şeyleri olmadığı bilinciyle kaslarına ve protein içeceklerine yüklenip gym falan takılırlar. Nedense birlikte olduklarında salgıladıkları delikanlıyız-güçlüyüz-alırız aşağıya özetli sahtekâr testosteron gösterisi, yalnız kalınca fıslar ve “abicim abicim, ver elini öpeyim” düzeyine kadar geriler. Birbirlerini rol modeli olarak kullanır, tez zamanda her şeyi aynı yapan klonlara ve ucuzcu beyaz yaka moda kültlerine dönüşürler. Sohbet konuları kızlar, arabalar, terfi etme ve büyüyünce nasıl intikam alacaklarından ibarettir. Kimse kimseyi çekmesin diye depresyonlarını beraber yaşarlar, genellikle de hafif manik-depresif bir haldedirler.

 

  • Biraz büyüyüp paralanınca ilk işleri gardıroplarını ve saatlerini bir üst lige atlatmak, bir araba almak ve “kadınlar yaşlanır, erkekler olgunlaşır” kuralı gereği artmış piyasa değerlerini realize etmek olur. Bu dönemde işteki temel performansları, bir tehdit olarak gördükleri astlarını mümkün olduğunca ezmek, üstlerine de şapur-şupur seviyesinde yaltaklanmaktır. Odakları büyük ölçüde kadınlardır ve kendilerini Hint kumaşı olarak takdim edip dururlar. Bir-iki şiir, veciz laf falan ezberleyip konu bağımsız her sohbet ortamında terennüm ederler. Maaşları artsa da abaran imaj takıntıları nedeniyle para falan biriktiremezler, hatta anne-babalarından para tırtıklamaya devam ederler. Kadınların karşısında, bir Türk dizisinden apardıkları jönü tekrarlarlar, ama iş hesap ödemeye gelince hızla Almanlaşır ve söz vermeye gelince de “Işınla beni Scotty” hızıyla toz olurlar. Genellikle ne olur olmaz diye kenarda tuttukları bir uzatmalıları, bir de ikbal uğruna yatırım yaptıkları periyodik değişen sevgilileri bulunur. Her birine ayrı ayrı ağlar, kırılgan erkek numaraları keser ve “e hacı, ne olacak bu işin sonu?” sorularına tüm alternatifleri elde tutacak şekilde muğlak cevaplar verirler. Salağa yatmanın bir avantaj olduğunu keşfetmişlerdir. Sıklıkla kendilerini salak, kadınları da akıllı-organize-kurnaz diye tanımlayan mağdur edebiyatı köylü kurnazlığıyla puan kazanmaya ve sorumluluktan kaçmaya çalışırlar. Sağda solda bolca “kefil olurum” deseler de durumlarında bir gelişme yoktur, ketenperecilikleri herkesin malumudur.

 

  • Bu aşamada piyasa değerleri yerlerde süründüğünden, kendilerince en rasyonel ve gelecek vaat eden adayla evlenirler. Düğünde sergiledikleri “hayatının aşkına, dağları delerek ulaşmış taze delikanlı” performansı seyirliktir. Düğünün başında davetlileri Amerikan pazarlamacısı sırıtışıyla karşılamaları, ortasında göbeğini çekerek kendince görklü kalan herkesçe komik efe oyunu oynamaları, akabinde “icabında modern de oluruz” deyu eşleriyle vals-tango-çaça falan yapmaları ve nikâh memuru önünde de özgüveni yüksek münasebetsiz espriler yapmaları vakayı adiyedendir. Düğünün sonuna doğru çakırkeyif olup “aslında bunu hak etmedikleri” özetli ağlaklıklar veya “eşlerini hak etmedikleri” özetli çakma şövalyelikler yapabilirler. Bu durumda ellerine verilecek bir ayna, tüm salya-sümüğü tez elden kurutacaktır. Fiziksel gereklilikler dışında evlilikle ilgili hiçbir sorumluluk almazlar. Esasen hem evli olmanın hem de kankalarıyla günü gün etmenin hesabındadırlar. Sadakatleri kuşkuludur, yine de talep düşüşü nedeniyle güvenilirce seviyesindedir. Playstation, yemektorbasi.com ve Lig TV evdeki hayatlarını özetler. Eşi baldıza, anneyi kayınvalideye ve kız kardeşi de yengeye fişfikleyip-kırdırarak sorunlardan yırtma hesabındadırlar. Çocuklarıyla ilişkileri, sponsorluk ve sağda solda emeksiz övünmeyle sınırlıdır. İşyerinde muhtemelen müdür falan olmuşlardır ve kibirlerinden yanlarına yaklaşılmaz. Sert, disiplinli, modern ve espritüel görünmenin matah bir şey olduğu zannıyla tuhaf ve çelişkili performanslar sergilerler. Son olarak kefaletlerinin değerinde bir artış yoktur, zaten karıları da kefil falan olmalarına izin vermez.

 

Bu türün yaşlılığı ve dede performansı hususunda güvenilir bilgiler ne yazık ki yoktur. Yine de çok sayıda kaynak, uzun bir genç görünme çabasından sonra ortalıktan çekilip hayata küstüklerini, hala boşanıp sokağa atılmadılarsa sadece eşlerine ve yakınlarına sorun çıkarmaya devam edebildiklerini kaydetmektedir. Konuyla ilgili görüşlerine başvurulan ve cami avlusundaki belediye bankında oturan yaşlı amcalar, bahse konu zevatı hiç tanımadıklarını ve tanısalar da hazzetmeyeceklerini açıkça ifade etmişlerdir. Aynı amcalar, bypass ameliyatları sonrası ve hanımlarının yokluğundan istifadeyle de muhabirimizden sigara istemişlerdir.

1 Comments

Fri

26

Sep

2014

Ofisler ve Flörtüz Haller

Asosyalliğiyle doğasına en ters yaratık şampiyonluğunu açık ara göğüsleyen beyaz yakalı, bir tür sosyalleşme sonucu olan evliliği de sadece ofisten gerçekleştirebilir. Bu yazının konusu beyaz yakalının bu husustaki ofis performansları ve elbette asla yenemeyeceği makûs talihidir.

 

Öncelikle sanılanın aksine ofisler iş yapılan, ne bileyim bir şeyler üretilen yerler falan değildir. Buralar toplumu, hasbelkader üniversiteden mezun olmuş ve hatta MBA falan yapmış beyaz yakalılardan korumak için oluşturulmuş karantina bölgeleridir. Ofislere ancak X-Ray, akıllı kimlik kartı veya parmak izi taramasıyla girilebilmesinin nedeni, buralara sadece mühim ve pek elit beyaz yakalıların girebilmesi değil, toplumun sağlıklı fertlerini bu iflah olmaz akli rahatsızlıktan koruma iradesidir. Söz konusu irade, beyaz yakalıların yüksek hayat beklentileri ve ama yerlerde sürünen hayat performanslarıyla ancak ortalama 0,8 çocuk yapabiliyor olmasından hareketle soylarının 40 sene içinde tükeneceğini hesap etmektedir. Bu nedenle de bu nevzuhur zevatın ofis ve kahve zincirlerinde kalması kaydıyla tüm akla zarar performanslarını kayıtsız şartsız desteklemektedir. Bu durum, beyaz yakalıların neden bu mekânlar dışında asla var olamadıklarını da açıklamaktadır. Elbette bu desteğe, bu güruhun ofis içi flörtüz ve evlenme halleri de dibine kadar dâhildir ki buradaki detay strateji, bir tür kapalı gen havuzu oluşturarak dünyanın başına bela olmuş bu türün köküne kibrit suyu dökmektir.

 

“Bunu yapan iki kişi” diye biten bu ofis içi minimal sosyal hareketin elbette zeki ögesi kadın ve şaşkaloz olanı da erkektir. Beyaz yakalı erkek kendisini beyaz atı ile nice kariyer hedeflerini gözünden vuran bir prens ve her kadının gönlünde yatan bir Don Juan falan zannetse de esasen kayda değer tek vasfı, o sırada ofiste bulunuyor olmaktan ibarettir. Dilerseniz bu saftiriği şimdilik bu kıytırık zanlarıyla başbaşa bırakıp “first ladies” şiarı gereği kadından başlayalım.

 

Beyaz yakalı kadın, erkeğine kıyasla güzel kokan ve üstelik orasını-burasını büyütüp-küçülten türlü inovasyonlarla güzel de görünen bir şeydir. Diğer normal kadınların aksine kaygısı anne olmak ve böylece kemale ermek falan değil, cam tavan ve tuğla kafalı erkek yöneticilerin yükselttiği kariyer engellerini bir erkeğin omuzlarına / kafasına basıp hoppadanak aşmak falandır. Ancak bu yüksek atlama hali elbette her erkekle yapılabilecek bir iş değildir. Bunun için erkeğin hem söz anlayanı ve dinleyeni, hem de kariyerinde umut vadedeni gerekir. Bu erkeğin fiziksel bir değerlendirme ile asla bulunamayacağını ve üstelik atletik-jöleli-artist beyaz yakalı erkeklerin genellikle kifayetsiz-megaloman-depresif zamparalar olduğunu bilen kadın, tabiatıyla kel-göbekli-şüpheci erkeklere yönelir. Bunlardan hangisinin çakma hangisinin ise ele gelir olduğunu anlamak için 3 aşamalı bir planı uygulamaya koyulur. İlk adımda, tırnağım kırıldı veya bileğim burkuldu gibi bir çıtkırıldım mazeretle adaylardan kendisi için amale bir işi –mesela fotokopi çekmek falan- yapmasını rica eder. Bu işten tez elden kaçanlar, kadının gelecekteki merhamet talebi kılıklı türlü sömürülerini yemeyecek olduklarını gösterdikleri için elenirler. Böyle dolmuşlara her daim abone bedbahtlar için ise ikinci aşamaya geçilir. Bu adaylar için ofiste, bir-kaç kadını idare ediyormuş falan gibisinden sözde çapkın dedikoduları çıkarılır. Bu dedikoduya zerre kulak asmayanlarla bundan görülür beşlik simidi hazzı yaşayanlar, hiç manipülasyona gelmeme veya hepsine salata olma hallerinden dolayı elenirler. Bırakın ikici raundu, elli beşinci raundu bile hesaplayabilen kadın, manipüle edilemeyenlerin yönetilemeyeceğini –dolayısıyla ya varsa köylerinden kız alıp yoksa da tohuma kaçacaklarını-, kolay manipüle edilebilenlerin ise muhakkak karşılarına çıkacak daha güzel kokan ve orası-burası daha büyük-küçük bir rakibenin ağlarına kolayca düşeceğini bilirler. Kalan ise bu dedikoduya pek inanamayan ve ama ara sıra da ağzı kulaklarına varan garibanlardır. Son aşamada ise, künhüne kadınlardan gayri kimsenin eremediği bir hipnoz yöntemiyle ile kalan adaylara evlenme teklifleri yaptırılır. İlk iki aday kafadan elenir, zira bunlar -hızlarından belli- teklif işinde hızlanmış silahşorlardır, adrenalin peşinden sürünmeye ve süründürmeye mecburdurlar. Eğile büküle gelen ve diğerlerinden daha da kel-fodul zat ise tüm adayları geçmiş zavallı galiptir ki hiç beklemediği “evet” cevabını alınca girdiği renk ve şekil, her tür tarifin ötesindedir. Ofis içi kafesleme operasyonu işte böylece sona ermiş olur.

 

Erkeğe gelince, mal mal kafeslenmeyi beklemek dışında tüm bildiği, filmlerden apartılmış 90-60-90 ölçüleri, sarı saç-renkli göz standartları ve kadının melül melül bakmasının iyi bir şey olduğundan ibarettir. Türlü sıkıştırma-şişirme, boyama ve dubara teknoloji ve tekniklerinden bihaber olan bu düşük işlemcili koyu cahil, evliğinin ilk sabahında yanında bulduğu tombik, acilen pasta-cilaya ihtiyaç duyan çaçaronla ne işi olduğunu anlamaya çalışmakla kalan ömrünü tüketecektir. Vesselam, kalan her şeyi gibi erkeğin evlenme öyküsü de kısacık ve gayet de sıkıcıdır.

 

İşin özü, ofisler yerlileri için bile çok tehlikeli yerlerdir. En iyisi serada yetişmeyen ve turfanda da olmayan ürünlere yönelmektir. Zira mucize dediğin de hak edeni bulur.

2 Comments

Fri

19

Sep

2014

Beyaz Yakalının Çocuk Aşkı

Dünyadan anladığı ve beklediğiyle insanlık tarihinin en fukara halkasını oluşturan beyaz yakalının, çocuk hususunda da ışıl ışıl bir karnesi vardır. Anne olabilmesi vasfıyla kendisinden daha makul bir performans beklenen kadın beyaz yakalının erkeğinden tek farkı ise looserlığını daha organize ve -ne bileyim- daha güzel kokan bir şekilde ifa etmekten ibarettir. Bu, “al birini vur ötekine” algısındaki çarpıklık, her iki cinsin de çocuğu iyi görünen bir kariyerin parçası olarak görmeleridir.


Türlü araştırmalara göre temel sorun, bir olgunlaşma eşiği ve adam olmaya başlama süreci olan evliliğin bu zatı muhteremler tarafından tamamen yanlış anlaşılmasıdır. Buradaki kemale erme maksadını zerre anlamamış bu kıt akıllı güruh, evlenmeyi karlılık ve verimlilik amacı güden ve gözleri felfecir okuyan iki kurnazın şirket kurmasına indirgemişlerdir. Bu gayet sathi akıl “okulu bitirip işe girdik, para da yaptık, şimdi n’olacak” özetli yitik ve tamtakır bir gayesizlik ile birleşince, maksatlarının aksine hem verimsiz ve hem de meşakkatli bir yoldaşlık zuhur eder. Takıldıkları her bir çakıl taşında hemencecik boşanmayı telaffuz eden bu zevatın birlikteliklerini sürdürmelerinin tek nedeni ise, -süper bir şeymiş gibi anlatsalar da- sap gibi yalnızlık günlerini gayet iyi hatırlayıp yusuf yusuf daralmalarıdır. İşbu sebeple bir zamanı, cemiyet hayatında balayı indirimi ve prestij aranarak geçirirler. Tohuma kaçmış arkadaşlarını veya exlerini kıskandırırlar. Tek taş yüzükleri veya düğün saatleriyle her ortama girip kötü sitcomlar sahnelerler. Amma velakin, bu plastik bahar hızla solup yiter. Sonra, genişleyen-büyüyen-sarkan türlü bölgelerini ve düşen piyasa değerlerini fark edip her dara düştüklerinde yaptıkları gibi etraflarına mal mal bakınırlar. Şanslılarsa pencereden atlayan birinden hemen önce bir çocuğu hasbel kader fark ederler. Finalde ise bütün “faiyr tale” mutluluk hayallerini bir sabinin narin omuzlarına yükleyerek kıytırık depresyonlarından çıkarlar.


Malum hesap-kitap ve olunması istenen burç gibi hadsizliklerin ardından bir çocuk sahibi olurlar. Bu süreçte kadın bir yandan 4 boyutlu HD ultrason ve bebişe cebren klasik müzik dinletme gibi modern trendleri abanarak tüketirken, normal zamanlarında irrite olduğu “arkaik” aşerme-okutma-nazlanma falan gibi şeylerden de hiç geri kalmaz. Cinsiyetin belli olmasından sonra evin bir odası boydan boya pembe veya mavileştirilir. Evin içine de takriben 10 bebeği obez-bozuk konsantrasyonlu-hiper aktif yapacak cins ve evsafta %100 plastik ve polyester malzeme yığılır. Son adımda da böyle şaşkınlar için üretilmiş sözlükler marifetiyle bebeğe bir isim aranır. İsimle markayı birbirine karıştırılıp kimseciklerde olmayan bir isim bulma telaşına düşülür. Neticede de ortaya kimsenin bırakınız duymak, doğru düzgün telaffuz dahi edemediği garabet adlar pırtlamış olur. Maalesef, eli kocaman/uzun maşalı bir dedeye/neneye sahip olamamanın, çocuğun bir ömür boyu makara nesnesi olmasıyla sonuçlandığı ilmen sabittir.


Bebek dünyaya gelir. Anne sütü-sesi-şefkati ile ilgili vicdanlar organik gıda, İngilizce bilir bakıcı ve interaktif oyuncaklarla iyicene bir bastırılır. Baba zaten para kazanmak dışında oyunda değildir. Herkes işine döner, çocuk da büyümeye koyulur. Çocuktan çalınan zaman ile masaüstleri, telefon ekranları ve türlü sosyal medya çocuklu ve dolayısıyla da yemiş-yutmuş-olmuş performans fotoğraflarıyla donatılır. Mümkün her fırsatta çocuğun hayat anlayışını nasıl da değiştirip derinleştirdiği, insanı nasıl da kuvvetli falan yaptığı ve elbette nasıl da kendi çocukluğuna benzediğinden falan dem vurulur. Çocuk özel okullar, etütler ve kurslarla denetimli serbestlik yaşarken ezkaza gördüğü anne ve babasına “kim ulan bunlar?” minvalli yabanıl bakışlar fırlatır. Biraz daha akıllanınca bunların finansal sponsor olduğuna ayar. Al gülüm-ver gülümle mutlu aile tablosunu tamamlamak için çıkar karşılığı performe etmesi gerektiğini öğrenir. Bu bilgelikle de elbette ola ola bir beyaz yakalı olur. Bu esnada ebeveynler, estetik-kozmetik destekli bilmem kaçıncı baharlarını yaşayarak veya mutluluğu ev dışında her yerde arayarak, menopozlu-andropozlu bir başka standart depresyondan çıkmakla meşguldürler.


Çocuğu kendisinin geliştirilmiş bir versiyonu ve umutlarının hamalı kılmayan, ama sadece bir emanet olarak titrercesine taşıyanlar ise ortalıkta pek görünmez ve ama dünya da bunların yüzleri suyu hürmetine dönmeye devam eder. Bunlara, sahici dedeleri ve neneleri de dahil eder kariyer ve parayla işi olmayan doğru düzgün tüm kaynaklar.

0 Comments

Fri

12

Sep

2014

Arabalar vs. Benden İçeru

Eski zamanların at binmesiyle modern zamanların araba sürmesini aynı kefeye sokanlar, en hafif tabiriyle saçmalamaktadırlar sayın ve çok sevgili müşkülpesent okuyucular. Her şeyden önce at denilen muhteşem yaratık ile binicisi arasındaki ilişki, ikincisinin aksine bir araç-kullanıcı ilişkisi değildir. Öyle olsa idi binicisini sırtından atan veya ısıran at veya sahibinin ardından efkârdan ölen at vakıaları hiç olmaz idi. Vesselam at denilen mahlûkatın bir şahsiyeti vardır. İkincisi hiçbir süvari, kendinde olmayan ve sadece ata atfedilen bir değerle süper falan olmaz. Binicinin de değer olarak atın kıratında olması icap eder ve toplam değerlilikleri de en az değere sahip olana göre hesaplanır. Son olarak at, “hayvan” sınıfından olmasına rağmen bazı arabalı insanların aksine hayvanlık yapmaz. Mesela insanları bile bile çiğnemez, binicisi manyak da olsa korkutulmadıysa falan gemi azıya alıp ortalığı tarumar etmez. Hülasa araba sürmek ve bunun için gerekli araba sahibi olmak bambaşka ve dibine kadar modern bir hikâyedir ve bu yazı da modern insanın (elbette en önce ve pek önce beyaz yakalının) araba ile kurduğu acayip ve saçma sapan güç ilişkisi üzerinedir.


Öncelikle arabanın bir yere gitme, bir şey taşıma gibi fonksiyonel nedenlerle satın alındığı lafı güzafını bir kalemde geçelim. Yaptığı her işte amacı, kendisini daha değerli hissetmeye çalışmaktan ibaret olan modern insan bu nedenlerle araba sahibi olmaz. Toplu taşıma ve lojistik servislerini kullanır. Araştırmalara göre bu insan tip(siz)inin araba sahibi olmasının 3 temel nedeni vardır:

 

  • Bücür boyu veya gayet enli basenlerini, süper bir araba ile uzatmak veya daraltmak çabası.

 

  • Fizikten yana modern dünyadan geçer not alsa da akıl fukaralığını süper bir araba ile kapatma çabası.

 

  • Artık “güç” diye neresini bellemişse arabayı onun bir uzantısı görme ve süper bir arabayla gücünü uzatma-artırma çabası.

 

Nedenler ve sonuç arasında bu zevatın kurduğu ilişkinin akıllıca bir tarafı elbette yoktur. Ancak hemcinsleri nezdinde hedeflediği sonuçların oluştuğu, teessüf ve şaşkınlıkla müşahede edilmiştir.

 

Araba denen şey pek ucuz bir şey değildir. Hatta dünya rekortmeni vergi oranları falanla ülkemizde inanılmaz meblağlara satılmaktadır. Hal böyle olunca işin finansmanı da, tasarruf ve kanaat kültürüyle zerre ilişkisi olmayan beyaz yakalı için ciddi bir sorun haline gelmektedir. Genellikle başvurulan çare, “bugünkü lüzumsuz tüketimin için geleceğini gönül rahatlığıyla satma” diye özetlenebilecek tüketici kredilerine başvurmaktır. Bu gösterinin icra edildiği bankalarda her iki taraf da birer beyaz yakalı olunca, kredi şakkadanak çıkmakta, sakızlaştırılmış “seize the day” veyahut “carpe diem” lafızlarının anlamı “dibine kadar andan haz al, sonrasına bakarız” falandan ibaret olmaktadır.

 

Beyaz yakalının araba satın alırken arandığı özellikler, hayattan beklentileri ve hayat performansı hakkında ibretlik ipuçları vermektedir. “Koltuk Isıtma”, benim en önemli bölgem burasıdır ve asla üşütmeye-sıkmaya gelemem demektir. “Koltuk Hafızası”, balık hafızalı ve tembelin önde gideni olduğum için ben yatayım başkası çalışsın anlamındadır. “Park Pilotu”, gerçek hayatta öyle niteliksizim ki beni bana bıraksalar ortayı kırar dökerim, siz en iyisi beni güdün gitsin mealindedir. “Anahtarsız Çalıştırma”, güç denen şeyden anladığım basılacak düğmelerin önümde olmasından ibarettir, emek verip sorumluluğu almak gibi bir keyfiyet bende hiç yoktur şeklinde yorumlanmalıdır. “Çift Bölgeli Elektronik İklim Kontrollü”, bencilliğim öyle engindir ki değil insan olarak birilerini çekmek-taşımak, kıytırık sıcak-soğuk hava hususunda bile her daim şeyimin derdindeyim demektir. “Akıllı Saklama Bölümleri”, kendimi bir şey sanmak için o kadar çok takım taklavata ihtiyaç duyarım ve hiçbir şeyim yokken o kadar solda sıfır bir şahsiyetim ki bana çok şey ve yer lazım lafzındadır. “Bagajdan Fırlayan Ek Koltuk” -ki asla kullanılmaz-, yardımsever ve paylaşımcı olduğuna kendini inandıran sahtekârın önde gideniyim demektir. Son olarak “Açılır Tavan ve Bisiklet Takma Aparatı” ise, doğa insanıyım veya doğaya dönüş geyiklerinin şahbazıyım anlamına gelmektedir.

 

Vesselam işte bu şeyini sıkıp bir baltaya sap olamayan, hayatının hiçbir tarafının kontrolünü ve sorumluluğunu alamayan, keyif düşkünü ve bencillik abidesi, çıplakken hiçleşen, sözde empatik ve yalandan otantik müsvedde, sonunda arabasına kurulup dünyanın anasını ağlatmakta, köprü trafiğinin, karbon salınımının ve petrolle yapılan türlü zulmün esas müsebbibi olmaktadır. Öncelikle adam olmayı ve sorumluluk almayı gerektiren ve bu yüzden asla sahip olamayacağı gerçek güce sonunda sahip olduğunu zannederek, dipsiz ıssızlık ve tatminsizliğinde sürüklenmeye devam etmektedir. İşte tam bu esnada bir şoför de kamyonun arkasına şunu yazar: “Gönlünde yer yoksa ayakta da giderim.” veya Yunus’un dediği gibi:

 

      Senin aşkın beni benden alıptır

      Ne şirin dert bu dermandan içeru

3 Comments

Fri

05

Sep

2014

Sosyal Medya ve Yalnızlık Bahsi

Modern öncesi denen dönem, insanların bir ton çözümsüz sorununun olduğu ve ama mutmain olmak denen bir hikmetle efendi oldukları ve kaldıkları bir dönemdir. Takip eden modern dönem ise dünyayı çöplüğe çevirmiş etkinlik ve verimlilik, insanlığından çıkarmış takım çalışması ve kariyer, sonra da bildiğin sürüye tenzil ettirmiş pazarlama ve liderlik gibi modernizmin kendi kendine çalıp oynadığı uyduruk sorun ve kıytırık çözümlerinin dönemi olmuştur. Son olarak post modern dönem, selefi gibi anlamsız sorunlar yaratan, ama sonra pişkin pişkin kenara çekip “neye göre doğru” diyerek modern dönemi dahi aşmış, yani kendi pisliğini temizlemekten aciz bir “şahtım, şahbaz oldum” dönemidir.


İşte sosyalleşme ve sosyal medya denen sorun-çözüm ikilisi, modern ve post-modern dönemler arası pırtlamış bir hilkat garibesidir. Sorun diye nitelenen şey, insanın artık sosyalleşememesidir. Önerilen çözüm ise bir sürü teknolojik zımbırtıyla looser insanların birbirlerine doğru ittirilip kaktırılması, ardından bu sürüklenme neticesi bir araya gelmiş zevatın sosyalleştik sanrısıyla birbirlerine biraz daha sokuşmalarıdır. Bu yazının konusu selfie, re-tweet, like-dislike, yani proses sonrası aramak maksadı ile yutulan boncuğun bilgi-belgelerini yayınlama ile ifa edilen bu ibadet kıvamındaki performanstır.


Öncelikle bu fuzuli faaliyetlere iştirak edenlerin hepsinin evde kalmış veya kalmamış, lakin mutlu olmayı da becerememiş kadınlar ya da ufuklara ebleh bakışlarla dalmış, kendince derin, pek tabi yakışıklı ve ama kuvvetle muhtemel parasız – az paralı ve bir sürü kadını idare ettiğini zanneden erkekler olduğu doğru değildir. Bu bedbaht güruha, anlamsızlıktan dibine kadar sıkılmış ve sonuçta da bir şekilde bir şeye muhalif herhangi bir görüşe yamanmış, (ihtimal tuzu kuru) muhteremler de eklenmelidir. Durmadan köyünün / kasabasının pestilini-horonunu, yaylasını-baklavasını, dağını-taşını, börtüsünü-böceğini öven ve özlediğini söyleyen ve ama dönmeye hiç niyeti olmayan varoş ruhlu zatlar da, hem nefret edip hem de ilk fırsatta taklit peşinde olduklarından bahse konu muhteremleri izlemişlerdir. Son olarak bunlara, görünüşteki amaçları sadece tebliğ veya propaganda veya duruş falan olan, bittabi kendinden süper emin, esasen ise koftirik ve lüzumsuz meraklarından burunları necasetten çıkmayan her cinsiyetten “adam gibi adamlar” da eklenerek sosyal medyada sürülen ve sürüklenen profil çeşitliliğini tamama erdirmişlerdir. Beyaz yakalılar ise sayılan tüm gruplar içine dağılarak farklarını yine ve yeniden göstermeyi becermişlerdir. (Aferin onlara!)

 

Bu ciddi bir çeşitlilik ihtiva eden kokmaz-bulaşmaz-ama esasen “al birini vur ötekine” kitlenin temel faaliyetleri şu şekildedir:


  • Nedeni bilinmez bir kesintisiz pozitif imaj kaygısıyla eften püften şeyleri(ni) ve bu tip şeylerle ilgili kanaatlerini, herhangi bir otantikliği ve adabı olmayan şekil ve biçimlerde yayınlamak,


  • Diğerlerinin benzer saçmalıklarını uykusuz kalacak raddede takip edip hasetten kıvranmak, rakiplerini madara etmek özetli planlar-stratejiler falan kurmak,


  • Sonunda da takipçi, beğenme(ya da beğenmeme) veya profiline bakılma sayısı gibi ipe sapa gelmez performans ve hesaplarınca daha insan olma göstergeleriyle durduk yere mutlu veya mutsuz olmak.

 

Araştırmalara göre işte bu profiller dünyanın bütün psikiyatrist-psikolog, cep telefonu-tablet, anti-depresan-uyku ilacı, gişe rekortmeni film izleme-best seller kitap okuma talebinin %80’ini gerçekleştirmekte, kalan %20 ise bunlara hizmet edip hastalıklı bir şekilde zenginleşenlere ait olmaktadır. Aynı araştırmalara bakılırsa, bunların arasında yer almayan mesut ve mutmain erkekler ve kadınlar ise kâh bir çay bahçesinde kâh evlerinde veya dükkânlarında falan buluşarak veya zaten memleketlerinde bulunarak, dolayısıyla sosyalleşme gibi bir sorunları olmaksızın, yukarıdaki profillere zerre temas ve itimat etmeyerek ve elbette bu yazıyı da okumayarak güllük gülistanlık ve efendice yaşamaktadırlar.

 

- Bi dakka, çayım geldi de, bir de arkadaşım. Nasılsın Mehmet? Çoluk-cocuk iyidir, şükür. Efendim? Bizim dükkâna bir uğrarsın hallederiz. Gülümser teyzeye de selam söyle, ellerinden öperiz.

 

Siz hala burada mısınız? Yazı bitti.

4 Comments

Fri

29

Aug

2014

Tatil Bitti

Tatil evrensel insani bir ihtiyaç falan değil, bilakis gayet nevzuhur bir tasarımdır. Vakti zamanın “azıcık aşım, ağrısız başım” veya olmadı “sofra varsa yanaş, sopa varsa kaç” bilgeliğinin yerini almış “ihtiyacın olmayan bir ton şey için eşek gibi çalış, sonra da öl” sahtekârlığının mütemmim cüzüdür. Tüm anti-depresanlar gibi amacı da tedavi etmek değil, olası bir aymayı bastırmaktır. Bilmem kaç aydır anlamsızca ve biteviye çalışıp duran beyaz yakalının, “yeter yahu, ben insanım” deyip şalteri attırması riskine karşı önleyici bir tedbirdir. Ancak patronların bu tip endişeleri yersizdir, zira beyaz yakalının var olabildiği tek yer işyerindeki ekranın önü ve öğlen aralarında topuk kalçada koştuğu kahve zincirleridir. Nitekim beyaz yakalının türlü tatil performansları, bu gerçekliği tüm vahametiyle ortaya koymaktadır:

 

• Binbir uçak ve transfer işkencesiyle koluna tasmamsı bir şey taktıkları her şey dâhil bir yerlere git. Maliyet kaygılı ucuzcu içecek ve yiyeceklerle tabağını tepeleme, göbeğini enlemesine doldur. Şımarık çocukların zulmüne, insanı maymun eden animasyonlara ve hepsi kendini seçilmiş sanan bir dolu kalabalığa maruz kal. Dışarı hiç çıkma, her şey dahil diye içkinin veya kahvenin dibini bul ve mideyi göçert. Her Allah’ın günü çakma Türk hamamında kese-köpük masajı yaptır ve damarlarının net bir şekilde görülmesini sağla. Dönüşte “%30 fazla bilet satma hakkımız var” özetli deklarasyonla sonraki uçağı bekle. Bronzlaşacağız diye ekose yanmış ten ve anlaşılmaz bir şekilde büyümüş eşek yükü bavul işkencelerine katlan. Durmadan “ne dinlendik ama ne dinlendik” diye temrin et. Türlü sosyal medyaya bol güneşli, denizli, gülücüklü fotoğraflar serp. İşe turşu gibi dinlenmek için dön, kimseler görmeden bilgisayar ekranını 3 kez öp, “şükür kavuşturana” diye mırıldan, en yakın zamanda bir diyetisyene koş ve “vücudum çok su tutuyor” diye hayıflan.

 

• Alternatif tatil niyetine, kendi memleketinde ebleh turist muamelesi göreceğin türlü dağ, bayır, kırsala koşturarak git. Alternatif olacak diye ana yol yerine ara yollara sap, arabanın canına oku. Gerçekten yaşıyorum sanrısıyla kendini doğaya, ota, böceğe vur. Gördüğün her eski evin, yıkık köprünün, ahırın, ineğin, sineğin fotoğrafını çek. Ne çekiyorsun birader diye üstüne yürüyen adamdan kaç. 20 yıldır zerre iletişimin olmayan askerlik arkadaşını ara, bul ve adam seni hiç hatırlamasa da 40 yıllık can dostlarız pozlarına yat. Misafirdir diye sana tahammül eden bu merhametli insana organik tarım-hayvancılık-arıcılık üzerine ahkâm kes, sunduğu her şeyi “yememek ayıptır” deyip tüket ve bağırsakları iyi bir boz. Bulduğun kasaba oteli veya köy misafirhanesinde her yere sivrisinek ve tahtakurusu ilacını bocala. Gece durup durup ne kadar çok yıldız varmış aslında diye biteviye nutuk çek veya cırcırböceği sesleriyle içlen. Bir-iki inek beslemeyi, küçük bir yer alıp domates falan yetiştirmeyi, hülasa doğaya kaçıp mutlu olmayı boş yere düşle. Önüne gelen her tezeğe bas, dikenli çalıları söküp şifalıdır diye kaynatıp iç, tarladaki fareyi-kargayı-yılanı sözde National Geographic adamı sıfatıyla taciz et. Ama tarihi hep hatırla, günü hep bil, cep telefonu ve internet için sinyal yakalamaya hep çalış. Dönüşte organik diye bol şekerli balı, normalde hayvan yemi olacak meyveleri ve evde yetiştiririm diye kökünden söktüğün gariban 3-5 habitatı topla, bagaja tık. Sonra da işte turşu gibi işe dön, klavyeyi öp, başının üstüne koy, arabayı da servise gönder.

 

• Yurtdışı 10 gün 9 gece şehir turlarına katıl. İngilizceyi aslında zerre bilmediğini teessüfle ve ama kimseye çaktırmadan fark et. Rehberin salladığı çubuğu kaybetmemek için bir an bile gözünü kırpma, adamın dediklerini de kesin dinleme. Arada etrafın temizliğine bakıp bakıp, “almazlar bizi tabi AB’ye” falan de. Kazıklanmayalım diye uçak koltuğunun bacak arası aralığını ölç, otelin yıldızlarını say. Yine de kesin kazıklanmışızdır diye uçaktan dandirik battaniyeyi, otelden de havluyu arakla. Şehrin meydanındaki kafelerde oturan sakin ve kaygısız insanlara, kırmızı ışıkta kimsenin geçmemesine, bir sürü insanın bisiklete binmesine imren. Ama sakın Starbucks’da falan kartondan kahve bardağınla elit-yalnız-havalı havası atmaya çalıştığını, trafik polisine terennüm ettiğin “sarı yanıyordu” geyiğini, bir gazla alıp balkonunda çürümeye terk ettiğin 21 vitesli bisikletini ve üzerine ellerini zor kavuşturduğun göbeğini hatırlama. Müze ziyaretinde sanattan pek de anlarmışsın pozlarına yat, herhangi bir sanat değeri olmayan merdivenin, kapının ve pencerenin fotoğrafını çek. Artık oradaki en meşhur eser neyse onunla bir selfie yap ve düşmanlar çatlasın diye facebook a servis et. Sonra otelde bazı eşyalarını unut (Allah’ın sopası yok), free shop’ta sanal ihtiyaçlar yarat ve pasaportunun imkan verdiği her haltı “taksitle öderim ya” diye satın al. Sonra da işte turşu gibi işe dön, klavyeyi ağlayarak öp, başının üstüne koy, böyle bir süre gez, Internet’ten de uykuda İngilizce öğrenme seti al.

 

Hadi hepsini anladık da, işe döner dönmez erken rezervasyon fırsatı var mı diye tatilbohçası.com’a girişini ne yapacağız birader / bacım? O zaman bu lafım patrona: Vurun abalıya, hem sopayı hemi de semeri.

5 Comments

Fri

04

Jul

2014

Sezonu Kapattım, Eylül'de Görüşmek Üzere...

Fri

27

Jun

2014

Göçmen ve Göçmeyen Kuşlar Üzerine

Göçmen kuşlar, adları üstünde göçerler. Göçme nedenleri de malumunuz rızıklarını kazanmaktan ibarettir. Gittikleri hiçbir yerde göçmen oldukları için yüceltilmezler. Bizzat kendileri de bu göçmenlik hallerine özel bir önem atfetmezler ve bu halleriyle gurur falan duymazlar. Mesela daha uzun uçabildikleri için ya da ne bileyim renklerinden ötürü falan ayrıcalıklı ya da “daha kuş” olmazlar. Haddizatında kuşturlar çünkü ve mevsimsel şartlar falan gibi zorunluluk halleri nedeniyle göçüp dururlar. Göçmeyen kuşlardan daha kültürlü, daha güzel, daha çalışkan veya daha modern falan oldukları gibi garip söylenceler de kuş meclislerinin konusu olmaz.

 

Göçmeyen kuşlar ise, adları üstünde göçmezler. Rızıklarını bir şekilde göçmeden de kazanabilecek durumdadırlar. Göçmeyip tekkeyi bekledikleri için kimse onlara çorba falan vermez, zaten sanırım çorba da içmezler. Bizzat kendileri de bu göçmeme hallerine özel bir önem atfetmezler ve bu halleriyle gurur falan duymazlar. Mesela kıştan korkmadıkları için ya da ne bileyim varsa “abi zaten geri döneceğiz, niye tee oralara gidelim” gibi bir hayat bilgisinden ötürü falan ayrıcalıklı ya da “daha kuş” olmazlar. Haddizatında kuşturlar çünkü ve mevsimsel şartlara göğüs gerip göçmezler, kalırlar. Göçen kuşlardan daha dirençli, daha köklü, daha yerli veya daha organik falan oldukları gibi garip söylenceler de kuş meclislerinin konusu olmaz.

 

Göçmen kuşlar, geldikleri yerde daha yüksek binaların veya daha çok makinenin olmasına göre falan özel bir muamele görmezler. Kimse onları bize teknoloji ve kültür getirecek falan diye kapılarda karşılamaz. Hepsi hepsi ilkbaharı muştuladıkları için ince bir tebessüme vesile olurlar. Ortada göğüslerini gere gere biz göçmeniz diyerek gezdiklerini gören olmamıştır. Sade göçmen olmalarından dolayı daha fazla şeyi hak ettiklerini falan da zannetmezler. Bildiğin kuş faaliyetleri olarak göçmeyenlerle birlikte solucan, kurbağa, balık falan avlarlar ve yavrularını büyütmekle iştigal ederler. Kendilerini özel falan hissetmezler, kendilerini kuş gibi hissederler. Belki mavi gözlü olanları vardır, ama sarışın falan değildirler. Olsa da olmasa da işte kuşturlar ve olup-olmamasına kahırlanmazlar ve bundan bir onur da çıkarmazlar.

 

Göçmeyen kuşlar ise, kaldıkları yerde daha alçak binaların veya daha az makine olmasına göre falan ikinci sınıf olmazlar. Kimse onları düşük teknolojili veya düşük kültürlü gibi saçma ithamlarla yermez, suçlamaz. Hepsi hepsi etrafta olmalarıyla ince bir tebessüme ve karlı günlerde falan iyi insanların merhametine vesile olurlar. Ortada göğüslerini gere gere biz göçmeyiz diyerek gezdiklerini gören olmamıştır. Göçmemelerinden dolayı daha az şeyi hak ettiklerini falan da zannedilmez. Bildiğin kuş faaliyetleri olarak bir zaman göçmeyenlerle birlikte bir zaman da yalnız solucan, kurbağa, balık falan avlarlar ve yavrularını büyütmekle iştigal ederler. Kendilerini özel falan hissetmezler, kendilerini kuş gibi hissederler. Belki mavi gözlü olanları vardır, ama bunlar da sarışın falan değildirler. Olsa da olmasa da işte kuşturlar ve olup-olmamasına kahırlanmazlar ve bundan bir onur da çıkarmazlar.

 

İş, göçmen ve göçmeyen insanlara gelince ise pusula sapıtır. Durduk yerde kendi kendilerine gururlanmada veya yerinmede kimse bunların eline su falan dökemez. Kimi Balkan-Selanik-Girit göçmeni olmanın kendilerine lig atlattığını düşünür, kimi yedi göbek İstanbullu, İzmirli veya bilmem nereli olmaktan anlaşılmaz bir üstünlük hissine kapılır, kimi de başka bazı yerlerden olmaktan üzülür ve kendini sürekli nedensiz özür dileyen bir halde ikinci sınıf olarak bulur, hisseder. İnsanlar bir tuhaftır vesselam.

 

Bir haksızlığı düzeltmek iyi olabilir: Kimdir kuş beyinli olan, kuşlar mı?

Fri

20

Jun

2014

Strateji Denen Okuyup Üfleme

Strateji, gariban ve modern iş dünyasının tanıştığı en büyülü kelimelerden biridir. Gerçekten ne anlama geldiği bilinmeyen bu kavram, kullanıcısının niyetine göre çok farklı anlamlar kazanabilen sanki mübarek bir tılsımdır. Batan şirketinden ha gayret son paraları tırtıklamaya çalışan kendince hamaset ustası patrondan, aslında tek dileği bir üst kattaki koltuğu oturmak olan ikbâlperest ve saçları ful jöleli yeniyetme beyaz yakalısına kadar herkes bu kelimeye âşıktır. Yeni transfer olduğu şirkette sürekli ağır ağabey takılmanın her sorunu çözeceğini sanan tamtakır müdürden, hasbelkader yaptığı üç otuz paralık ilk ihracatıyla Forbes 500’e girme düşlerine yatmış ve yerel radyoya “ekonomik konjonktür” açıklamaları yapan KOBİ’sine kadar herkes bu kelimeye abonedir. Herkes, bu kelimenin söylendiği anda muhatabı bir tür büyü altına alıp şakkadanak ikna edeceği konusunda hemfikirdir. Bu yazının konusu ise, ölçek veya anlayış itibarı ile KOBİ olan / kalan firmalarda, danışmanlar eşliğinde stratejinin nasıl hızla oluşturulduğudur.

 

Bu danışmanların gelmesinden hemen önce ortalık iyice bir toplanır. İyi bir intibaının daha iyi bir strateji oluşturma anlamına geleceği konusunda örtülü bir mutabakat mevcuttur. İşe, santralde oturan hanıma birkaç gün sakız çiğnenememesi ve saçlarını fönletmesi tembihlenerek başlanır. Ardından şirketin çaycısı ve şoförüne ucuz ve bir örnek takım elbiseler alınır. Normal zamanlarda çay, Türk kahvesi, hadi bilemedin neskafeden başka bir şey bulunmayan çay ocağına soda, kola ve birkaç çeşit meyve suyu alınır. Herkes birbirine Hanım ve Bey diyerek hitap etmeye başlar. Para varsa, toplantı odasındaki koltuklarının yüzü ve artık martavalı iyice çekmiş emektar projektör falan değiştirilir.

 

Büyük gün geldiğinde toplantı masasına birkaç tabak kuru pasta, yakındaki kırtasiyeden alınıp üzerine stickerla şirketin logosu yapıştırılmış defterler ve pilot marka kalemler konulur. Amaç, işte biz her gününü böyle karbonhidrat tüketerek geçiren kalem-kağıda aşina, varsıl, başarılı ve şişko bir şirketiz, dolayısıyla en zor stratejiler bile bize çocuk oyuncağı gelir demektir muhtemelen. Danışmanlar Sütçü İmam veya Süleyman Demirel Üniversitesinden mezun olup bir şekilde Malta’dan İngilizce eğitim veya MBA derecesi almış, esasen masanın öbür tarafında oturanlardan bir farkı olmayan gayet yerli ve düzgün insanlardır. Ancak kaptıkları tuhaf bir virüs veya şizofrenik bir rahatsızlık, hepsinin de köye paraşütle atılmış New York’lu veya Marslı biri performansı göstermesine sebep olacaktır. Danışmanlar ne kadar yüce, soğukkanlı, entelektüel ve aynı zamanda espritüel olduklarını gösterme yarışındadırlar. Şirketi temsilen toplantıya katılan seçme birkaç müdür ise bu konuda ne kadar bilgili ve modern olduklarını falan göstererek şirketin esas üretimini gerçekleştiren yerlileri aşağılamak ve böylece lig atlamaya çalışmakla meşguldürler. Patron, artık nereden öğrendiyse “güzellerin hası geç gelir erken çıkar” irfanının lüzumsuzca iş dünyasına uyarlanmasından peydahlanmış bir uyanıklıkla toplantıya bilerek gecikir. Gelmesiyle başlayan kartvizit değiş-tokuşları ve herkesin birbirine karşı uyguladığı “salon adamıyım” özetli seremoni, patron içeri girdikten sonra 100'e kadar saymasını bitirmiş şirketin emektar çaycısının içeri dalmasıyla sonlanır. Aksanı İstanbul Türkçesini daha bir andıran ve güzelce patron sekreteri eşliğinde herkese ne içeceği sorulur, çaycı ise biteviye soda da var kola da var meyve suyu da var deyip durur.

 

Girizgâhtan sonra danışmanlar, herkesi uyutan ve dandirik Amerikan esprilerine kimsenin nezaketen bile gülmediği bir sunum yapıp ağızlarındaki baklayı, büyülü strateji oluşturma metotlarını ortaya dökerler. Bunlar SWOT Analizi, Pazar Payı Matrisi ve Rekabet Avantajı Matrisidir. Danışmanlar her bir metodu kısaca açıkladıktan sonra patronu ve şirket müdürlerini konuşturmaya çalışırlar. Amaç sözüm ona katılımcı bir ortam falan yaratmaktır. Şirket müdürlerini konuşturmak için danışmanların arasına, bilgi ve deneyiminden ziyade insanı sersemleten alımı nedeniyle sokulmuş, yeni mezun ve çok güzel ve uzun ve mavi gözlü bir genç hanım danışman da gerektikçe kullanılır. Metot bazında gidersek olaylar şöyle gelişir.

 

• SWOT Analizinde şirket müdürleri, şirketin güçlü yanları ve şirketi pazarda dört gözle bekleyen fırsatları ballandıra ballandıra anlatmaya ve durmadan patronla göz göze gelmeye çalışmaya doyamazlar. İş zayıflıklar ve tehditlere gelince, şirket müdürleri patronun haşin bakışları altında dut yemiş bülbüle dönerler ve “en kötü özelliğim dürüstlüğüm” diye saçmalayan bir ünlü bozmasının performansını yinelerler. Bu aşamada devreye giren danışmanlar her yerde kullanılabilen ve hiçbir işe de yaramayan şeyleri, zayıflık veya tehdit olarak alelacele yazdırırlar. Arada toplantıya paldır küldür giren şirket çaycısı patronun kulağına eğilip sodanın bittiğini, biraz daha soda almaları gerektiğini söyler ve patrondan onay alınca da ciddi ve muzaffer bir ifadeyle odayı terk eder.

 

• Pazar Payı Matrisinde danışmanlar, şirketin iştigal ettiği pazarların büyüme trendi ve şirketin buralardaki pazar payı oranlarına göre oluşturulmuş bir matriste adlarına İnek, Yıldız, Soru İşareti ve Köpek denen şeyleri anlatırlar. Müdürler şirketin tüm işlerini, her ikisinde de şirketin yüksek pazar payına sahip olduğu ve parası bol büyümesi düşük İnek tipi ya da parası az ama gelecek vaat eden Yıldız tipi işler olarak özetlerler. Ardından da patronun tasdik bakışlarını aranırlar. Gelecek vaat etse de şirketin pazar payının bulunmadığı Soru İşareti tipi ve ne büyüme ne de para vaat eden Köpek tipi işlere kimse bir şey yazdırmaz. Köpek tipi işlerinin şirketten sadece para sömürdüğünü anlayan patronun aklına nedense karısı ve hayta oğlu gelir. Neyse ki tam o sırada odayı basan çaycı patronun kulağına şoförün bütün kolaları “zıkkımlandığını” ispiyonlayarak hem aferin hem de yeni kola alma izni ister. Her ikisini de alır ve zıplayarak odadan çıkar.

 

• Son olarak Rekabet Avantajı Matrisinde danışmanlar şirketin, düşük maliyete veya ürün farklılaştırmaya odaklanması gerektiğini söylerler. Şirket müdürleri burada da suskunluklarını korur. Danışmanların beyin fırtınası söylemleri ve genç hanım danışmanın “patron kimseye bir şey demeyecek bana söz verdi” yollu bol gülücüklü yüreklendirme çabaları da işe yaramaz. O sırada, artık patronun kulağına abone olmuş çaycı içeri paldır küldür girerek, sekreterin ucuz diye aldırdığı meyve sularının son kullanma tarihinin geçmiş olduğunu dehşetle fark ettiğini pısıldar. Patronun “bir şey olmaz, zaten bir ton para harcadık” laflarını ise şaşırtıcı bir hızda kanaatini değiştirerek ve parlayan gözlerle tasdik eder. Meyve suyu ikramını yapmak için çay ocağına bale adımlarıyla döner. Şirket müdürlerinin korkularından konuşamayacağını zaten bilen patron, -artık nasıl olacaksa- düşük maliyetli ve ama faklı ürünlerle pazarda lider olacaklarını söyleyerek stratejik durumlarını bir güzel özetler. Şirket müdürleri de adamı lüzumsuz yere ve uzun uzun alkışlarlar, danışmanlar da jantiliklerini bozmadan bu şölene soğukkanlı bir şekilde katılırlar.

 

Finalde danışmanlar, kullanıma her an amade şablonlarındaki şirket ismi bölümünü Replace All / Hepsini Değiştir marifeti ile değiştirirler. Nedense hep PDF formatındaki sonuç raporlarını patrona sunarlar. Akşam uçağına yetişmek için alelacele yola çıkma arzularını münasebetsizce belli ederler. Patron, adamları havaalanına yetiştirecek şoföre “sonra görüşeceğiz” manasında kötü kötü bakar. Misafirlerini kapıya kadar uğurlayarak hem mesaiyi hem de olmadığı gibi biri görünme çabasını kendi ve tüm şirketi adına nihayetlendirir.

 

Evine geç ve ama kucağı türlü içeceklerle dönen çaycı karısına, patronunun yeni ve paralı birileriyle meşrubat işine gireceğini, meşrubatın markasının da “SITIRATECİK” olacağını söyler. Ecnebi kelimelerin meşrubat fiyatını otomatikman artıracağını bilmiş bilmiş açıklar. Neden sonra “patron şoförü kovacak gibi, bizim yeğeni haberdar edelim” diye büyük haberi verir ve ekler: “sekreterin durumu da sallantıda, ama biraz beklemek lazım.”

Fri

13

Jun

2014

Beyaz Yakalının Kâbusu: İdari İşler

İdari İşler, hiper-modernleşmesinden sonra zamanın Personel Müdürlüğünün açıkta kalmış gariban çocuğudur. Ailenin daha iyi okullarda okumuş ve elbette sarışın-mavi gözlü yıldız çocuğu İnsan Kaynakları, bu parçalanmadan afili bir şekilde ve üstelik pozitif imaj basamaklarını da üçer-beşer tırmanarak çıkmayı başarmıştır. Hatta öyle zamanlar yaşanmıştır ki herhangi bir şekilde “İnsan Kaynakları” lafzını cümle içinde kullanmak insana eşik atlatmış ve bir anlığına şöhret kılmıştır. Neyse ki ülkede her şeyin katili ve ilacı olan KOBİ’ler bu kavramı da kısa sürede tüketmeyi başarmış ve İnsan Kaynakları da KOBİ’lerin el attığı Toplam Kalite Yönetimi, Yalın Üretim veya Six Sigma kavramları gibi hızla pespayeleşmiştir. İdari İşler ise doğuşundan itibaren sürünmeye yazgılı olduğu için KOBİ’lerin bile ilgi alanına girememiş, “yumuşak” beyaz yakalı erkeklere göre daha bir sapına kadar erkeğiz avuntularıyla kuyruğu dik tutmaya çalışmıştır. Kısa bir süre, nihayetinde ucuza sömürü amaçlı Dış Kaynak Kullanımı modasıyla bir tür patron haline gelme yanılsamasını yaşamış ve herkese “ne oluyor yahu” dedirtmişse de, nihayetinde mavi yakalılarla beyazlarınki arasındaki tampon bölgede ikincileri lehine “bodyguard” rolünü gören ikincil konumundan kurtulamamıştır. Ağzıyla kuş, burnuyla sinek ve kulaklarıyla martı tutsa bile bu hazin durumdan çıkamayacağını anlayan İdari İşler çirkefleşmiş ve bu halinden sorumlu tuttuğu beyaz yakalılara da kan kusturmaya yemin etmiştir. Modern zamanların akla ziyan ve insanı hayata karşı koruma özetli lüzumsuzlukları da aranan araçları ziyadesiyle eline verivermiştir.

 

İdari İşlerin temel saldırı ve savunma araçları giriş-çıkış kontrolleri, yangın tatbikatları ve bakım-temizlik faaliyetleridir. Beyaz yakalıların, özellikle canlarının en fazla yandığı üçüncüyü bunların elinden alıp kendilerinden başka kimseye zararı dokunmayan bilgi işlemcilere verme stratejileri kısmen başarılı olmuştur. Telefonlar, fotokopi makineleri ve yazıcılar asosyal bilgi işlemci arkadaşların mahirliği pek de şüpheli ellerine teslim edilmiştir. Beyaz yakalının olduğu herhangi bir yerde verimlilik ve etkinlik gibi bir amaç olamayacağı için de artık çalışamayan bu ıvır zıvır alet-edevat kimsenin umurunda falan olmamıştır. Amaç “Laz’a zarar olsun” veya İdari İşlere yaramasından ibarettir. Ne yazık varılan bu sonuç İdari İşlerin daha bir köpürmesinden, pazılarını şişirip şişirip parmağını tehdit yollu sallamasından başka bir gayeye hizmet etmemiştir. Üstelik bir zamanlar kimsenin takmadığı ve varlık-yoklukları farksız olan bilgi işlemciler de hedef tahtasına oturtulmuş, bu garibanlar gereksiz temizlik veya ortalığı şey götürmesinden soğuk kahvelere ve bozuk klimalara kadar neden olduğunu anlayamadıkları türlü sillelere biteviye maruz kalıp durmuşlardır.

 

Herhangi bir işe yaramasa da, İdari İşler gibi gerçekten ter döküp emek verenler ile oturduğu yerden sırf güzel kokup konuşmasıyla önemli adam olduğuna inanan beyaz yakalılar arasındaki fark elbette kısa sürede ortaya çıkmıştır. Güvenlik girişlerinde kâh X-Ray’den geçerken üstündeki metallerden dolayı türlü azarlara maruz kalan kâh aslında bir kumpas olarak zaten hemen bozulacak şekilde imal edilmiş giriş kartlarının çalışmamasıyla içerde-dışarda mahsur kalarak fıkra konusu olan beyaz yakalılar, bu savaşın galibi olamayacaklarını anlamışlardır. Beyaz yakalılar, insan muamelesi görmek için İdari İşler ile herhangi bir takas imkânından da, “Allah aşkına bir beyaz yakalının hiçbir değer üretmeyen mesaisinin sonuçlarına kim ihtiyaç duyabilir ki” gerçeğiyle yoksun kalmışlardır. Her dertlerinin ilacı olan balık hafıza, bükülemeyen bileği şapır şupur öp ve korkutulunca celladına âşık ol alışkanlıklarıyla bu badireden sıyrılmayı denemişlerdir. Ancak vakti zamanında üstüne yapıştırılmış “yakışıklı ve ama bildiğin fakir, üstelik çağdaş görünümlü de değil” yaftasını unutmayan İdari İşler, başlarına geçmiş çatık kaşlı ve kimseyi dinlemez emekli albayın koordinasyonunda yok yangın tatbikatlarında yok zorunlu ilk yardım ve deprem eğitimlerinde beyaz yakalıları aralıksız sopalamayı bir ibadet kıvamında icra etmeyi sürdürmüşlerdir. Bu faaliyetlerini temizlik ve bakım kisvesinde türlü engelleyici, hakir görücü ve rahatsız edici eylemlerle abartmakta da hiçbir beis görmemişlerdir. Çok istediklerinden değil de şeylerinden uydurdukları “şirket bir ailedir” uyduruk inancının gereği olarak İdari İşleri piknik, parti ve takım çalışması gibi toplu etkinliklere çağırmak mecburiyetine kalan beyaz yakalılar kâh halı sahada 1–25 yenilerek, kâh Kasap Havası eşliğinde kalça menzilinin içinde kalma bedbahtlığına uğrayıp sağa sola savrularak ve kâh da askeri eğitimden geçmiş İdari İşlerin inanılmaz disiplini neticesi tüm soft eğitim oyunlarında sürekli ve kesintisiz rezil rüsva olmuşlardır. Devşirme yöntemi ile İdari İşlerin has elemanlarını takımdan koparmak çabaları da rahmetli Cem Karaca’nın “İşçisin sen işçi kal, giy dedi tulumları” şarkısı eşliğinde akamete uğramıştır. Beyaz yakalılara kalan tek şey ise “neden ben, neden ben” hayıflanmaları eşliğinde kafayı duvarlara duvarlara vurmak ve ama her fırsatta güzel kokmaya-görünmeye-gülmeye devam etmek olmuştur. “Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi” irfanından zerre pay almamış beyaz yakalılara, İdari İşler zulmü müstahak değildir de nedir efendim?

 

O zaman: “Yaşasın İdari İşler”.

Fri

06

Jun

2014

Yaratılmış Gerçekliklerle İnsaniyet Namına Nasıl Eğlenilir

Modern insan her bir hayatın biricik olduğunu unutmuştur. Her insan tekinin kendi üzerinde hak ve sorumluluk sahibi olduğunu unutmuştur. İnsanın en ve tek değerli şeyinin kendi emeği olduğunu unutmuştur. Mutluluğun formülsüz ve resimsiz olduğunu unutmuştur. Bunca unutkanlığı şablonlar ve trendlerle kapatmaya çalışmıştır. Hiçbir şeyin öznesi olamamasını, sosyal medya performansları ve sürekli başarılı görünme çabalarıyla örtmüştür. Mutluluğu ısrarla dışarda aramış, mutlu edilmesi sorumluluğunu ailesine, işine ve arkadaşlarına vermeye kalkmıştır. Bunlar işe yaramayınca da meşrebine göre ya psikiyatristlerin ve anti-depresanların ya da sahte adrenalin ve afrodizyakların peşine düşmüştür. Vesselam modern insanın dünyası sıkıcı ve çorak bir yerdir.

 

Bu dünyada gerçek, şeylerin ne değil nasıl göründüğünden ibarettir. Algıya ve dolayısıyla imaja verilen bu yüksek kıymet, gerçeğin de kolayca manipüle edilebilen bir şeye dönüşmesine yol açmıştır. Laciler-tayyörler, kozmetik endüstrisi, türlü elekronik iletişim zımbırtıları, arabalar, kartvizitler, hülasa imajı yaratan her şey birer manipülasyon aracına dönüşmüştür. Gerçekte ne olduğuna bakılmaksızın nasıl göründüğünü “iyi” yönetebilen herkes ve her şey başarılı ve süper olmuştur. Ama bu yüzeysel süper insan hali, anlık ve kolayca sönebilen mutluluklardan başka bir şey vermemiş, modern insan kendisiyle baş başa kaldığı ilk andan itibaren sıkılmaya ve anlamsızlığın sığ sularında boğulmaya geri dönmüştür. Çare, herkesin kendisi için bulması gereken bir şeydir. Bu yazının konusu ise bir çare sunmak değil bu tırıvırı gerçeklerle nasıl eğlenileceğine dair bazı önerilerde bulunmaktır. Umulur ki bu önerilerden bir-ikisini hayata geçiren beyaz yakalı, bu kofti hayattan soğur ve ciddi ciddi insan olmakla ilgilenmeye başlar. Buyurun efendim:

 

1. Kallavi bir özgeçmiş hazırlayın. Eğitim ve iş deneyimi bölümlerini kimsenin bulamayacağı veya muhatap alınmayacağı uyduruk veya anlı-şanlı eğitim kurumları ve şirketlerle doldurun. İsim ve iletişim bilgileri için, zıplaya zıplaya gezen bir başka beyaz yakalıyı kullanın ve özgeçmişi her yere gönderin. Alternatif senaryoda kendi isim ve iletişim bilgilerinizi kullanın. Bakalım n’olacak.

 

2. Sağda-solda sosyalleştiğiniz uyduruk yerler için (mesela gym, kahve zinciri, bilmem ne toplantısı vesaire) afili bir kartvizit bastırın. Kartvizit için paraya kıyın. Unvan olarak şunlardan birini kullanın: “Sosyal Medya Gurusu”, “Yaşam Koçu”, “Kişisel Çatışma Çözüm ve Uyum Uzmanı”, “Tinsel Doyum Moderatörü”, “Haz Realizasyon Mediatörü” veya “Ritm ve Görsel Algı Gelişim Uzmanı”. Eninde sonunda sizi arayacak olanlara da bolca yabancı kelimeyle dolgu yaparak zırvalayın. Bakalım n’olacak.

 

3. Gıcık olduğunuz müdürünüzün adına bir istifa dilekçesi yazın. Metinde diğer gıcık olduğunuz kişileri istifa nedeni olarak kullanın ve bunlara ilişkin gerçek olmayan saçma-sapan detaylar verin. Mesela “abartılı kontrast giyim alışkanlığı veya tutarsız saç boyası rengi seçimlerinden dolayı ortamın görsel hijyenini bozmaktadır” gibi. Bu dilekçeyi yanlışlıkla unutulmuş havası ile yazıcı veya fotokopide bırakın. Bakalım n’olacak.

 

4. Havasından geçilmeyen bir beyaz yakalıya, havasından geçemediği şey ile ilgili uyduruk bir kurumdan bir plaket hazırlatın. Bunda çok paraya gerek olmaz merak etmeyin. Bu plaketi yine profesyonelce bastırılmış bir ödül töreni davetiyesiyle birlikte DHL ile falan bu arkadaşa gönderin. Alternatif bir metin olarak bu arkadaşa sıkça alışveriş yaptığı bir tekstil zincirinden “en iyi giyinen erkek / kadın” gibi bir ödül de gönderebilir, ödülün de mağaza kameralarının izlenmesi suretiyle bağımsız modacılar tarafından verildiğini yazabilirsiniz. Bakalım n’olacak.

 

5. İşe 3 gün üst üste inanılmaz bakımlı bir marka ikonu olarak gelin ve kimseyle pek konuşmayın. Yine bu 3 gün üst üste herkesin ortasında ve sözde kısık bir sesle sahte ve mümkünse İngilizce telefon görüşmeleri yapın. Size kulak kabartmaya çalışan birkaç kişiye tırışkadan “yakında çok ilginç şeyler olacak” gibi belirsiz ve ama merak kabartan laflar edin. Sonraki iki gün izin alın ve takip eden bir gün de işe sahte olduğu anlaşılacak bir rahatsızlık mazeretiyle gelmeyin. Geldiğinizde de hiçbir şey olmamış gibi rutininize geri dönün. Bakalım n’olacak.

 

6. Bunda bir arkadaşınıza ihtiyacınız olacak. Belirli bir gün şirkete önemli bir head-hunterın sıradan bir ziyaretçi veya müşteri gibi geleceği ve önemli bir proje için yönetici avına çıktığı dedikodusunu yayın. Soranlara bunu bir sosyal medya mesajından gördüğünüz ve ama neden sonra mesajın silindiği masalını okuyabilirsiniz. O gün, malum arkadaşınızın şirkete süper lacilerle gelmesini ve iş arkadaşlarınızı ofislerini gezmesini sağlayın. Bakalım n’olacak.

 

7. Bunda ise 2-3 arkadaşınız gerekecek ve biraz da para. Uyduruk bir site, e-posta domaini ve kartvizitler oluşturun ve büyük bir şirketten demo için randevu isteyin. Şirketin artık ürünü-hizmeti ne ise ona göre ihtiyaçları olan “yabancı” ve Türkiye’ye yatırım yapmak üzere olan “ismini veremeyeceğiniz” bir şirketin temsilcileri olun. Adamlara gayet meşakkatli 3 demo yaptırın, teklif alın ve teklifleri 2 kez güncelletin. Sonra da başka bir şirketle anlaştık deyip ağzınızı kenarıyla rakip şirketin adını verin. Bakalım n’olacak.

 

8. Sosyal medya üzerinden, bir fake hesapta daha önce oluşturulmuş ve sıralama içeren görsel bir sahte araştırmayı yayın. Sıralama konusu olumsuz veya olumlu olabilir. Mesela “karşı cins tarafından beğenilmede en kötü skor alan 3 telefon marka ve modeli”, “performans değerlendirme görüşmelerinde olumsuz etki yapan ilk 3 erkek ve kadın parfümü” veya “çiftlerin en çok ayrılık yaşadığı 3 kahve zinciri”. Bu mesajları ilgili şirketlerin kurumsal hesaplarına da gönderin. Bakalım n’olacak.

 

Gerçeği algıdan ibaret hale getirip organik ilişki ve iletişim kanallarının anlamsızlaştırılması çok ciddi bir sorundur. Algılanan ve manipüle edilen gerçekliğe duyulan güvenin azaltılması ise gerçek bir hayatın kapılarını açabilir veya en azından yokluğunu anımsatabilir. Gazanız mübarek ola.

Thu

29

May

2014

Beyaz Yakalılar İçin Başarılı Aşkın Formülü

Modern zamanlarda aşk; sayılabilen, karşılaştırılabilen, tanımlanabilen, tahmin edilebilen, fiyatlandırılabilen, dağıtıma sokulabilen, indirim zamanları ve sezonu olan, abone olunabilen ve iptal edilebilen, her boya ve yaşa uyanı olan, performansı ölçülebilen, borsası olan, çok fonksiyonlu ve süper etkili bir şeydir. Gerek gerçekten yaşıyormuş gibi yapma ve gerekse de başkalarını hasetten çatlatma hususunda tartışılmaz etkinliğiyle modern aşk, bir beyaz yakalının ivedilikle sahip olması gereken bir meta ve başarılı görünme reçetesidir. Bu yazının maksadı da, Yatırım Getirisi (ROI) yüksek bir şekilde aşka nasıl kavuşulacağını adım adım izah etmektir. Yazının muhatabı 25–45 yaş arası erkekler ve kadınlardır. 25 yaşından küçüklerin ROI hakkında hiç bir şey bilmeyen hayalperest tıfıllar olduğunu söylemeye gerek yoktur. 45 yaşından büyük olup hala bir gram akıllanmamışların ise sermaye yetersizliğinden ciğere mundar, ROI’ye de “istemez kalsın" dedikleri herkesin malumudur. Reçetenin tatbik edilmesinde 25–35 yaş aralığında kadınlara ve 35–45 yaş aralığında ise erkeklere lüzumsuz bir aşırı talep yaşandığı dikkate alınmalı, yaşa göre pozisyon alınmalıdır. Son olarak yazının bu piyasaya hiç bulaşmamış gönlü büyük ve düzgün insanlara diyeceği hiçbir şey yoktur. Olası benzerlikler bir gülümseme eşliğinde “hadi len” diyerek ihmal edilmelidir.

 

Sahici aşkın kofti bir çakmasından ibaret olan modern aşk; tırsak, garantici, çıkarcı ve ezberci modern insanın kendisini insan zannettirilmesine dayanan bir tüketimi pompalama dubarasıdır. Burada amaç dört işlem ve bunalıma girmekten gayri bir becerisi olmayan modern insanı “hesapsız ve çıkarsız” yaşadığına ikna ederek sürekli rehabilite etmek ve birilerinin de değirmenini döndürmektir. Vadedilen“gönül insanı” unvanını kazanmak için balıklama atlanması gereken bir dizi tüketim çılgınlığı için şu örnekler verilebilir: pırlanta yüzük, pahalı çiçekler, bilumum parfümeri, gök veya yeryüzüne “seni seviyorum” yazdırma, çalgıcılar eşliğinde serenat, utanılası “sürprizler”, ucubik dizi kahramanlarına benzeme çabası vesaire. Bu ciddi bütçeye sahip ve elbette boşluktan kafayı yemiş herkes bu yazıdaki adımları izleyerek eşleştikleri diğer “looser” ile birlikte “kurbana girmek” misali aşka gir(iş)ebilirler. Bir kafede veya plazada veya alışveriş merkezinde kolaylıkla rastlayabileceğiniz, kendi çıkarını hiç düşünmediğini, herkesi sevdiğini ve insanlığı sevginin falan kurtaracağını söyleyen herkes aslında bu müşterek faaliyetin içindedir. Bu zevatın bu söylevlerinde araya ha gayret Mu Medeniyetini, Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisini ve aslen Balkanlardan/Selanik’ten/Girit’ten falan geldiklerini sokuşturup kendilerince lig atlamaları da vakayı adiyedendir. Ancak bu göçmenlik meselesi ayrı bir yazıyı hak etmektedir. Not aldın mı kızım?

 

Gelelim yol haritasına:

 

1. Stratejik Planlama: “Aşk tesadüfleri sever” lafını röveşata ile çöpe şutlayıp-titreyip kendinize geldikten sonra cevaplamanız gereken soru, bir beyaz yakalı olarak pozitif algılanma ve kabul görme oranınızda aşkla beraber ne kadarlık bir artış oranını hedefleyebileceğinizdir. Soruyu biraz daha netleştirmek gerekirse; insanlar nasıl bir aşka sahip olursanız tükürecek gibi bakmak yerine size gülümserler veya masanızda kullanılmış mendil unutmaktan vazgeçerler.

 

2. Hedef Tespit: “Aşk oto da konar şeye de “ lafının son kısmı kuvvetle muhtemel sizle ilgili olsa da bunu görmezden gelip en az iki-üç aday bulmanız, bu aşamanın temel konusudur. Modern aşkın en iyi taraflarından biri de standart bir ürün olması, yani modern insanın kolaylıkla herkese âşık olabilmesidir. Hülasa birden fazla aday başarı ihtimalini artırır diyelim. Bu aday belirleme sürecinde kadın hedefler için vücut ölçüleri, göz rengi (mavi, olmadıysa lens) ve saç rengi (sarı, aslında her durumda boyalı) önemli olabilir. Ayrıyeten kadının lüzumsuz yere dalıp dalıp duranı ve dokunsan kırılacakmış olanı makbuldür şiarı hatırlanmalıdır. Erkek hedefler için ise sert bakışlar, sert dönüşler ve sert duruşlar falan iyi olabilir. Esasen yazarın kadınların erkekleri nasıl seçtiğine ilişkin hiçbir fikri yoktur. Kadınlar için bu seçim süreci, odunlardan birini belirlemekten ibaret gibi görünmektedir.

 

3. Operasyonel Planlama: “Aşk hesapsızdır” lafını unutup en iyi bildiğinizi sandığınız hendese işine girişmek, bu adımın konusudur. Hesap işinden bir şey çakmadığınız kredi kartı ekstrenizden bellidir aslında ama neyse. Şimdi yapmanız gereken, bulduğunuz adaylarla hangi tırışkadan tesadüflerle karşılaşıp boşta ve ama umursamaz falan olduğunuzu göstermeyi planlamaktır. Planlamanın mekân kısmı kolaydır. Beyaz yakalı denilen mahlûkat ya kahve zincirlerinde ya plaza asansörlerinde ya da psikiyatri kliniklerinde toplaşır. İşin normalde zor olması gereken aksiyon kısmı için ise kahveyi kendi üstüne dökmek, asansöre doğru koşturup kapının tutulmasını rica etmek ve “ben de çocukken oyuncak ayımla uyurdum” gibi saçma sapan laflar etmek yeterlidir. Muhatap, artık hangi günahındandır bilinmez, sizi hak etmişse bunlar yeterli olacaktır, aksi halde feriştahınız gelse … tövbe tövbe.

 

4. Motor veya Aksiyon: “Aşk beklemektir, seninse geri gelir” diyen zevat, erdem ve sabrın bolca bulunan şeyler olduğunu zannetmektedir. Oysa konu beyaz yakalılar olunca bunların eser miktarı bile mucizeden addedilmelidir. Bu bölüm en fazla paranın harcandığı bölümdür. Erkekseniz “abi bütün parayı ben harcıyorum, bu ne bedel ödüyor” diye ağlaşmanız yersizdir. Bir kadının öyle görünmek için ne ödediği ve nelere katlandığını bilseniz merhametten sürünürdünüz diyelim. Olası bir izdivaç sonrası bunu kredi kartı ekstrelerinden nasıl olsa öğreneceksinizdir. İşte yatırımınızın ilk semeresini alacağınız an bu aşamadır. Şimdi takı(lı)p koluna sağda-solda fink atmanın, parıldayan bakışlarla ve dişlerle ne de uyumlu bir çift olduğunuzu göstermenin ve cinsiyet bağımsız “sap” kalmış herkesi ezim ezim ezmenin zamanıdır. Bu performansı cılkı çıkana kadar sürdürmek işin esasıdır demek her şeye zaten bu muameleyi gösteren sizin gibi biri için lüzumsuzdur.

 

5. Sonlandırma veya Burun Çekmeli Kofti Hüzün: Aynı türden olduğunuz diğerlerinin “ışıltılı çift” performansınızı sittin sene çekmeyeceği malumunuzdur. Artık amaç borsa düşerken de kazanmak, aslında en çok da bu sırada kazanmaktır. İlk iş tırışkadan bir neden bulup kamusal alanda gürültülü bir ayrılığı sahneye koymaktır. Bunu takip eden birkaç gün evde kalınır. Play station, cips ve eşofman ile homini gırtlak yapılır. Takiben limon marifetiyle kızartılmış gözlerle ofise gelinir ve kös kös oturulur. Beyaz yakalılarda yas tutmak ve efkârlanmak diye bir özellik olmadığı için bu olağandışı performans herkesin ilgisini çeker. Sonunda da beyaz yakalının anlamlandıramadığı her şeyi değerli sanması refleksi ile matah bir şey haline gelinir. Bu içli ve içten insan maskesi hem size bir sürü puan yazar, hem de fasit dairenin nesnesi olarak yine döneceğiniz Hedef Tespit aşamasında fazla zaman kaybetmenizi önler. Çünkü ağlak ve depresif görünen erkek ve kadınlara meftun, bunlara yardımcı olmayı farklılaştırma olarak kazanç hanesine yazan başka bir beyaz yakalı hastalığı mevcuttur.

 

İşte mezun oldunuz. Kapıyı kapatmayı unutmayınız.

Fri

23

May

2014

Kesin Başarıya Götüren 10 Altın Öneri

“Neden oluyor da oluyor” özetli şaşkın hayıflanma ve “böyle olmasa idi öyle de olmaz idi” uyuz özlü cümlelerinin gerçek hayatta bir karşılığı yoktur. Kafayı avare avare yukarı çevirip “abi adamlar yapmışlar” demenin veya yumrukları sıkarak “seni yeneceğim ulan” diye şehrin siluetine bağırmanın bir karşılığı olmadığı gibi. Hiçbir halta yaramadıklarından olsa gerek bu eski zaman “baştan yenik adam adetleri” çoktan tedavülden kalkmış ve sadece mizah eserlerinde eser miktarda kalmıştır. Bunlar olup biter iken modern zamanların tekne kazıntısı beyaz yakalılar ise boş durmamışlar ve “looser”lık kavramına eşik atlatmakla meşgul olmuşlardır. Böylece “mükemmel-atak-başarılı” çalışan insan prototipi görücüye çıkmış, bildiğin utanç kaynağı yabancılık ve yetersizlik hali “pek matah bir şey ligine” elbirliğiyle yükseltilmiştir. Bir “hadi bee” veyahut “ben demiştim” hissi eşliğinde vakti zamanın ucuz bilim-kurgu kitaplarının dandirik konusu standart insan bu süreçte hayata geçirilmiştir. Herhangi bir beyaz yakalı toplaşma alanında bir-iki saat geçirenlerin insan fotokopisi veya 3 boyutlu insan yazıcısının icat edildiğinden ciddi ciddi kuşkulanmaları, bu yapay insan üretme süreci nedeniyledir.

 

Bu konudaki akademik çalışmaların haddi hesabı yoktur. Mesela bu sene, bildiğiniz bitli 2 yabancı ve tatile parası yetmemiş 3 yerli akademisyenin katılımı ve Portakallı Belediyesinin katkılarıyla Portakal Festivali Güzellik yarışmasının ön grubu olarak ilki düzenlenen “Universal and Also Traditional and Very Scientific Survey and Conference on “Where Hell The Human Being Is” – 2014” adlı konferansın bulgularına göre gerçek insanın soyunun tükeniyor olmasının nedeni, hayat karşısında sudan çıkmış balığa dönen beyaz yakalının ancak şablon kullanarak yaşıyormuş gibi yapabilmesidir. Konferansın kimsenin ilgi göstermediği ve hatta gençlerin güzellik yarışması tez elden başlasın diye elbette portakal atarak nihayetlendirmeye çabaladığı sonuç bölümünde, dünyayı bildiğiniz çöplüğe çevirmekle sonuçlanmış modern seri üretimin buluşu şablonun beyaz yakalılarca geniş kabul gördüğü belirlenmiştir. Bu bölüm ıslıklarla ve darpla sona erdirilirken katılımcılar, aşık ve müdür olmayı, kızgın-tükenmiş-hak etmiş gibi görünüp taltif-terfi-plaket koparmayı ve ilgili-sosyal-bilinçli ayağı atmayı, yaygın beyaz yakalı şablon kullanım alanları olarak sıralamaya muvaffak olabilmişlerdir.

 

Bu, semer (şablon) vurulmaya dünden razı ve olağandışı tek tip tüketici güruhu elbette kısa sürede bir sürü yaşam koçu-araştırmacı gazeteci-kürsü arayan hazır kıta laf ebesinin iştahını kabartmış ve “Plug & Play” ürünler de peş peşe piyasaya sürülmüştür. Bu şekilde üstat-duayen-virtüöz falan olan türlü yaşam koçu, sosyal medya stratejisti, trend ikonu ve bilmem ne gurusu için kolay ve mükemmel bir pazar da serbest piyasa kuralları gereği hemencecik oluşuvermiştir. Bu pazarın vasıfsız ve hiçbir yerde iş bulamayacak üreticilerinin örnek ürünleri için bakınız;

 

• Muhatabınızın sizi onaylama ihtimalini mükemmel nefes kontrolüyle artırma

 

• Partnerinizin evet- hayır-belki ifadeleri ile vücut dili kombinasyonlarını yorumlama sanatı

 

• Liderin olmadığı yerde kime lider derler sorusunun cevabı nasıl siz olabilirsinizin sırları

 

“Yahu olmadıysa sinirlen-bağır-içini boşalt” şeklindeki insanî refleks ve hayat bilgisinin yerini, bütün trendleri harfiyen izleyerek sürekli iyi ve her haltı kontrol ediyormuş, anlıyormuş ve kapsıyormuş gibi görünme şeklinde sözde bir hikmet alınca, beyaz yakalının birbirinin tıpatıp aynısı hayat performansları da genel geçer olmuş, bu sürü içinde değil başarılı olmak fark edilir dahi olmak ciddi bir mesele haline gelmiştir. İşte bu yazının muradı da, önceki başarılı olma sanatı başlıklı yazıda vadedilen diğer tiyoları, “10 Altın Öneri” olarak sıralamaktır efendim:

 

1. Kırılırcasına nazik olmak korkaklık alametidir, vazgeçin.

 

2. Etrafı kolaçan edip ortalamayı tutturma çabasının sonu izleyen kalmaktır, kendiniz olun.

 

3. İstanbul Türkçesi veya Amerikan aksanlı İngilizce ısrarı nafiledir, otantik ve şahsiyetli bir aksan edinin, olmadı dedenizi- baba/ananenizi taklit edin.

 

4. Köprü trafiğine abonelik kimseyi yüceltmez, mümkünse evinizi ya da işinizi değiştirin.

 

5. Dizilerden veya romanlardan bakış-deyiş-duruş apartmak âşık yapmaz, efendi olun.

 

6. Trendi diye hınca hınç mekânları biteviye ziyaret gereksizdir, evinizde paşa paşa oturun.

 

7. Açık ve şeffaf olmak tamtakırlığın göstergesidir, kendinizden az bahsedin, susun ve değerse dinleyin.

 

8. Her daim dakiklik makinelere yaraşır, olmadıysa gecikin ve ama mümkünse de bazen erken gelin.

 

9. Eşyalarla mutlu olmak yoksulluktur, mutluluk veya mutsuzluğunuzu kendinizde bulun ve buna da razı olun.

 

10. Bir haksızlık gördüğünde kaçmak yiğitliğin şanından değildir, şövalyeliğinizin tatminini filmlere bırakmayın.

 

Beyaz yakalılık fasit dairesinden çıkmanın yolu, tüm şablonları reddedip marjinal-bohem-her daim muhalif Cihangirvari bir hayatın peşine düşmek değildir. Dünyada cennet arayan herkesin kolayca düşeceği bu tuzak esasında, kaçılması gereken bir başka şablondan ibarettir. Sadece kendi pozisyonunu doğrulamak için sorunlardan uygun bir şekilde bahsedip her fırsatta kendini önemli hissetmek ve herhangi bir mümkün ve kapsayıcı öneride bulunmamak da olgun ve onurlu bir duruş değil, şımarık bir çocukluk halidir. Etrafta yeterince sopalık “üstün insan” tasarımı mevcuttur ve yenisine ihtiyaç yoktur. Yapılması gereken bir fırsatını bulup sahih bir şekilde şaşırtıcı, öngörülmez, ve çantadan kaçmış keklik, yani insan olmaktır. Bir beyaz yakayı “grileştirerek” insanlaştıracak bu süreçte de herkes kendi başınadır. Hâsılı kelam güneş gözlükleri ruha iyi gelir.

2 Comments

Thu

15

May

2014

Ne Yapmalı Ne Yapmalı

İnsanın her soruya cevabı yok aslında. İnsan her şeyi bilmiyor. İnsanın durakaldığı zamanlar var öylece. İnsanın ezberleri siliniveriyor bazen. İnsanın çıkamadığı kuyuları var. İnsan dünyanın durduğunu sanabiliyor o kuyularda. İnsan düşen her damlayı ve her yaprağı duyabiliyor o zamanlarda. İnsan göklerin ağırlığını hissediyor. İnsanın yerin altına giresi geliyor, üzerinde hayır bulamayınca. Bazen hakikaten de giriyor ve bazen de çıkamıyor işte.

 

Ne yapmalı sorusuyla başlamak belki de yanlış. Ne yapmamalıyı söylemeli önce. Mesela insan cesur olmamalı gönlünce. İstediği şey için gözünü karartmamalı keyfince. Sonra kolayca sıyrılmamalı öyle her şeyden. Türlü hesap vermelerden kaçamamalı, kendisininki de dâhil ve hatta en önce. Başkalarını hatırlamamalı ve görmemeli sadece kendisi için. Başkalarını anlamaya çalışmamalı, bir üst perdeden. Başkalarının acıları için o başkalarından daha büyük harfler kullanmamalı. Öne çıkmamalı sürekli, altını çizip durmamalı kendinin. Görünce başını çevirip, kanalı değiştirip geçmemeli. Görmek istediği zaman da görmemeli sadece. Görmenin borcunu reddetmemeli. Ben, ben, yine ben diyerek olmamalı üste olunca, altta kalınca hatırlamamalı bizi. Selam vermeden geçmemeli bir yerden, tanısın tanımasın. Sade iyi şeylerden pay isteyip durmamalı, günahtaki payını da unutmamalı. Bir kendisinin gerçekleri bildiğini sanmamalı. Bir kendisinin gerçeklerinin olduğunu sanmamalı. Hayret etmeden, hayran kalmadan geçmemeli hak edeni. Hak edenin hakkını vermezlik etmemeli Hak etmeyeni de taşımamalı başın üstünde.

 

Dünyanın çivisinin çıktığı gün, çiviyi yerine sokmaya çalışanla çivinin çıktığını ilan eden arasında bir fark var. Çiviyi düzeltip sokanla, çıktığı gibi sokan arasında bir fark var. Çiviyi düzeltmeden önce dünyaya şöyle bir bakanla, bakmayan arasında bir fark var. Dünyaya bakıp düzeltmeyi düşleyenle, düşlemeyen arasında bir fark var. Dünya yalan insan gerçek deyip dünyayı düzeltmeye kalkanla sade düşleyen arasında bir fark var.

 

- “İşin en kötü tarafı“, dedi adam “böyle zamanlarda çıkıyor kahramanlar sadece, sıradan-normal-zaten olması gereken bir şey olamıyor bir türlü kahramanlık.”

 

- “Aslında kahramanlıktan besleniyor bir sürüsü” dedi kadın “kahramana ihtiyaç olmasın diyen kimse yok.”

 

- “Belki de kahramanlar, üzerine düşeni yapmayanların ürünü sadece, onların günahı” dedi adam.

 

- “Kahramanlık kolay iş” dedi kadın, “mesele kahraman olmadan olmak-yapmak-etmek”.

 

Böyle ağır zamanlarda, BÜYÜK HARFLERLE konuşmanın çok kıymeti yok. Ama yarın ve ertesi gün ve ertesi gün ve yine ertesi gün ve kalan her ertesi gün şunu sormanın ve gereğini yapmanın bir kıymeti var: olanda ve olmayanda benim payım ne? Mesela onlar asgari ücretle orada öyle ölürken, benim faydam ne? Niye bazıları orada hakikaten ekmek parası için kapkarayken ben bembeyazım? Niye yasalar, mevzuatlar, genelgeler falan meşrulaştırıveriyor her şeyi? Niye ben de meşrunun şahidi olmuyorum ve düşmanı gayrimeşrunun? Niye her şeyi ben kendim başarmışım da niye onların da bundan bir payı yok? Niye sade olağanüstü anlarda toplaştığım insanlarla olağan zamanlarda da birlikte, sessiz-sedasız ve imzasız bir şeyler yapmıyorum? Niye çıkmıyorum kafelerden, sosyal medyadan ve vazgeçmiyorum pazılarımı şişirip şişirip seyretmekten? Neden köye gitmiyorum veya bir köyüm yok? Niye kimse beni engellemiyor kötü bir şey yaparken ve niye ben kimseyi engellemiyorum? Niye tembelim ve önemli olmam gerekiyor? Niye korkuyorum? Ve niye korkmuyorum, toprağın üstü kadar altı da var?

 

Bana sorsaydınız ne yapmalı diye, benim de sizden bir farkım yok ki derdim. Biraz daha sıkıştırsaydınız gülümserdim size. Biraz daha üstüme gelseydiniz Hakan derdim adım, sizinki ne?

 

İnsanın insanın kurdu mu kardeşi mi olduğunda gizli ne yapmalının cevabı bence. Devamında insana kurt olana, daha bir kurt olmalı demeli. Sözün bittiği yerde de Soma’da kaybettiğimiz kardeşlerimize Allah’tan rahmet, bize de kardeşlik her iyiliğin peşinde ve her kötülüğün karşısında.

Fri

09

May

2014

Kimsenin Bahsetmediği Başarılı Olma Sırları

Bi durup “ne halt ediyorum ben abi” demek beyaz yakalının ayırt edici ya da etmeyici vasıflarından biri değildir. Bu kendini bilmez ve niteliksiz “follower” halin doğal sonucu da, en iyisini bildiğine iman edilen trendlerin peşinden biteviye cümbür cemaat koşturup durmaktır. Mesela “etkileyici biriymiş gibi görünüp şaşkalozluğunu örtmenin sırları”, “vücut diliyle karşıdakini tuşa getirdiğini zannedip cümle âleme rezil olma” veya “gözlüğünü kemirirken uzun esler verip tane tane konuşmanın pek matah bişi olduğunu zannetme“ gibi vesair gereksiz konularda beyaz yakalıların hepsi şaşmaz bir şekilde aynı kanaattedir. Aynı kaynaktan beslenen “farklı-özel-altı çizilmiş” sürünün sıradan fertleri oldukları için bu suyuna tirit performansları hiç şaşırtıcı değildir.

 

Kızlarla nasıl konuşulacağını bilmediğinden, kendisinden sadece bir-iki yaş büyük sözde deneyimli maço abisinden nasihat alan ve bunları da bir robot gibi uygulayıp tokadı yiyen ergenle bu muhteremler arasında pek bir fark yoktur. Hatta bu ergenin büyüyüp – çoklukla kızın bir “öküzden” insan çıkarma çabaları sonucunda- muvaffak olması ihtimaldir de bizim beyaz yakalının “eşek kadar adam oldun” lafını işitip durmaktan başka bir şeye varabileceği pek bir şüphelidir. İşte bu yazının maksadı beyaz yakalıya makûs talihini nasıl yeneceğine ilişkin “fark yaratan“ tiyolar vermek, herkes gıcır laci / tayyörlerle birbirinden farksız karbon kopya faaliyetler icra ederken nasıl aradan sıyrılıp müdür, cazibe ve güç merkezi falan olabileceğini göstermektir. Yazarın, bu beyaz yakalılardan birinin dahi bu tiyoları alıp uygulayabileceğine dair zerre umudu yoktur amma zaten maksat da günah bizde kalmasından ibarettir.

 

Buyurun efendim:

 

1. Sanılanın aksine güç kullanımı veya en azından güç kullanabilme erki iyi bir şeydir ve kimse de kendiliğinden medeni falan değil, olsa olsa korkaktır. Caydırıcı güç denen bu stratejinin dünyayı nükleer felaketten 70 yıldır koruduğu hatırlanırsa, beyaz yakalının acilen tekvando veya boks kursuna başlaması elzemdir. Bu kurs bilgileri, bir omuz düşük yengeç yürüyerek ve asansörde -merdivende falan kıl olunan birilerine aniden “höt” ya da “cee” diyerek mutlaka desteklenmeli, arada da ofise gerçekten veya dümenden bir göz hafif mor ya da faça biraz yamulmuş gelinmelidir. Unutulmamalıdır ki beyaz yakalılar tanımlayamadıkları şeyler karşısında yere kapaklanıp itaat etme eğilimindedirler.

 

2. Bir beyaz yaka alışkanlığı olarak lafı bilmem nerelerden dolaştırıp getirmek, türlü trendi kelimelerle derdini izah etmek ve vücut dili ayağına elini-kolunu nereye sokacağını bilememek, hem iletişimin canına okumakta hem de bu dili kullananı gereksiz zayıf göstermektedir. Yapılması gereken, meramını cümle başına azami 5 kelimeyle ifade etmek, emir kipini ve ikinci tekil şahsı sert vurgularla kullanmak, muhatabının gerçekten de gözlerinin ta içine (kaşına ya da burnuna değil) bakarak konuşmak ve elleri de tüm performans boyunca yumruk halinde tutmaktır. Devamında yapılması gereken, ordudaki emir tekrarı gibi denilenleri kısaca tekrar ettirdikten sonra hiç beklemeden çekip gitmektir. Beyaz yakalı gerçekten bir şey demeden öylesine çene çalıştırmaya ayarlı olduğu için, bu açık ve kesin ifadeler karşısında ışık tutulmuş tavşana dönecek ve bir hipnoz halinde ne istenirse koşa koşa yapacaktır.

 

3. Beyaz yakalı her bir şeyi öngörmeyi sever ve sürprizlerden korkar. Bu korkusunu, tüm zamanını bilmem kaç katmanlı güvenlik geçişlerine sahip plazalarda ve sitelerde, kimsenin yekdiğerinin “güvenlik alanına” girmediği “kubikıllarda “ve “ötekileri” kazık fiyatlarıyla dışarıda tutan kahve zincirlerinde geçirerek gizler. Yine de içerdekilere karşı tamamen savunmasızdır. Sürpriz ataklarla kontrolünü ve kendinden çok emin duruşunu kolaylıkla yitirir. Bunu nasıl başaracağınız size kalmıştır, ama örnek olarak bir toplantıda sunum yapan beyaz yakalıya birden “bu ceketin de çok çirkinmiş” demek veya bu muhterem fotokopi çekerken makinenin fişini çekip “buna gıcığım” deyip makineye tekme atmak ve sonra da ıslık çalarak oradan uzaklaşmak verilebilir. Burada önemli olan tek şey alışılmadık ve beklenmeyen bir hamle ile muhatabın kafasını karıştırmaktır. Değerlendirme ve karar verme süreçlerinde beyin aktivitelerini incelemiş araştırmacılar, beyaz yakalıların anlamadıkları eylemler karşısında boyunlarını büküp ilgili özneleri koyun gibi izlemeye meyyal olduklarını ispatlamıştır. Mesela bakınız türlü pazarlama guruları karşısındaki halleri veya Starbucks muglarına tapınmaları veya bütçedeki deliklere rağmen son model akıllı telefon ısrarları.

 

4. Unisex denen şey koca bir yalandır. Erkeklerin ne kadar ve kaç tanesinin adam gibi adam kaldığı tartışmalı olsa da kadınların varlıklarını sürdürdükleri -elbette- bir hakikattir. Unisex başlığı altında ve sözüm ona cinsiyet bazlı ayrımcılık yapmayalım diye geliştirilmiş ve sürdürülen davranışların ve konuşmaların hepsi aslında ya tembellikten ya da hotzotluktan kaynaklanmaktadır. Önerilen tutum, bir erkekseniz kadınlara olağanüstü nazik davranmak ve önceliği her durumda kadınlara vermek, erkeklere de mümkün her fırsatta omuz falan atıp laf çakmaktır. Burada nezaket ile lüzumsuz sululuk ve sapkın çapkınlığı birbirine karıştırmanın sonuçlarının ciddi olabileceği uyarısını yapalım. Bir kadınsanız ise erkeklere mesafeli davranmak ve görmezden gelmek hem usul hem de içerik açısından yapılabilecek en doğru şeydir. Kadınların diğer kadınlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda ise kimseden nasihat almaya ihtiyaçları yoktur, yani bildiğiniz yüzüne gülüp arkadan gıybet-fitne-fesat falan. Kendilerini cinsiyetsiz robotlar sanan beyaz yakalıların bu gayet cinsiyetli ve haşmetli tavırlar karşısında yapabildikleri tek şeyin, kenara çekilip ağzı açık durmak ve hatta alkışlamak olduğu bir sürü deneysel çalışmada kayıtlıdır. Sonrasında ise işte gel buraya, git şuraya, otur-kalk-yuvarlan falan.

 

Bütün bunları yapıp işyerinde bir yıldız ya da en azından müdür olamadıysanız ya aynı başlıklı bir sonraki yazıyı beklemeniz gerekiyordur ya da “gördüğü her başarılı olma kılavuzuna” iman edip tekrar tekrar olağan kurban olma durumunuza âşıksınız demektir.

 

Ne dese olurdu şair diye sorar iseniz: “Celladıma gülümserken ellerini öpesim geldi ve öptüm.”

Fri

02

May

2014

Sözde Bir Dayanışma Konsepti Olarak Takım Çalışması

Modern iş dünyasının popüler sakızlarından biridir takım çalışması. Rivayete göre her şey, uzuneşek oyunundaki birlikte olmadan kaynaklı çocuksu mutluluğun afrodizyak ve antidepresan etkisinin keşfi ile başlamıştır. Kıvanç dolu-kanmış-baygın ve dolayısı ile sömürüye her daim amade beyaz yakalılar oluşturmak için bu keşif üzerine çalışan bir işyeri psikoloğu, liderlikten sonra modern çalışma tarihinin en etkili afyonu olan takım çalışmasını da böylece uydurmuştur. Kurgusuna göre, paylaşmakla mutlu olabildiği çocukluk günlerini nafile arayan ve elbette vahşi-sahtekâr-doyumsuz iş dünyasında sadece kaybolan beyaz yakalı, bu yeni konseptle hem mutlu olacak hem de verimlilik falan tavana vuracaktır. Ancak bu ilkel tasarım –biraz aklı olan herkesin tahmin ettiği üzere- kısa sürede çuvallamış, adını dile pelesenk lüzumsuz bir kavram olarak miras bırakarak tarihin çöplüğüne yuvarlanmıştır.

 

Takım çalışması ile uzuneşek arasındaki farklar, bu saçmalığın neden hayat bulamadığı konusunda öğretici bilgilerle doludur. Öncelikle uzuneşekde sırayla aşağıya yatılır ve üste çıkılır. Oysa takım çalışması mefhumunda aşağıya yatan ve üste çıkan değişmez ki ilkine kısaca beyaz yaka denmektedir. İkincisi uzuneşek de altta veya üstte olanlar arasında gerçek ve kaçınılmaz bir dayanışma vardır. Nihayetinde amaç çökmemek veya çöktürmektir ki bu da ancak elbirliğiyle yapılabilecek bir şeydir. Takım çalışmasında ise oyunun kurgusu, “hiyerarşi” veya “organizasyon şeması” adı altında birkaç katlı bir uzuneşek şeklinde değişmiştir. Bu yeni yapıda amaç dayanışma değil, bir üst kata erişerek alttakileri ezme zevkine olabildiğince çabuk ermektir, çünkü bu dünyada insan olmak ezme gücüyle doğru orantılıdır. Bu nevzuhur amaç, yanındakileri sürekli satma-gammazlama-zayıflatma ve üstündekileri de sevme-övme-yüceltmeyi gerektirmektedir. Kimsenin pek bilmediği husus ise, oyunu böyle oynadıkça, yani “yarışıp durdukça” sürekli üstünüzde birilerinin olacağıdır ki bu da “beyaz yakalının bedbaht kendini bilmezliği başlığı” altında ayrı bir yazıklanmasının konusudur. Neyse diyelim. Üçüncü ve son farklılık ise, uzuneşek oyununun sonunda, altta ve üstte olmak arasında bir farkın olmaması, herkesin eşit değere sahip insanlar olarak oyunu sona erdirebilmesidir. Zira amaç yenmek veya yenilmek değil, “boş dersi nasıl bomboş geçirmeyiz” sorusuna bir cevap olarak birlikte iyi zaman geçirmektir. Takım çalışmasında ise bu eşit değere sahip olmaya rastlanmaz. Birisi kesinlikle takımı sırtlar ve bir başkası da takımın tüm başarısını sahiplenir. Geriye kalanlar ise, ya daha önceki takımı sırtlamış ya da başarıyı sahiplenmeye çalışıp becerememiş kişiler olarak dersini almış kenarda ezber eden pasif ve nasipsiz çoğunluğu oluştururlar.

 

Takım çalışması denen uyduruk değer sisteminin gerçek kazananlarına gelince, bunlar -zannedildiğinin aksine- sürekli takım çalışmasının ulviliğinden bahseden şaşkaloz müdürler falan değildir. Haddizatında müdürler de bir başkasının, yani Genel Müdür veya en nihayetinde patronun aynı içerikli söylevlerinin kurbanı durumundadırlar. Üstelik kendilerini insan yapan tek şey olan müdürlüklerini kaybetme riskleri olduğu için, takım çalışmasına imanlarını daha güçlü-yürekten-utanılası bir şekilde göstermek mecburiyetindedirler. Hiç inanmadıkları bir şey için gösterdikleri bu zoraki performans, akıllarını tamamen baştan almıştır. İşte tam da bu sebepten hiçbir kurumda gerçekten yapılması istenen işler için müdüre falan gidilmez. Takım çalışmasının gerçek kazananı efendim, bir tarafta çalışanları “yok sen az çalıştın ben çok” nifakıyla taraflara bölerek kendi adaletine, diğer tarafta da yine çalışanları bu koftirik yalanla akılsızlaştırarak kendi aklına ihtiyacı garantileyen patronlardır. İşte patronların adil ve akıllı olduğu efsanesi de buradan gelmektedir efendim. Aslında patronların esas gayesi, bilginin tek elde toplanmasını engelleyerek kendilerine bir rakip çıkmasına mahal vermemektir ki zaten zatı alileri de gayet iyi bildikleri bu yolla patron olmuşlardır. Hülasa takım çalışması, patronların sürekli gazladıkları ve ama bir an dahi inanmadıkları üçüncü sınıf bir efsanedir.

 

Bu konudaki hakikat ise, ancak benzer değerlere sahip insanların gerçekten ve yüksünmeden birlikte bir şeyler yapabilecekleridir ki buna da takım çalışması falan değil insan gibi yaşamak denir. Aksi, “biz tam yedi cüceyiz, on dört kollu bir deviz” şarkısını biteviye mırıldanmak ve Pamuk Prensi de tek vasfı yakışıklılık olan tembel-kibirli-tiki prense masalın her anlatılışında yeniden ve yeniden kaptırmaktır.

Fri

25

Apr

2014

Liderlik Denen Sofistike Kandırmaca Üzerine

Klasik yönetim stratejilerinden böl-parçala-yönet, aslında hayatın her yerindedir. Bu stratejinin en naif versiyonu, bir türlü yenilemeyen bir topluluğu türlü nifak-fitne-fesat ile parçalayıp yenilebilir kıvama getirmektir ki örnekleri cetvelle çizilmiş Ortadoğu ve Afrika haritalarında bolca bulunabilir. Biraz daha gelişmiş olanında ise uygulama, birleşmeleri halinde yönetilemeyecek ve hatta yönetime falan ihtiyaç duymayacak grupları türlü tanımlamalarla sahte bir rekabet içinde ayrık tutmaktır. Modern organizasyon biliminin icadı iş paylaşımı ve uzmanlaşma bunun iyi bilinen bir örneğidir. Bununla çalışanlar beyaz-mavi yaka, müdür-geri kalanlar veya şu ve bu departmanlar olarak bölünüp parçalanmış ve sonuçta da oyalanmaya-istismara- yönetime her manada hazır hale getirilmişlerdir. Bu iki versiyonun ortak özelliği, bölen ve bölünen özne ve nesnelerin birbirlerinden farklı olması ve bunların bölüp-parçalama işleminde ne halt ettiklerini/başlarına ne halt geldiğini gayet iyi bilmeleridir. Bu herkesçe biliniyor olma halleri nedeniyle de artık -çenelerini “strateji” lafını kullanmaya vakfetmiş muhteremleri saymazsak - kimsenin ilgisini çekmemektedirler. Sıra bu stratejinin en sofistike modeline gelindiğinde ise işler değişmektedir. Kişinin mutlu olduğu zannını bir ömür sürdürmesi için kendini kandırmasına dayanan bu versiyonda özne ve nesne aynı kişidir. Bu neyin doğru neyin yalan olduğunun böl-parçala ile karıştırıldığı ve sonra da yönetildiği şizofrenik yöntemde, “uzanamadığın ciğere mundar de” şiarından vazgeçilmiş ve “ulaşabildiğin şey ciğerdir” özetli saçma sapan bir postmodern düstur benimsenmiştir.

 

Sıkça karşılaşılan ve “hikmetlerle” dolu müdür-lider karşılaştırması, bu son versiyonun billurlaşmış bir örneğidir. İşin esasında burada lider kavramı, daha ve üstün insan olma hali olan müdür unvanına erişememişler için manipüle edilmektedir. Burada lider denen zat bir başka tip üstün insan olarak tanımlanmakta, böylece modern beyaz yakalılara sınırsız ve maliyetsiz bir avutucu-anlam sağlayıcı-önemli adam hissettirici oyuncak sağlanmaktadır. Liderlik sıfatı bordroya-mordroya yazılmadığı için de kimse “o müdürse ben de liderim, bana da çok para verin” diyememekte, sonuçta da memnun memnun sırıtarak gezen beyaz yakalı sayısı şaşılacak oranda artırılabilmektedir. Öyle ya lider dediğin şeyin tanımı, “müdür bağırır liderin sesi şarkı gibidir, müdür kaşlarını çatar liderin yüzü gamzelidir” gibisinden ne aksi ispatlanabilir ne de ipe sapa gelir bir sürü eğlencelikle doludur. Bu niteliklere sahip olduğunu iddia eden, böylece kendi aklını bölüp-parçalayıp-rezil eden herkes tanım gereği lider olduğuna kendi kendini ikna etmektedir. Birilerinin bu kendinden menkul lideri izleyip izlememesi de elbette o diğerlerinin sorunudur. Nihayetinde tarih, önemi anlaşılamamış nice mühim şahsiyetle dolu değil midir?

 

KOBİ’lerin sözde terfi ettirip para vermedikleri, itiraz edeni de “müdür yaptık bir de üstüne para mı istiyorsun” diye fırçaladıkları zamanın primitif sömürü yöntemi, işte böyle böyle mükemmelleşmiştir. “Biri gelip bir şey dese de ben de hemencecik kansam ve önemli insan olsam” umudundaki beyaz yakalı garibanların arayıp da bulamadığı bu “bebelere emzik” artık her tür kişisel kullanıma amadedir. Müdüre “müdür olabilirsin ama lider asla” laf çakmaları, çocuklarının hareketlerinden liderlik vasıfları bulup çıkarmalar ve baygın-parıldalayan-karizmatik bakışlarla keşfedilmeyi beklemeler de paralel sahte evrenlerde gırla gitmektedir. Türlü (a)sosyal mecrada “içindeki lideri çıkar, ona bir şans ver, üzme-ağlatma-bekletme onu” temalı workshop-oyun-tematik faaliyetler biteviye önerilmekte ve tüketilmektedir. Bu insanlığı her şekilde aşmış-tüketmiş-şaşırmış faaliyetlerde de 3 adımda 5, hatta 10 adım garantilenmektedir.

 

Makul tutum, liderlikten bahsedenlere “kaç para alıyorsun veya veriyorsun birader” demek ve “Bir Sefil Olarak Liderin Otobiyografisi” kitabını ısrarla görmezden gelmektir efendim.

Fri

18

Apr

2014

Müşteri: Kifayetsiz Patron mu Yoksa Ezik Mağdur mu?

Serbest pazar ekonomisi, modernizmin geleneksel kavram ve ilişkileri alt-üst etmiş önemli buluşlarından biridir. Bu ilişkili kavramlardan biri de müşteri ve satıcı-esnaf-sağlayıcıdır. Localar-loncalar-ahiler ile zamanında maksimum istihdam-istikrar-racon esasına göre tanzim edilmiş bu ilişki, hızlı bir merkantilist dönüşüm sonrasında maksimum kâr-büyüme-“güçlü olan haklıdır”a (d)evrilmiş, sonuçta da kimsenin aynı şeyi anlamayıp ama elbirliğiyle ulaşılmaz bir yüceliğe şutladığı yepyeni bir müşteri kavramı pırtlayıvermiştir. Modern işletme bilimi müşteriyi, her tür emeğin nihai objesi ve her tür eylemin nihai yargılayıcısı konumuna getirmiş, ancak müşteri denilen rol ortalıkta somut bir özne olarak dolanmadığı için bu konum bir o kadar da belirsiz-müphem-anlamsız oluvermiştir.

 

Nereye gitseniz ve kime sorsanız üzerine tonlarca baş ağrısı söylevin çekildiği “müşteri her zaman haklıdır” şiarı, ispatı gelir ve kârlılık üzerinden yapıldığı için, ne yaptığı hakkında hiçbir fikri olmayan müşterinin en kısa sürede nasıl kandırılacağı ve bu kandırmacanın ne kadar uzatılabileceği şeklinde hayat bulmuştur. Müşteri denen zata Internet ve yasal bilgilendirme zorunluluklarıyla sözüm ona kazandırılan bilgi edinme, karşılaştırma ve değerlendirme becerisi, bu zatın daha da bir şaşkına dönmesine ve zaten hercümerç olmuş aklıselimini büsbütün yitirmesine neden olmuştur. Modern zamanlarda müşteri, kendini –nedensiz bir şekilde- önemli hisseden, ama son kertede ağızlarından sular aka aka dolaşan bir grup yırtıcının hedefindeki masum-saftirik-dengesiz kırmızı şapkalı kızdır. Üstelik bir yırtıcıdan tek kurtuluş umudu da, kendisi hakkında benzer niyetlere sahip bir başka yırtıcıdır.

 

Müşteri ilişkileri yönetimi –namı diğer CRM- böyle bir ortamda söz konusu vahşi satıcılara avlarını en iyi nerede-nasıl-ne zaman bulabileceklerini ve hırslarını nasıl daha “modern” bir şekilde ifade edeceklerini öğretmektedir. Aslında olup biten avın avcı olması, yani bu satıcıların da bir başka yırtıcı networkü olan araştırma şirketi-teknoloji sağlayıcısı- danışman üçlemesinin müşterisi haline gelmesinden ibarettir. Böylece herkes bir şekilde müşteri olmakta ve bir zûl-rezillik-aşağılanma nedeni olan müşteri olma halinden kimse kaçamamaktadır. Paylaşılan ve paylaşıldıkça da büyüyüp normalleşen bu paralı-şaşkoloz-haddini bilmezlik durumu, bir insan olma standardı olarak da carileşmektedir. Türlü modern pazarlama-sadakat-memnuniyet trendlerinin habire beslediği bu önemli olma hissi ile müşteri, her daim saygısız-cahil-bencil olma hakkını elinde bulundurmakta, “ne saçmalıyorsun yahu” deyip sözlü ve keşke fiziki olarak ağzının payını kimsenin vermemesiyle de şımarıklığını parası kadar uzatmak imkânına sahip olmaktadır. Bu karşısında eğilip bükülünen, taklalar ve saltolar atılan kutsal obje, mekânı terk edince türlü öfke-depresyon-(ağzını burnunu kırmalı)halüsinasyonun odağı haline gelmekte, bunlar da bir başka pusuda müşteri bekleyen grup olan psikolog-psikiyatrist-bilmem ne koçu ekibince ücrete mukabil tedavi edilivermektedir.

 

Türlü şekillerde istismar etme-edilme ve kendisine ait olmayan-olunmayan sahtekâr mutluluklarla tatmin olma hali olan müşterilikten kurtulmanın yegâne yolu, insan olmak-kalmak, yani ihtiyaç ve mutluluk denen şeyleri yeniden tanımlayarak tüketerek var olma zincirinden kurtulmaktır. Buna AVM’lerde, elektronik ticaret sitelerinde ve ürün kataloglarında kendini aramak ve kaybetmek de dâhildir. Aksi, herkesin müşterisi olan herkese beşlik simit gibi sürekli sırıttığı, kimsenin kimseye güvenmediği ve biteviye Çapanoğlu aradığı, dönüşümlü/eş zamanlı “güçlü/salak ama haklı” ve “parası olana düdük satıcısı” rollerinin her daim geçerli olduğu boş-sıkıcı-gürültülü bir dünyadır ki elinizde kumandanız-tabletiniz-akıllı telefonunuzla oturduğunuz yer bu dünyanın tam merkezine düşmektedir sayın her daim haklı olan efendim.

Thu

10

Apr

2014

Kendini Sürekli İspat Ederek Var Olmanın Çaresiz Rezilliği

Bir varmış bir yokmuş diye başlanarak masallaştırılan–imkansızlaştırılan-anlamsızlaştırılan eski moda hayatlarda insanlar bir şeylerin içine doğar, kendilerine anlam ve neden veren bu şeylerin içinde büyür, sonra bu anlamı diğerlerine yapabildiğince yaşayarak aktarır ve kendisinden çok daha yaşlı-kadim-bilge bir anlamlar dünyasının işe yaramış ve yerli bir parçası olarak oyuna veda ederlerdi. Bu dünyayı reddedenler veya doğru bulmayanlar ise, başka bir anlamlar dünyası bulur ve ama yine benzer performansları sergileyerek insan olur-kalırlardı. Bazıları bu anlamlar dünyasına ters düşüp “kötü adam” olmayı tercih etse-zorunda kalsa da “kötü adam” olduklarını hiç unutmazlar, becerebilirlerse geri dönerler, beceremezlerse de en azından geri dönmeyi överlerdi. Hülasa bilinçli ve övülen bir anlamsızlık mümkün-anlaşılır-dönüp bakılır bir şey değildi ve “ne yapıyor bu salak / deli”den daha övgü dolu bir değerlendirmeyi de hak etmezdi, sopası da cabasıydı.

 

Sonra şişede durduğu gibi durmayan teknoloji ve bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan her daim güçlü-ebedi-merkezde olma hırsı-cahilliği-sanrısı, amaç ve dolayısıyla anlamı buharlaştırıp araçtan başka da bir haltın kalmadığı insansız-ıssız-çorak bir dünya yarattı. Yaşamı sürdürmek için, Maslow’un pek bahsetmediği bir anlama ihtiyaç duyan insan da ortada bir şey bırakmadığı için anlamı kendinden devşirmeye kalktı, neden her daim güçlü-ebedi-merkezde olmayı hak ettiğini biteviye ispatlamaya çalıştı. Mesela neden insanı sadece uzman değil aynı zamanda “üstün insan” yaptığı bilinmez üç- harfli dereceler-sertifikalar (MBA, PMP, PhD, CFP, CPA, HBK(Hay Bin Kunduz)) sıraladı kolluk ve destek güçleri olarak yeni moda insanlığının. Sonra yine başka bir “daha insan” olma göstergesi olarak her şeyi sıralayıp-ölçüp-biçeceği kriterler ve ölçüm araçları geliştirdi, IQ, EQ., SQ, olmadı Ayın Elemanı.

 

Bunlar yetmeyince aksesuar-saç kesimi-tekstil endüstrisinden medet umdu daha-fazla-artı olmak için. Farklı ve dolayısıyla daha fazla hak eder olduğunu göstermek için kendini “fakir ama gururlu, yalnız ama kendine yeter, suskun ama anlam dolu, derin ve gizemli, aynı anda hayat ve bilgelik-erdem-falan dolu” gösterecek her bir trendin-tekniğin-gurunun peşinden varıyla-yoğuyla koşturdu. Hala tamamen susturamadığı içindeki “ama …” hissini bastırmak için kah Lord of the Rings’de yüzüğü taşıdı, kah The Shawshank Redemption’da hapisten kaçtı, kah Léon’da soğukkanlı ve çocuksu aşk adamı-kiralık katil oldu, Battal Gazi neyine yetmediyse… Sonuçta da yarattığı bu koca-kuru-sahte kalabalığın ortasında kendini cümle aleme ispatlamış ve ama yalnız-sıkılmış-bezmiş bir adam olarak ve Altın Beyinli Adam misali “n’apıyorum ben” dahi diyecek insanlığı kalmadan otura-dura-kalakaldı.

 

Siz siz olun LinkedIn’de “insanların %98’i bunu yapamadı” başlıklı saçma sapan matematik sorularını cevaplamaya kalkışmayın. Yarışmayın, kazanmayın ve kaybetmeyin. Birini okuyun, birine sevinin, birine ağlayın, birini düşünün, birine kızın, birini anlamayın, birini anlayın, birine karşı çıkın, birini destekleyin. Gecenin dibinden, filmlerin sahtekarlığından ve sosyal medyanın gazoz ağacı ben de varımlarından iyi hisler çıkarmayın. Yarışıp ispatlayarak yalnızlaşmaktan korkun ve birlikte insan olun. Hiçbirini mi yapamadınız, bari yatın uyuyun.

Fri

04

Apr

2014

Yalan Hayatların Sahte Panzehiri Olarak Projeler ve Proje Yönetimi

Bir mefhum olarak proje, modern çalışma hayatının biteviye rutinliğinden ve anlamsızlığından sıdkı komple sıyrılmış ve prozac toplumu olmaktan bildiğiniz deliye doğru istikrarlı bir şekilde ilerleyen yazık beyaz yakalıları sistem içinde salakça gülümser ve “anlam” dolu tutmak için icat edilmiş bir kandırmacıdır. Bu nevzuhur kavrama göre işler operasyon ve proje olarak ikiye ayrılmakta, vida sıkma işi olarak betimlenen operasyondan yırtmak ve ayrıyeten daha mühim bir adam olma sanrısına kapılmak için sahte bir cennet olarak proje önerilmektedir. Ama dünyadaki tüm cennetler gibi bunda da niyeyse kontenjan sorunu vardır ve herkes projeci falan olamaz. Proje denilen çalışma biçimine ayak uydurmak için, her halta uyum sağlayabilen dinamik (yani bildiğin omurgasız ve köksüz) bir algılama ve yönetme becerisine sahip olmak, ne olduğuna ilişkin gram fikir olmasa bile bilmem hangi cüret ve ahmak bir cehaletle her işin üstesinden gelineceğine iman etmek gerekmektedir. Proje yapılacak sektörde bu deneyim ve becerileriyle olsa olsa vasıfsız amale olacak bu muhteremler, biraz PMBOK, biraz waterfall veya agile, bir iki scrum ve sertifika, biraz MS Project-Visio-Excel ömür törpüsünü son model kutsal teslis olan Bütçe-Kapsam-Zaman denen malumun ilanı ile birleştirip biraz gevelemeyi becerince, kendilerini yeryüzüne inmiş Olympos zevatı saymaktadır. İşin daha komik tarafı ise bu hadsiz-kibirli- kof kendine güvenin getirilerinin, operasyon diye aşağılanan işlerde çalışanlar akşamları mutlu-mesut evlerine giderken “proje must go on” şiarıyla beleşe fazla mesai yapmak, hafta sonlarını sadece patronların cebini dolduran meşgalelerle asosyal asosyal geçirmek, proje (kesin öngörülen zamandan çok daha geç ve üstelik eksik kapsam ve artmış bütçeyle) tamamlanınca da herkesin kendisinden ve insanlıktan utanması gereken abartılı ve tırışkadan coşkularla “başarı” kutlamak, ardından da yine hiçbir şekilde ve zerre bilinmeyen diğer sektörlerdeki yeni projelere doğru topuk kalçalara değer vaziyette koşmak olmasıdır. Halbuki insanlar tee eskiden beri olduğu gibi yine içip-yiyip-zorunlu ihtiyaçlarını gidermekte, ne bileyim bulut geçmekte, çiçek açmakta, işte hülasa güneşin altında –ambalajlar dışında- yeni bir şey vuku bulmamaktadır. Az da olsa her şirkette bir-iki adet numune olarak bulunan ve çoklukla emekliliğine birkaç zaman kalmış gerçek bir hayatı yaşayan “operasyoncular” bu keşmekeşe kıs kıs gülmekte, artık küçük bir kasabaya yerleşip domates mi yetiştirecekleri veya hacca gidip mest mi giyecekleri doğru-düzgün emeklilik planlarını kuvvetle muhtemel sigara içip Fenerbahçe’ye sevinerek düşlemektedirler.

 

Proje denen şey, Osmanlı’dan apartılmak suretiyle mühim ve şatafatlı bir etki bırakılacağına inanılan berat kelimesinin proje lafının arkasına getirilmesi suretiyle üretilmiş ve hangi yeteneksizin hangi imkânsız işleri yapacağının anlatıldığı, çoklukla Genel Müdür falan gibi göğe yakın ve dolayısıyla gerçeğe gayet uzak bir her şeye yabancının bir kâğıt parçasını imzalanmasıyla başlar. İşte bu kâğıtla atanan, kendini gayet yetkin, yetkilendirilmiş ve güçlü sanan ve ama aslında yakın zamanda bildiğiniz herkesin şamar oğlanına dönecek Proje Müdürünün ilk işi, bir açılış toplantısıyla herkesi işten güçten uzak tutmayı ve uyutmayı planlamak olacaktır. Gayet manidar bir şekilde adına Kick off denen bu toplantı, aslında olacakların da habercisidir. Yani gelen geçen, Allah rızası-kul hakkı için Proje Müdürü denen hadsiz cahile tekmeyi basacaktır. Bu başına geleceklerden habersiz arkadaş da, nedense insanlık tarihinde pek de kutlu-kutsal-mühim bir iş yaptığı zannıyla o kaynak planlaması benim bu değişiklik isteği senin, o müdüre yalvarmalar-yakarmalar senin şu üst düzey yöneticiden sürekli papara yemek benim şeklinde sefil sefil ortalarda dolanacak ve sonra da sürünmeye başlayacaktır. KOBİ’lerin kendilerini bir büyük boy hissetmeleri için türlü danışmanların kesesini doldurma pahasına uydurulmuş Vizyon-Misyon-Amaç geyiği ile yarışır bir şekilde gayet hayalperest ve futuristik isterlerin gayet sınırlı bir bütçe ile hemen gerçekleştirilmesini isteyen yüce proje teslisi hayalden saçmalığa doğru giderken, nedense sıra projeye gelince birden matris organizasyona dönüşen şirketlerin müdürleri proje müdürüne değil kaynak, zırnık bile vermeyeceklerdir. Yine de kutsal ve onurlu bir dava uğruna savaştığı inancıyla Proje Müdürü her şeyi zorlamaya devam ederek insanlıktan komple çıkacak, sonunda da herkesin gayrı ihtiyari bir insanlık vazifesi olarak ensesine şaplağı yerleştirdiği ilkel bir yaşam formuna dönüşecektir. Projeye gelince, bir ironi olarak o aşağıdaki kasta mensup operasyon müdürlerinin istediği zaman ve şekilde bitecek, tam bir kaybet-kaybet dramıyla ortalıkta patronlardan başka yüzü gülen bir Allah’ın kulu bile kalmayacaktır. Bu haldeyken bile yahu ne yaptık diyen ancak bir-iki akıllı adam olacak, herkes yine proje işlerini övüp tez zamanda analarının ağlayacağı ve aslında bir tür işsizlik hali olup gayet güzel sömürülecekleri sözleşme bazlı projelere yükselme-yücelme hırsıyla PMP ve Scrum Master sınavlarının peşinden koşturacaktır.

 

Sözün özü, dünyada cenneti bulmayı ve hiçbir hikmete sahip olmadan kısa yoldan özel-önemli-aşmış adam olmayı arayan bir akıl, her tür istismara da kapılarını sonuna kadar açmış demektir.

Fri

28

Mar

2014

Patron Nedir?

Patronu, kendileri gibi el âlemin eline-ağzına bakıp, her trendin peşinden koşup bütün var oluşlarını bununla nedenselleştiren bordro mahkûmu modern köleler gibi sanan ve sazan beyaz yakalıların, “nedir değil kimdir olması lazım değil midir üstadım, verin elinizi öpeyim” demeleri mümkündür. Efendim, kısaca bu zatlar halt etmişlerdir, zira patron denilen mahlûkat, kimdir gibi sıradan bir soru ile açıklanamayacak ölçüde yüce ve karışıktır. Yeni başlayanlar için bir girizgâh olarak patron, kredi kartından nakit avans çekmeyen kişidir ve üstelik uçan kuşa borcu olması da gayet olasıdır. Patron, ya beni işten atarlarsa kaynaklı ödlek sempatik gülümsemelerin değil rahmetli Erol Taş’ın canlandırdığı kahkahaların adamıdır ve diğerlerinin ödlekliğini de gönlünce sömürür. Patron, beyaz yakalının aksine paranın kıymetini bilen kişidir ve her kuruşu çok ama çok değerlidir. Patron, yine beyaz yakalının aksine bitmez bir güven bunalımında sürekli kendini ispatlaması gerekmeyen kişidir, göbekli ve kel olmasında da hiçbir sakınca yoktur, aksine bunlar alametifarikasıdır. Patron, gereğinde kanka olup muhatabının sözde empati yapmasına ve böylece kendini patron seviyesinde sanmasına siyaseten izin veren, ama kimsenin kendisiyle kanka olamayacağı kişidir. Patron gazoz ağacı mütevazılığın ve yardım severliğin zirvesindeki, ama bunu ısrarla ve sürekli gerçek sananları açığa düşüren kişidir. Patron, (genelde çalışanları namına) risk alan, başarırsa tek adam ve başaramazsa suçu etrafındakilere kolaylıkla ata(ya)n kişidir. Patron, emekli olmayan, hayalleri ile gerçeği arasındaki fark minimum olan kişidir, çünkü ayran budalası beyaz yakalılar gibi akıp geçen hayatın arkasından bakmaz, onu kendince yaşar ve diğerlerine de cehennem kılar.

 

Sanılanın aksine gerçek patron, çok sıfırlı bilançolara sahip kocaman şirketlerde değil, çalışan sayısı yüzü geçmeyen ”KOBİ’lerde bulunur. Bu büyük şirket patronları ya sanat-kültür-sosyal hayat keşmekeşinde yumuşamış ve dişlerini-pençelerini birilerine tevdi etmiş ya da artmış adrenalin ihtiyaçları sonucu bir üst lige, politikaya sıçramışlardır. Zaten bu kadar büyük şirketlerde çalışan beyaz yakalıların canlarına okumak için patrona ihtiyaçları yoktur, kendi kendilerine yeterlilikleri had safhadadır. KOBİ patronu genelde ya kötü bir üniversite mezunudur ya üniversiteyi terk etmiş ve hatta kapısına bile uğramamıştır. Bunların iyi diplomalarla ilişkisi, istihdam ettikleri iyi diplomalı beyaz yakalıların koleksiyonunu yapmak ve diplomanın özgürleştirmediğini göstermekten ibarettir. İyi diplomalı olanlarınsa kendilerine güvenleri, fevkinin de fevkinde ayarındadır. Çalışanlarının hayallerini tırışkadan besleyerek  (mesela türlü cafcaflı isimlerle gelir ortaklığı ve kalıp partnerlikler vaat etmek falan) ama her durumda ajandalarının gereğini yapmak, kendilerine hiçbir edim borcu getirmeyecek şekilde çalışanlarını başkalarının yanında lüzumsuz abartılarla övmek, çalışanları kamplara bölüp birbirleriyle didişmelerini ve birbirlerini ispiyonlamalarını teşvik ve tebrik etmek, sonra da bizzat yarattıkları bu kaosu çözerek adil-lider-bilge vesair sıfatlarını kimseye kaptırmamak ve bu sıfatları her terfi ve zam talebinde tepe tepe ve demagojinin sınırlarını zorlayarak kullanmak temel yönetim anlayışlarıdır. Genelde bu tip şirketlerde patronun bu eylemlerini açık-gizli destekleyen, laf yetiştiren-taşıyan-değiştiren yerli işbirlikçiler bulunur. Bunların da temel özelliği, patronun başlarını okşamalarına şiddetle ihtiyaç duymaları ve asla daha iyi bir yerde olamayacaklarına iman etmiş olmalarıdır.

 

Patron, kendisine karşı ve kendisiyle birlikte ittifak kurulamayan, ne yapsanız sonuçta borçlu-zararda-altta çıkacağınız yabancı, tanımlanamayan bir varlıktır. En iyisi hiç ilişmemek, kendi görküyle büyülenip türlü şekillerde saçmalamasını veya çoluğu-çocuğu üzerinden araçsallaşıp iyice yücelmesini-yabancılaşmasını beklemektir. Tarih ve edebiyat, mesela Fransız Devrimi'nin çocuğu olan Napolyon veya George Orwel’ın Hayvanlar Çiftliği, patrondan kaçmanın yolunun patron olmak olmadığını defalarca ispatlamıştır. Patrondan kaçmanın yolu, kendini diğerleriyle karşılaştırmadan erdemli, onurlu ve kanaatkâr bir hayat sürmek, dünyanın yalan ve ama insanın gerçek olduğunu sürekli hatırlamaktır ki bunlar beyaz yakalının semtine dahi uğramaz, çünkü iPhone 6’nın eli kulağındadır.

Fri

21

Mar

2014

Türkün Yabancıyla Yarenliği 1

Ülkeleri, G20 ülkeleri arasında en az ikinci dil bilme oranıyla açık ara birinci olan, bu haliyle hem güzel olan hem de yalnızlığı umursamaz görünen Türklerin yabancılarla yarenliği, çoook uzun bir öyküdür. Vakti zamanında farklı kılık kıyafet giydirme ve ata-eşeğe bindirmeyip zorla yayan yürütme marifetiyle altı ve üzeri çizilen yabancıların imajı, adına modernleşme denen ve bitip bitmediği meçhul bir karışık rüya-kâbus sürecinde acayip dinamik bir seyir izlemiştir.

 

Bu süreçte, güce yakın ve dolayısıyla gerçeğe Fransız bir grubun, “celladıma gülümserken” tipi yabancı sevdası ile periferide perü perişan dolanan diğer grubun “taş nerede taş” özetli yabancıya uyuz olma hali birlikte var olabilmiştir. Ancak burada yabancı denen şeyin, pusulanın Batısını ihtiva ettiği, Şark tarafının ise duruma göre ya daha sefil ya da sen-ben-bizim oğlan tanımına girdiği belirtilmelidir. Bu paradoksal birlikte var olma hali, ihracat bazlı büyümenin ithal ikamesinin yerini almasıyla ortadan kalkmıştır. Meşrebe göre seçilen “para-para-para”, “milletlerin kardeşliği” veya “doğal yayılma alanı” retorikleriyle yabancılar önce tanınma mesafesine terfi ettirilmiş, ardından da bildiğiniz enseye tokat durumuna getirilmişlerdir. Yine de bu süreç şakkadanak gerçekleşmemiştir. İlaveten paradoksun paradoksu olarak da vakti zamanın yabancı sevdalıları artık herkesle yarenlik etmekten elitlik nişanesi olamayan yabancılara, ülke elden gidiyor sanrıları ile soğumuşlardır. İşte bu yazı, bu dönemin hikâyesidir.

 

Kayıtlara göre, dönemin bilinen ilk yabancıları, hızla büyümeden mütevellit bin türlü kurumsallaşma derdine batmış Türk şirketlerine danışmanlık hizmeti vermeye gelenlerdir. İnsanın artık bakmaktan dahi utandığı davul-zurnalı kıvanç seremonileri ile karşılanan bu yabancılar, sayılarının azlığı ve sarışın-mavi gözlü-beyaz tenli güneş fakirliklerinin pek matah bir şey sayılmasından, bugünlerde sadece Çin Halk Cumhuriyetinin sağa sola gönderdiği dev pandaların müşerref olabildiği inanılmaz bir ilgi-alaka görmüşlerdir. Aslında bu pratik, Halit Kıvanç’lı kıvanç TRT Çocuk Şenliklerine katılıp sadece Ankara’nın nezih semtleri Ayrancı, Çankaya veya en kötü ihtimal Bahçelievler’de konuk edilen çocuklara gösterilen coşkunun yetişkin versiyonudur. Bir dipnot olarak, çoluk çocuk - cümbür cemaat herkesi içine alan bu sinerji ve yabancılarla kaynaşma aşkının, vakti zamanında International Youth Service (IYS) şirketinin tanesi 1 dolara “pen friend”ler satıp tarihinin en büyük cirosunu Türkiye’den yapmasıyla sonuçlandığı da hatırlanmalıdır.

 

Bu dönemde yandakine dirseği vurup işte bu İngiliz-Alman-Fransız demek, seyredilen yabancı obje bir kadınsa Müslüman edip evlenme hayalleri kurmak ve durup durup lokum-şiş kebap-göbek dansından bahsetmek yaygındır. Maaşlı eleman statülerine rağmen her daim konuk kabul edilen bu zevata, Türk misafirperverliğini ispatlamak için gece 12’lere kadar her türlü ortam ve faaliyette eşlik edilmiştir. “Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un” fonuyla “hepimiz kardeşiz”, “aslında sünnet faydalıdır” ve “Türklerde büyüğe saygı esastır” veya “aslında ben pek Türk’e benzemem, Balkanlardan gelmişiz” başlıklı muhabbetler bir açılıp bir kapatılmıştır. Döneme ait bazı evraklarda, bazı gereksiz ve haksız büyük şirketlerin misafirperverlikte coşarak toplantı salonlarında kılıç kalkan-yağlı güreş-çayda çıra-çiğ köfte gösterileri düzenlediği de yer almaktadır. Daha sonra türlü mazeretlerle bu yabancıların ülkelerine giden Türklerin mütekabil bir itibar ve iade-i coşku görmemesi, yani mesai saatinden sonra sap gibi ortada bırakılmaları ve yemek yiyebilecek Mc Donalds / Burger King’den başka bir yer bulamamaları neticesinde bu misafirperverlik zamanla azalmıştır.

 

Bu giriş bölümünden sonra erişilen gelişme bölümünde, aslında yabancıların bizden pek de bir farkları olmadığı kanaatine varılmıştır. Bu süreci, yaşlılığını olsun biraz güneş ve organik hayatla geçirmek için güneye yerleşen yabancı amcalar ve teyzeler hızlandırmıştır. Patlayan turizm ve türlü tipte ticari ilişkiler güneyde Türk garson erkek – çokça İngiliz kadın ve kuzeyde de Karadenizli iş adamı – Rus kadın evlilikleriyle sonuçlanmış, ortalık nevzuhur yabancı akraba ve hısımlıklarla dolmuştur. Yurtdışı uçaklarına binmek sıradanlaşmış ve Türkler uçakta önemli bir kokteyle katılan önemli biri performansından vazgeçmişlerdir. Profesyonel dünyada birkaç şirket patronu, yabancıları yazılımcı, kaliteci, mühendis, köşe minderi ve süsü olarak istihdam etmeye çalışmışsa da Türkçe bilmeden hiç bir şey yapılamayacağını fark etiklerinden yine yabancı pul ve para koleksiyonlarına geri dönmüşlerdir. Türkçe de, tüm bu yazılanları anladığınıza göre malumunuz değildir amma öğrenmesi zor bir dildir.

 

Hâlihazırda hala eda edilen sonuç bölümünde ise Türkler artık kaçak veya sözde siyasi sığınmacı olarak sosyal yardım peşinde koşan üçüncü dünya garibanından, expat sıfatıyla oralarda “yabancı” olarak çalışan global dünya vatandaşı garibanına dönüşmüşlerdir. Gelişmeler bununla da kalmamış, artan işsizlik oranı ve Almanya’nın kimseye zırnık koklatmaması nedeniyle Avrupa’dan ipini koparan bir sürü “yabancı” yok İngilizce öğretmeni, yok barmen veyahut kuaför olarak, üstelik bir de turist vizesiyle ülkeye girmiştir. Şanslı olanları bir Türk vatandaşı ile evlenmiş, şansız olanları ise polis tarafından yaka paça sınır dışı edilmiştir. Hülasa devran yapacağını yapmış, dönmeye devam ederek bu sefer de Türkleri görece müreffeh bir halk mertebesine getirivermiştir. Bu süreçte, çokça dil engeli biraz da racondan (mesela el öpmek, fidayda oynamak veya durup durup “sizin de işiniz zor be abi” demek) zerre anlamama hali nedeniyle çok sayıda beyaz yakalı yabancının, ülkede çalışma hayalleri sükûta uğramıştır. İşte bu ahval dahilinde ülkede bulunan beyaz yakalı yabancıların sayısı, eser miktarda kalmış ve beyaz yakalı Türklerin bunlarla birlikte türlü lüzumsuz işe girişme projeleri rafta kalmıştır. Yine de beyaz yakalılar arasında, “Türk’e benzemiyorsunuz” minvalli laflar, anlaşılmaz bir şekilde bir iltifat olarak kabul görmeye devam etmektedir.

 

Sonucun sonucunda ise dünyanın yuvarlaklığı yeniden keşfeden dünya ahalisi, aynı şeyleri aynı şekillerde tüketmeye başlayarak kendilerine ve insanlığa yabancılaşmış, böylece de yabancı olmak normal ve “in”, gerçekten yerli olmak ise anlaşılmaz ve “out” bir şey haline gelivermiştir.

Fri

21

Mar

2014

Türkün Yabancıyla Yarenliği 2

Ne zaman başladığına ilişkin kesin bir şeyler söylemek zor olsa da, öz güveni bir şekilde kırılmış ya da sahtekârca aşırı gelişmiş bir Türk tipinin “yabancı”ya karşı sevgi/nefret odaklı abartılı bir ilgi beslediğini söylemek mümkündür. Paradoksal bir şekilde “ne varsa Batı’da var” diyenlerle “bizim bulgurumuz süperdir” diyenlerin bu ortak “ilgi” paydasında buluşmaları, açıklanmaya muhtaç acayip bir sosyal fenomendir. İşin sınırsız Batı hayranlığı besleyenler açısından yorumu kolaydır. Nihayetinde kendi akli ve fiziki yetersizliklerine, kültürlerinin arkaik ve kokuşmuş olduğuna ve de “esmer-kıllı-bıyıklı” Türklerin vandallığına ikna olmuş olan bu güruh, yüzlerini bütün cepheleriyle gelişmiş-aşmış-ermiş-bitirmiş Batı’ya döndürüvermiş, neliğini ve niceliğini sorgulamadan gelen her şeyi eyvallah diyerek bağırlarının en içine basıvermişlerdir. Giyim biçiminden yemek zevklerine, insanın öyküsünün anlaşılmasından tuvalet kâğıdının hijyenliğine kadar birebir ruhsuz bir klonlama sürecine kurban olmaya gönüllü bu ahali, tez zamanda orijinallerini geride bırakmış ve kraldan çok kralcı yaftasının gerçek sahipleri olmuşlardır. Mesela bunlara göre sarışın-mavi gözlü-beyaz tenli olmak kafadan üstünlüğün bir göstergesi ya da bu coğrafyada mümkün en Batılı hal olan Balkan göçmenliği, durup durup övünmeyi gerektiren bir yüce insan halidir. Lakin bu grup Almanya’da da köylülerin olduğuna, ortalama İngiliz’in gayet kötü bir eğitime sahip olduğuna ya da bütün İtalyanların sanatkâr olmadığına inanmakta güçlük çekmekte, bu insanları acep soyu buralardan mıdır diye kendince sorgulayıp inandıkları kutsallarını temize çekmeye çalışmaktadırlar.

 

Gelelim ikinci ve renklilikleriyle çok daha fazla malzeme vadeden topluluğa. Bunlardaki ortak özellik, için için Batının üstünlüğüne inanmak, ama bu üstünlüğü çaba ve çalışma ile değil türlü ayak oyunları ve kumpasla açıklamak, dolayısıyla içre yaşanan “az gelişmişliği” bir haksızlık veya “zalim felek” olarak telakki etmektir. Farklı ve aslında daha da üstün olduklarını göstere göstere ilan etmek için kendilerince buldukları yöntem, otantik türlü kültürel malzemeyi veya seremoniyi modernize edip -yani rezil edip- yerliyiz ve üstünüz marşını gür bir ses ve uygun adımlarla terennüm etmek, artık nerelilerse oralı olmaya ve kalmaya özen göstermektir. Bu coşkulu gösterimlere örnek olarak, “estetize” edilmiş testi, sini, güğüm, kağnı tekeri gibi objeleri medarı iftihar olarak salonlarda görücüye çıkarmak, hiç de kullan(a)madıkları yöresel bir ağzı, hemşerilerine karşı ya da yerli görünmenin para ettiği mekânlarda bol keseden kullanmak, büyükleri sayma törenlerini abartılı bir şekilde eda etmek, olur olmaz yüksek sesle türkü söylemek, atasözlerini sıralamak falan verilebilir. Bu yerli olma / görünme ısrarının, modern tüketim biçimleriyle birlikte arzı endam etmesi ise altı kaval üstü şeşhane mertebesindedir. Facebook ya da diğer türlü sosyal mecrada sürekli gönül insanı vasfıyla ifa ettikleri bildiğimiz geveze-boş-münasebetsiz-hadsiz insan performansının, sözde övülen adabı muaşerete uyan bir tarafı, yani fitne-fücur işleriyle uğraşmayıp herkese gösterilmesi icap eden mesafeli bir saygıyı koruyan bir hal ile yakından uzaktan ilgisi yoktur. Bu mecralarla beslenen türlü flörtöz hallerin de, çokça zikredilen geleneksel ahlak anlayışında, ancak hakir görülen bir yeri mevcuttur. Bu gerektiği veya işe yaradığı kadar yerlileşme halinin, aslında istense de olunamayan o “yabancı” haline karşı icra edilen eklektik-tutarsız-komik-ayıp bir “ben de varım, ben de insanım, üstelik de daha…” özetli sözüm ona isyan ve var(ol)uş halinden başka da bir açıklaması yoktur. İlk ve son kertede gereksizdir, utanç vericidir ve otantik olan her şeye karşı da açık bir hak gaspıdır.

 

Kıssadan hisse, kendine yabancılaşanın -ki buna sahte yerlileşme de dahildir- er ya da geç silikleşeceği, insanı kurtaracak tek şeyin de ancak gerçekten çalışmakla beslenen bir vakar ve özsaygı duygusu olduğudur.

Fri

14

Mar

2014

Dünya Yalan, İnsan Gerçek

“Dünyanın küreselleşmesi “ diyerek herhangi bir özlü söze girişen, buyurduğu yarım yamalak aparılmış incilere alkış bekleyen, 4-5-6 ve 7 P’li veya Mor İnekli veya Mavi Okyanuslu türlü pazarlama trendlerini / kavramlarını ölürcesine tüketen, her şeyi anlamış – bulmuş – çözmüş – yemiş – yutmuş ve anda da kusan zatın, eşeği çöle salıp sudan gelinceye kadar pataklanmasında hiçbir beis yoktur. Eğer bu kuvvetle muhtemel askılı – papyonlu – porselen dişli veya uzun favorili – kısa boylu – göbekli muhterem, devamında “ne varsa Batı’da var” başlıklı bir su katıksız ilerlemeci – modernist – pozitivist propagandaya girişip her bir şeyi Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi ile açıklayıp araya da Mu medeniyetini bir gayret sokuşturuyorsa kızılcıktan aşağısı kurtarmaz, aksi halde söğüt veya gürgen yetişir. Bir de üstüne yönetmeyi “liderle müdür arasındaki fark”, olmayı “IQ + EQ = SQ”, sevmeyi “üst modeli çıkana kadar” ve hüznü de bir çilingir sofrasında çalgı-çengi eşliğinde bir iki şarkıyla gözlerini devirip devirip sesini titretmek sanıyorsa, yapılabilecek daha da başka bir şey yoktur. Ağzın kenarıyla selamet dilenip tekrar bahçeye bostana salınabilir.

 

“Ecdadımız zamanında” diyerek herhangi bir özlü söze girişen, değil diğer ülkeleri ve toplulukları kendi ülkesini dahi anlamaktan aciz, yine değil ikinci – üçüncü bir dili kendi dilini bile doğru düzgün okuyup – konuşup – yazamayan, “öteki” diye gönlünce damgaladığı her şeye tahammülsüz ve anlamaya niyetsiz, çalışıp hak etmek yerine sırf kendini ait saydığı tarih nedeniyle “kafadan” üstün ve ama hakkı yenilmiş olduğuna inanan zatın da dip yekûnda ilkinden bir farkı, dolayısıyla da eşek sayısının ikiye çıkarılmasında bir beis yoktur. Eğer bu kuvvetle muhtemel odasına – duvarına – masasına ne anlama geldiklerini öğrenmeye bile zahmet etmeden replika Osmanlı arma ve tuğralarını serpiştirmiş muhterem, bu içinde bin bir çeşit anlayışı, görgüyü ve kavrayışı bilmem kaç zaman içermiş çok uzun soluklu öyküyü, sığ bir etnisite veya sadece modern zamanlara özgü küt ve tek biçim bir aynılaştırmadan ibaret sayıyor, buradan da kendine türlü payeler çıkarıyorsa ve her şeyi / zamanı kapsadığını zannettiği sığlığını “gelenekten geleceğe” minvalli sloganlarla sözde haklı çıkarıyorsa kızılcıkları da acele iki yapmak lüzumludur, yoksa söğüt de gürgen de boldur. Bir de üstüne sağda solda gördüğü her Koca Sinan eserinde içlenip ama bunlarda kuşlara bile yuva yapan inceliği görmezden gelip bulduğu her boşça alana bir kule dikme hayaliyle gezip, koca bir medeniyeti evine istif ettiği türlü kitch objeyle sahiden de hatmettiğine inanıyor ve de modern sayılan hiçbir şeyden de tüketici sıfatıyla geri kalmıyorsa, yapılabilecek daha da başka bir şey yoktur. Elin tersiyle yallah denip tekrar çayıra çimene salınabilir.

 

Yok, bu zat lüzumsuz güç iddialı “biz”den çok “ben”i telaffuz ediyorsa, hemencecik taraf olma lüksü yerine ne ve neden oluyor başlıklı türlü soru, sorgu ve anlamaya çalışmaklarla boğuşuyorsa, bir taraftan sadece çalışmaktır kurtaran insanı deyip / yapıp diğer taraftan da gereğinde yalnız kalmaktan çekinmiyorsa, bir boşlukta hissedip mecbuuur diğerlerine takılıp pencerelerden atlamakla hayatı geçirmektense kendini akan zamanın ve mekânın içine anlamlı bir şekilde yerleştirmeye didiniyorsa, bunların “hepisini, hepisini”ni yapar iken çoluk çocuğa da karışıyor veya karışmaya çalışıyor, dolayısıyla eve ekmek götürmeyi, su taşımayı ve ateşi yakmayı da insan olmak ve kalmaktan sayıyorsa, elini öpmekte beis yoktur, bilakis gerek vardır. Eğer bu kuvvetle muhtemel az görünen, az konuşan ve çokça dinleyen muhterem, insanlara gülümsüyor, fildişi kulelerde sabahlamıyor, merak ediyor, hayret ediyor, hayran kalıyor, bunları ifade ediyor, hemi de yanınızda yörenizde iştigal ediyorsa -üstelik müdür de olsa ya da herhangi bir beyaz yakalı- hemencecik çay veya kahve içmeye davet etmek şarttır, olmazsa olmazdır, kati bir mükellefiyettir.

 

Artık hangisinden ve hangisiyle olmak istediğiniz de size kalmıştır, çünkü dünya yalandır da insan gerçektir.

Fri

07

Mar

2014

Çay ile Kahveye Övgüdür

İnsanın ofiste kafasının çalışması ile sıcak sıvı tüketimi arasındaki doğrusal ilişki, şıkır şıkır giyinmiş beyaz yakalı kadın ve erkeklerin görev bilinciyle koştura koştura Starbucks, Gloria Jean's, Cafe Crown veya Caffe Nero’dan americana, espresso, cappucino, machiato, mocha veya frappe alıp modernliklerini ve dinamikliklerini ve dönüştürülmüş kâğıttan mamul kahve tutacaklarıyla da çevre bilinçlerini birbirlerinin gözlerine sokmasından önce de vardı. Outsourcing denilen sahtekârlık ve sömürünün çıkmasından çok önce yaşı evveller, ofislerde kendisi de şirketin bordrosuna kayıtlı çaycıların düzenli aralıklarla dolaşıp herkesi çayladığını ama sadece zamanın müdürlerine kahve getirdiklerini, gıcık kaptıklarının çaylarına tükürdüklerini veya bile bile hamam suyu gibi bir çayı önlerine atıp gittiklerini hatırlarlar. O zamanlar çaycılarla iyi ilişki tutturmak ya da tutturmamak, vezir olmak veya cümle ofis ahalisi / misafirinin ortasında rezil edilmek anlamına gelirdi. Kahvenin bilinen tek formatı, gereksiz ulus yaratma sürecinin açık mağdurları olan Yunanlılar hariç dünyanın her bir köşesinde herkesin hala aynı isimle istediği Türk Kahvesi idi. Kahve bir imtiyazdı, bir seremoniydi ve kam alma şöleninin başrol oyuncusuydu. Köpüğü ve kıvamı, ileride başına örülecek çorapların bir habercisi olarak damat adayına tuzlu olarak ikram edildiği kız isteme törenlerinin ana konusuydu. Sağladığı önemli adam olma hissi, eve misafir gelmiş mühim sayılan bir ziyaretçinin altını çizmenin başlıca yolu idi. Kırk yıllık hatırı atasözlerinin konusu, takım-taklavatı her çeyizin demirbaşı, üzücü veya havalara uçuran bir haberin ardıl eşlikçisiydi. Kendisine kara diyen dilberi, “ağalar beyler içerler, kahve de kara değil mi” diyerek Karacaoğlan’ın hizaya çektiği idi. İkisinin yokluğu, mesela Ramazanlarda, en feci işkence, elinin nereye koyacağını bilememe hali, sürekli bir baş ağrısı ve nedensiz bir asabilikti.

 

Zaman geçti ve her şey değişti. Olympia marka daktilo ve Facit hesap makinelerinin yerini, ortamdaki bütün tozu biriktiren ve eşek ölüsü ağırlığındaki bilgisayarlar aldı yavaş yavaş. Tüfek icat oldu misali, herkes, hepi topu save butonunun yeri ve eski tip tekerlekli mouselarla mücadele ile disket denen zırt pırt format isteyen neredeyse sıfır hafızalı plastik kareleri bir deliğe sokmayı öğrendiği eğitimlere gidip şaşkına döndü. İşte bu eğitimler, sırf bilgisayarı açıp kapatmayı bildiği için beyaz yakalı tıfılların haksız yere parlayıp, iş feleğinin çemberinden geçmiş nice emektarın da ıskartaya çıkarıldığı bir dönemin habercisiydi. Aynı süreçte unvanların sayısı, kişi başına düşen losyon ve parfüm tüketimi, penceresiz plazalar ve kartvizitler arttı. Takiben önce aptalları sonra akılıları olmak üzere cep telefonları ve bilmem kaç lümenlik projektörler sahne aldı. Herkes bir şekilde bir şeyin müdürü olunca çaycılar işten atıldı, bazıları dış kaynak kullanımı ile yeni “zencileri” işe aldı, bazıları da tamamen makinelere bağladı sıcak sıvı üretimi işini, ama her halükarda çay ve kahvenin tahtı baki kaldı. Yaka rengi ve meşrebi bağımsız herkes, saksıyı çalıştırmak ya da bir nefes almak için çaya ya da kahveye dayandı. İnce belli ya da Ajda çay bardakları ve nevzuhur muglar ve kupalar her ofisin, hatta bebelere şeker promosyonların olmazsa olmazı olmaya devam etti.

 

Farkında mısınız, modern dünyanın bile bin bir çeşit, adını dahi telaffuz edemediğimiz kahve ve yeşili de dahil olmak üzere tatsız tuzsuz çay çeşidi ile sulandırmaya çalışıp ama bozmaya muvaffak olamadığı bu kadim gelenek, herkesin öncesinde ve nihayetinde insan olduğunu hatırlatıyor. Sıdkı sıyrılmış ve modern dünyadan yorulmuş profesyonellere bile, eşsiz bir fırsat sunuyor. Demem o ki; unutun performans değerlendirme sistemlerini ve kimin eli kimin cebinde belirsiz matris organizasyonları, boş verin bir süre apoletlerinize ve sizi sahtekârca iyi hissettiren her tür aksesuarınıza, koy verin gitsin parlatılmış ve bilmiş gülümsemelerinizi ve bilmem hangi soft eğitimden öğrendiğiniz vücut dili pratiklerini. Bir dostunuzu arayın, oturup bir çay ya da kahve için birlikte. İçerken de çiçeklerden veya fakir ve yetim çocuklardan veya bulutlardan veya memleketinizden veya ilkokulunuzdan, işte hülasa insan olmak ve insan kalmaktan bahsedin. Kirletin biraz beyaz yakalarınızı yahu, çünkü yeni bir şey yok güneşin altında, işte bildiğin yalan dünya.

Fri

28

Feb

2014

Modern Dünyada Bebek Sahibi Olmak

Öncelikle buralarda bebeklerin lahanadan çıktığı veya leyleklerce bez içinde getirildiği zevzekliklerine eskiden hiç başvurulmadığını zamane çocuklarına söyleyelim. Bunlar gibi ipe sapa gelmez ve akla izana sığmaz daniskalara başvurulmamasının nedeni ne hayal gücü eksikliği (bakınız Keloğlan, tabi saç ektirmeyi düşünmeden) ne de çocukların ağzının torba misali büzülüp bu tip münasebetsizliklere izin verilmemesiydi. Bu gerekmez ve dahi istemezükün sebebi, o zamanlar insanların bebek ve varsa bir önceki model için kardeş sahibi olmayı gayet şölen havasında ve geniş bir topluluk içinde yaşaması, bu zenginliğin böyle lüzumsuz sorulara değil, olsa olsa şükre, dikkat ve rikkate sebep olması idi. Ama elbet modernite, çivisini çıkardığı nice şeye bunu da eklemeyi ve tüketim odaklı var olmaya yeni bir boyut eklemeyi başardı.

 

Modern insanın bebek sahibi olması, bir ton para saçılarak ve çikolatalar da dahil olmak üzere her şeyin pespembe veya masmavi yapıldığı bir özel hastanede ve elbette sezaryen yöntemi ile başlar. Çünkü modern zamanlarda bebek denen yeni insanın kafatası nedensiz bir şekilde büyüyerek normal doğumu riskli hale getirmiş, işin esasında ise gerçek her şeyden kaçan her modern şey gibi modern kadın da anne olmak gibi bir şeyi iyicene anlamasını sağlayacak bir deneyimden yusuf yusuf ve hikmetinden sual olunmaz tıbbi mazeretlerle uzayıvermiştir. Aynı anda modern erkek ise elinde bilmem kaç megapiksel bir kamera ile gözünün eriştiği her lüzumsuz ve hatta bazıları utanılası ayrıntıları, bilinmez ne maksatla tarihe kaydetmekle meşguldür. Kadın sezaryen sonrası tekrar yürümeyi öğrenmeye çalışıp neden normal doğum yapmadım diye kafasını duvarlara falan vururken, işyerinden şıkıdım şıkıdım giyinmiş bir sürü zat-ı muhterem beşlik simit gibi sırıtarak odaya doldur-boşalt yapmakta, işini bilir bir yakın dost da takılan çeyreklikleri ve takanları bir Excel tablosuna kaydetmektedir. İşte bu sahtekâr kalabalık hali, bu mutlu çift eve postalanana kadar devam eder, çünkü modern dünyada herkes yalnızdır.

 

Modern insanın hayat algısında yaşlanmak diye bir şey olmadığı ve dolayısıyla yaşlananlar huzurevine şutlandığı için, bebeğe bakmayı öğretecek ve yardım edecek ana-baba yardımı kafadan olmayan bir şeydir. Bunların yaşlı olmayanları zaten ya bir resim atölyesine ya da bir musiki derneğine yazılıp facebook’tan bugün kendim için ne yaptım özetli lüzumsuz fotoğraflarını ve hangi hakka istinaden bilinmez dünyaya gelmiş torunlarının tüm ayrıntılarını biteviye yeni klanlarıyla paylaşmakta, işte bildiğiniz zevkü sefa içinde düşman çatlatıp hayattan kam alma peşinde tükenircesine koşturmaktadır. O esnada modern kadın, elbette çok önceden yapılmış ince bir planlamayla ve türlü “interview”lardan geçirerek işe aldığı acente onaylı, İngilizce bilir ve muhtemelen Filipinli dadısıyla bebeğin hayata tutunma çabalarına düzenli ket vurma faaliyetleri içindedir. Bu arada bu dadı elbette çirkin, mümkünse de yaşlıcadır, zira modern kadın modern olan hiçbir şeye güvenmediği gibi modern erkeğe de güvenmemektedir. Bu güvenmezlik hali organik bez, mama, süt, yumurta ve meyvelerle sürüp gider. Ancak bu muhteşem özen bebeğe anne sütü vermeye gelince süratle kaybolur ve yine türlü mazeretlerle bebek, “ana sütü gibi helal” olan anne sütünden tez vakitte kesilir. Böylece kadın gece uykusunu iyice alır, kariyerine kısa bir arayla yeniden başlar ve bebek de Singapur Türkçesi ve İngilizcesi öğrenmekle meşgul olur. Bu arada evin her bir tarafına monte edilmiş açık ve gizli kameralarla sürecin gayet iyi yönetildiğinden emin olunur ve kadın türlü mobil cihazlarla her yerde, mesela Starbucks ya da Bebek Parkı’nda veya süratle geri kazanması gereken siluetini arayıp durduğu Gym Salonunda durumu kontrol altında tutar. Paralel süreçte bebeğin boyu, kilosu, ayak ve kafa ölçüsü düzenli aralıklarla kaydedilir ve bebeğe ait her şey gibi yıllanınca iyi bir anı olur diye en kuytu yerlere zulalanır, çünkü modern insan yaşlanınca çocuğundan geriye elinde başka da hiçbir halt kalmayacağını için için bilir (meraklısı için bakınız “Tahta Çanaklar”).

 

Bu anne-babanın elinde kendi haline bırakılırsa kesin saşkın olacağı için bebeğin zekâsının gelişmesi önemli bir konudur. Chicco, Mother’s Care, Toy’s R Us veya bilmem ne storedan alınma, ama her durumda İngiliz-Alman tasarımlı ve ama Çin menşeli, insanı akıllıyken deli yapacak bilumum plastik oyuncakla ev hengâmeye çevrilir. Aynı anda eskilerin bir çıngırak ve bebeği sırta bağlamaya yarar bir bez parçası ile gayet de güzel idare ettiği süreç, puset, araba koltuğu, mama sandalyesi, ilk adım arabası, dönence, elektrikli beşik ve ana kucağı ile iyice çorbaya çevrilir. Ancak bu para harcadığın kadar itinalı anne-babasın efsanesi, elde örülmüş doğru düzgün bir yün battaniye yerine dibine kadar kimyasal polar çer-çöple az zamanda çöker. Bu sırada modern kadın üçüncü bakıcıyı değiştirmekle ve hamilelik öncesi elbiselerine sığmaya çalışmakla meşguldür. Modern erkek ise bebeğini ne kadar çok sevdiğini ve kendisi için ne kadar özel olduğunu ballandıra ballandıra ve slayt şov eşliğinde herkese anlatmakta, ama mesai, toplantı ve patron falan yüzünden bir türlü evine gel(e?)memektedir.

 

Sonra işte bir gün Allah rızası için bir tanıdık, çokça bir teyze anne-babayı çocuğu dışarıya, bir parka götürmeye güç-bela ikna eder ve bebek de gördüğü ilk toprağı, merak buyurmayın demir eksikliğinden değil, ağzına sokuverir. Kirlenmek güzeldir mottosuna zerre itimat etmeyen ve çocuğunun müdür/executive olacağından kesin emin olan kadın çocuğu artık Taylandlı bakıcıya kaptırdığı gibi her daim çantada taşınan ithal malı sıvı ile bir güzel hijyen ettirir. Bir taraftan da ikinci çocuğa olmaz dediği için kendi kendini tebrik etmektedir. Çocuğun sokakla bir sonraki buluşması, artık ya “seni babama söyleyeceğim” ya da “o zaman topumu geri ver” diyeceği bilmem kaç sonraki bahara kalmıştır. Bu turfanda çocuk büyüyünce ne mi olacaktır? Elbette bir beyaz yakalı, akıllım.

Thu

20

Feb

2014

Bir Beyaz Yakalı Modern İnsan Olarak Erkeğin Portresi

Beyaz yakalı erkeğin hangi sahtekâr dönüşüm sonunda yelelerini sıfıra vurdurup dişlerini fırçalamaya başladığı bir sürü araştırmacının helak olduğu dipsiz bir sorunsaldır. Bizzat Darvin’in, kendisinden ters bir evrim süreci beklediği bu hiç de latif olmayan cinsin, vurma-kırma temelli kadim iletişiminden “imajım ne ve nasıl olmalı”ya veya az ve sert kelimeli(siz) giriş –gelişme-sonuç (çat-pat-küt) tarzından efemine bir başarılı (güzel) görünme odaklı bir oyuncuya hangi mutasyonla dönüştüğü, tarihin en anlaşılmaz hadiselerinden biridir. Son bin yıllık istatistikler, şap kullanımının veya uzun saç-küpenin bununla bir ilgisi olmadığını kesin bir şekilde kanıtlamıştır. Erkeğin IQ, EQ veya herhangi bir Q(uality)’sının uzun periyotlarda incelendiği çalışmalardan da bir sonuç çıkmamış, erkeklerin tüm zamanlarda iyi ihtimal şaşkın kötü ihtimal süzme salak olduğu yeniden anlaşılmıştır. Nitekim, herhangi bir erkek topluluğundan “koca olur adamı” eliyle koymuş gibi şıp diye bulup çıkaran kadınların oranındaki sabit trend ve bu erkeklerin hepsinin düğün fotoğraflarındaki sanki bir şey başarmışlar gibi nedensiz ve anlamsız zafer gülümsemeleri bu veriyi desteklemektedir. Sonuçta bu alandaki araştırmacı-yazarların hepsi, beyaz yakalı erkeğin aslında beyaz yakalı kadınların zoraki erkekleşmesi sürecinin olumsuz yan ürünü olduğu konusunda hemfikir olmuşlardır.

 

Varsayımların tam aksine, vakti zamanında sorumluluk, güç ve kavi duruş olarak özetlenen “erkek adam” duruşunun aslında erkeklerin otantik özelliği olmadığı, becerileri son kertede birkaç kelimeyi birleştirip zorunlu ihtiyaçlarını tek başına karşılamaktan ibaret erkeğin bu duruşa kadının tasarım, talep ve desteğiyle geçebildiği artık iyice bilinen bir husustur. Ancak tarihte ilk kez mutfağından zorla çıkarılıp fabrikaya işçi yazılan İngiliz kadınıyla başlayan ve İngiliz mutfağının da fish & chips’den ibaret kalmasının müsebbibi olan Endüstri Devrimi, kadınların erkek algısında da ciddi değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Evvelden erkek işi diye nitelenen işlerin hiç de öyle sanıldığı gibi zorlu işler olmadığını ve erkeklerin çok yoruldum laflarının pişpirik, barbut ve “bul karayı al parayı”dan ibaret olduğunu anlayan kadın, hem kel hem de fodul protestosuyla iş dünyasına yavaş yavaş girmeye başlamıştır. Eksik etek, saçı uzun veya sarışın engellerini doğrudan, olmadı çokça bulunan bir saftirik üzerinden geçen kadın, kısa sürede erkeğin varlık nedeninin içini de boşaltmıştır. Kadınların arasında gıybet molasında geçen “acaba bir şans daha mı versek” yollu tartışmalar, erkeklerin tam desteği ile patlak veren Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla bir daha tartışılmamak üzere sonlandırılmış ve böylece de erkeğin bitmez aylaklık ve amaçsızlık dönemi başlamıştır.

 

Kendi başına bir varlık nedeni bulamayan, kurtulamadığı bir baltaya sap olma güdüsü için de en iyi ihtimal tuttuğu takımın golüne sevinen veya süper kahramanlı çizgi roman okuyan erkeğin gözü, en sonunda elbette yine kadına takılakalmıştır. Sonunda da kadın yapıyorsa kesin matah bir şeydir özetli tarihsel sağduyusunun gayrı ihtiyari peşine takılarak yakayı beyazlatıvermiştir. İşte bu yüzden tarihinde hiç olmamış bir kozmetik kalemini bütçesine eklemiş, bildik üstüne yürüyüp hakkıyla sopasını yeme adabını terk edip başarılı görünmek uğruna türlü kumpaslara bulaşmış, alışılmış yere sağlam basan yengeç yürümesini, hoppa ve uçarı yürümeyle değiştirip vakarını da iki paralık edivermiştir. Türlü aksesuarlara döktüğü ufak çaplı servete elini çenesine götürüp poz vermeyi eklemiş veyahut ticari fırsattan istifade berberden kuaföre tevdi etmiş salonlarda “saç-sakal” yerine türlü manikür, pedikür ve epilasyon işlerine bulaşmıştır. Kendini parlatma hamlelerine vücut dili erbabı, salon adamı ve monşör titriyle yeni bir eşik atlatmak için her hafta sonu soft eğitimlere koşturmuş, tenini solaryum marifetiyle koyulaştırmış, ışıl ışıl dişlere sahip olmuş, dolaptan gardıroba terfi ederek tekstilin engin dünyasında kendini iyice kaybetmiş, hot-zot adamın yerini akla hayale gelmez esneklikler ve kıvırmalar almıştır.

 

Günün sonunda etrafta ne eş ne de baba olacak adam kalmadığını gören kadın, nerede hata yaptığını elbette anlamıştır. Kadın gibi erkeği de insan yapan, başkalarına olan sorumluğudur. Ama heyhat, iş işten çoktan geçmiştir. Artık herkes kartvizit, cep telefonu ve Twitter follower sayısı üçgenindedir. Kadının zoraki erkekleşmesi, erkeğin de artık kulanım alanı olmayan adam olma halinden vazgeçmesiyle sonuçlanmış, türküdeki safiyane “sen bana bacı ol, ben sana kardaş” temennisi, herkesin cinsiyet bağımsız olarak yek diğerinin kurdu olmasıyla neticelenmiştir. Artık vakit çok geçtir, çünkü vakit dumanlı hava vaktidir.

Thu

13

Feb

2014

Türkün İngilizceyle İmtihanı

“Güzel ve yalnız” ülkemin İngilizce çilesi, çırpına çırpına ağlayıp aynı anda çatlayana kadar gülecek kadar trajikomiktir. Bu ülkede doğan istisnasız herkes ömrünün ciddi bir bölümünü “anlıyorum ama konuşamıyorum” diyebilmek için İngilizce ile sersefil etmiş, bunun ekseriyeti de “what is your name”in ötesine geçememiştir. Bu sonucun hesabı kâh eğitim sistemine kâh pratik eksikliğine kesilse de hakikat, sondan eklemeli bir dil konuşan Türkler için İngilizcenin, Tarzancadan daha gelişmiş veya 2 yaşındaki bir çocuğun kuralsız ve basit ilk gevelemelerinden daha anlamlı bir dil olmamasıdır. Yahu, “ne senin ad?” veya “ nasıl sen?” ne kadar öğrenmeye değer bir şey olabilir ki? Zamanında tüm dünyayı yakmış kavurmuş İngilizlerin böyle primitif, böyle sünepe ve böyle “under construction” safhasında kalmış bir dile sahip olamayacağına iman etmiş Türkler, böylece bir kez daha İngilizlerin oyununa gelmiş ve esasen olmayan bir mükemmelliği İngilizceye maalesef atfetmişlerdir.

 

Zamanında parası olanlar için kolej ve fakir ama gururlular için de Anadolu Lisesine kapağı atmakla tedavi edilebildiği sanılan bu rahatsızlık, yazın güneyde falan rastlanan çulsuz ve hippi kılıklı İngilizlerle ilk temasta tekrar nüksetmiş, yurdumun gariban çocukları Mr. Brown ile zevcesi arasındaki tatsız tuzsuz ve herhangi bir akıldan yoksun saçma diyaloglara yeniden ve yeniden gömülmek zorunda kalmıştır. Gittikçe büyüyen ve büyüdükçe de artık bir nedensiz özür dileme haline dönüşen bu sözde eksiklik, ebeveynlerden çocuklarına “ben öğrenemedim, bari çocuğum öğrensin” saftirikliği ile aynen miras bırakılmıştır. Bu yolda türlü dil eğitim merkezleri, kurlar, uyurken veya ayakta İngilizce öğrenme metotlarıyla düzenli azap çektirilen, olmadı TCDD’nin “interrails”i ile ecnebi memleketlerin bitli hostellerinde özgür ama beş parasız sürünmek zorunda bırakılıp şaşkoloza dönen bir sürü nesil, ancak “what is that” ve şiş kebaba kadar erişebilmiştir. Oyunun başında muhatabını kendinden zeki ve üstün sayan bir aklın hak ettiği de başka bir şey değildir zaten.

 

Bilumum kamu ve özel sektör sınavlarında (ki bu sınavlar için öğretilen tirik, “not only”i gördüğün yerde “but also”yu işaretleyeceksin kıvamındadır) , hasbel kader üniversite mezunu olanlar için köyüne kasabasına bilmem ne yardım kuruluşu adına gelen “gâvurlarla” nedense hasbihal etmeye pek meraklı hemşerilerinin ittirip kaktırmasıyla tekrar ve tekrar, tekrar ve tekrar duçar olunan bu karın ağrısı, ancak “Müdür” olunca sona erebilmiştir. Çünkü tanım gereği müdür olabilmiş biri, elbette İngilizceyi de bilmektedir. Ama bu mutlu dönem, adına beyaz yaka denen ve nevzuhur uyduruk bir dil konuşan, üstelik hepsi de bir şekilde müdür olan yeni bir türün dünya sahnesine çıkmasıyla kısacık sürmüştür. Şaşkınlık ve kendini bilmezliğin fevkinin de fevkinde olan, mecnun kavramının anlamını zorlama raddesinde olumsuz olarak genişleten bu yepyeni sınıf, İngilizceyi konuşamamakla iktifa etmemiş, affedersiniz Türkçenin de içine edivermiştir. İşte bu müsvedde şahsiyetler türlü İngilizce fiil ve isimle, Türkçenin özne ve eklerini gayet gayrimeşru bir şekilde kendi kafalarınca evermiş, ortaya da “dawnlod edip seyv ettikten sonra” veya “bos raporların trek edilip konförm ve sent edilmesini” ya da “yapılabilite” gibi utanılası sefillikte bir iletişimsizlik örneği peydahlayıvermişlerdir. Peki, burada durmuşlar mıdır? Nerde efendim, nerde. Devamında (şöyle gerilip gerilip vurulası) ağızlarını büke yaya konuşmanın pek matah bir şey olduğu trendine balıklama dalıp, zamanın zincirlerle zaptı rap altına alınmış Kunta Kintesine bile bir şahsiyet katan aksanlarını tümden yitirmişlerdir. İşte bu şahsiyetsiz ve kimlik yoksunu koca bir güruh, ana dilleriyle arasında biraz genişçe bir aksan farkından başka bir şey olmamasına rağmen İngilizceyi ısrarla öğrenmeyen veya sadece para kazanmak için mecbur öğrenip kendi dilleri gibi konuşmakta ısrar eden Almanları, Fransızları, İtalyanları ve İspanyolları hiç fark etmemiş, bilmem kaç yüzyıl İngiliz sömürgesi altında yaşamalarına rağmen hala kendi bildikleri gibi İngilizce konuşan Hintlileri küçümsemiş, hatta daha da ileri giderek kendi öz yurdunun otantik lehçe ve diğer ana dillerini hakir görmüştür. İşte tam da bu yüzden ne mümbit bir gönül zenginliği, ne bir vakur duruş ne de bir “yaratılanı severim yaratandan ötürü” özetli alçalmadan sevme hali bu akıl göçebelerinin semtine dahi uğramıştır.

 

Sözün özü veya velhasıl kelam, öğrenmek de her şey gibi kendini bilmekle başlar ya da gayet güzel dendiği gibi “aslını inkâr eden haramzadedir”.

Wed

12

Feb

2014

Müdür, Müdür, Müdür, Yine Müdür

Yeni yetmeler için vakti zamanında müdür denen şeyin enteresan, gizemli ve korkulası bir şey olduğunu söyleyerek başlayalım. O zamanlar siyah beyaz ve tek kanaldan ve Kütahya İbrikli yayın yapan bir televizyon vardı. Televizyon cihazının neden bir sürü kanal düğmesine sahip olduğu kimsenin aklına gelmez bir soruydu. Çekyat icat olmamış, ya kimsenin kıyıp oturmadığı veya oturtulmadığı kilitli misafir odası koltukları ya da her işe yarar divanlar vardı. Kalorifer, asansör, yürüyen merdivenler, araba falan inanılmaz, saygı duyulası ve hayal dahi edilemez ayrıcalıklardı. Yollar yazın tozlu, kışın çamurlu, pazarlar her daim cümbüşlü ve kalabalık, erkekler uzun-kalın favorili ve paçası bol daracık pantolonlu, kadınlar ise kabarık saçlı ve abartılıydı. Şehirlerin türlü bayramlarının cümbür cemaat kutlandığı köşeli ve gayet dışavurumcu meydanları, tren garlarının her daim müdavimleriyle dolu meyhaneleri, sokakların köpekleri ve çöpleri, elektrik kesintileri ve dolayısıyla gaz lambaları, Facit hesap makineleri ve Olympia daktiloları, memurların tozdan kaçmak için taktıkları kollukları, polise hiç benzemeyen babacan tavırlı ve kahverengi üniformalı bekçileri (emniyetin astsubayları), ana caddelerde bir-iki banka, bir yorgun otel, belki bir Arçelik bayii vardı. Sonra Sovyetleri Birliği ve Mao, dolayısıyla her mahalleye eser miktarda düşen ve çocukları korkutmaya yarar “komünist”, etin ve kıymanın azıcık daha ucuza satıldığı tanzim satış mağazaları, niyeyse dağıttıkları maaşlar kendilerininmiş gibi itibar gören mutemetler, ne satın almak istersen iste kuyruklar veya karaborsası, tıkış tıkış ve türlü kokulu belediye otobüsleri ve çığırtkan taksi dolmuşlar vardı. Haliç buram buram kokardı o zamanlar, herkes sigara içer ve milli piyango bileti alırdı. Lojmanlar afili idi, subay çocukları okuldan, elden çekmeli kapıları olan askeri servislerle alınır, evlenince hediye edilecek telefon hattına çocuk doğar doğmaz başvurulurdu. Sonuçta da yoksulluk ve yoksunluktan mecbur birbirine kenetlenmiş, işte tam da bu yüzden samimi, iyi yürekli, konuşkan ve güvenilir insanlar vardı. Bu fonun tam önünde ise gelişi-gidişiyle, susması-konuşmasıyla ve oturması-kalmasıyla herkesi ve her şeyi hizaya çeken bir adam vardı ve adı da Müdür idi. Bu taştan yontulmuş bilge kişi bazen banka, bazen okul, bazen vergi dairesi, ama her daim bir kamu kuruluşunun müdürüydü. O zamanlar özel sektörü pek ipleyen yoktu, mesela işletme bölümleri kurulmamıştı bile. Bu müdür denen kişi, bütün milli bayramların olmazsa olmazı detone-gürültülü bandolardan ibaret geçit törenlerini, kaymakam veya vali ile birlikte kıyak ve “halktan” korunaklı bir köşeden izler, bir insan bir heykele bu kadar mı benzer yahu dedirtirdi. Kimse Kafka’yı okumadığından mıdır yoksa devletten başka ele gelir işveren olmadığından mıdır nedir bürokrasiyle dalga geçilmez, müdürler çulsuz da olsalar kafadan eşraftan kabul edilirlerdi. Ama sonra …

 

İthal ikamesinden kopup ihracat yapıp büyüyelim özetli eski Adam Smith masalı tüm ülkeyi sardı. Bir ton özel şirket pırtladı ve kamu da maaşları da küçücük kaldı. Gözünü hırs bürümüş beyaz yakalılar sınıfı arzı endam etti, türlü yaldızlı diplomaları ve Amerikan menşeli “10 adımda ne isteniyorsa o olma” sanatlarıyla. Tüketerek büyüyelim ve güzelleşelim inancı, takıp takıştırıp aksesuar ve unvanları adam sayılalımla birleşti. Enflasyon sadece fiyatları değil, unvanları da etkiledi sonuçta. Kimsenin müdür olmak için bekleyecek 10 yılı, yaşlanmayı tecrübe sayacak irfanı ve türlü titrleri olmadan kendinden menkul saygınlığı kalmadı. Duruma uyanan patronlar başına türlü sıfatlar ekleyerek bir ton müdür unvanı icat etti. Duruma asla uyanmayan beyaz yakalılar kapış kapış müdür oldu, kartvizit bastırdı ve kaşlarını hafif çatma eksersizleri yaptı. Kimsenin istemeyeceği işler için dış kaynak kullanımı dümeni icat edildi. Sonra öyle bir gün geldi ki ortada müdürden başka kimse kalmadı.

 

Müdürü kimse sevmez, çünkü kimse kendini sevmez modern dünyada. Sevmek için herhangi bir şeyi, önce kendi kendini sevmek, dolayısıyla olmak gerektir veya ben sana müdür olamazsın demedim ki.

Sun

26

Jan

2014

Kimsenin Yemediği Bir Beyaz Yaka Kumpası: Kibarlık Kılığında Korkaklık

Beyaz yakalıların sosyal değerleri konusunda yapılan ve esas maksadı tek tip adam yetiştirmek suretiyle işletmelerin genel değersizliğini örtbas etmek olan kıytırık araştırmalarda kibarlık öne çıkan ortak değerlerden biridir. Buna göre ortalama 20 yılını bir şekilde eğitilerek geçiren beyaz yakalı her türlü taşkınlığından süzülerek billur ve örnek bir insan haline dönüşmüştür. Dar kelime dağarcığının en favori cümlelerinin teşekkür ederim, rica ederim, bilmem ne hanım veya bey ya da lütfen kelimesi olması, ileri sürülen en büyük kanıtlardan biridir. Ya da işyerinde kadınlara her daim öncelik veriyor görünmesi, hafta sonu eziyeti soft eğitimlerde buyrulduğu gibi muhatabının gözlerine (aslında kaşlarına veya burnuna) bakıyormuş gibi yapması veya mesela yılbaşı promosyonlarının şirket içine dağıtılması sırasında gönlü tok görünmek ayağına durumu pek önemsememiş ya da edebince sırasını bekliyormuş görünmesi hep bu kibar duruşun sözde ispatlarıdır. Peki gerçekten böyle midir sorusuna çocukken yapılan bir mimik olarak “pışıııık” demek hayli zayıf kalacak, şöyle oturaklı bir çatık kaşlı “halt etmişsiniz” ifadesi gayet de güzel oturacaktır.

 

Her şeyden önce beyaz yakalı denilen zat turfanda bir üründür ve kontrol altındaki bir atmosferde yetiştirilmiştir. Çocukken becerebildiği en büyük karşı çıkış “seni babama söyleyeceğim” veya “o zaman topumu geri verin”den ibarettir. Bir kere bile ağız tadıyla bir kavgaya girmemiş, ne bileyim iyi bir pataklanmamıştır. Bir tarafta at gibi sürüldüğü nice okul sınavlarında “insan insanın kurdudur”u hıfzeylemiş, lakin bir kurdun gereğinde yere kavi basan duruşu yerine tilkinin sözde kurnazlığını ve çakalın bildiğiniz çakallığını şiar edinmiştir. Herhangi bir haksızlık karşısında yapabildiği en iyi şey, her şey bittikten sonra ve elbette kendisi de zula bir köşeye çekildikten sonra –mesela yorganın altı veya tuvalet olabilir- tırışkadan bir senaryo ile nasıl zalimi bir güzel benzettiğini hayal etmek olmuştur. Bu hayalde bile es kaza dışardan hafif bir gürültü duysa yerinden hoplamış, “abi ben yaptım sen yapma” yalvarmalarının akla hayale gelmez bin bir versiyonunu bir çırpıda üretivermiştir. Pratikte ise haksızlığa nasıl karşı konacağı yerine kestirmeden haksız ve ama güçlü adam olma kariyer saplantısına takılıp kalmıştır. Eline bir fırsat geçince de -bu bir iş görüşmesi görünümünde büyük adam pozları takılma ya da bir dış kaynak kullanımı ayıbı olarak üç otuz paraya mecburen çalışan bir temizlik işçisine dandirikten bir nedenle fırça kayma olabilir-zerre tereddüde düşmemiştir. Tipik bir yarattığı derde derman satarak para kazanmada mahir Amerikan reçetesi olan Fight Club /Dövüş Kulübü filmini bile gayet rahatsız olarak ve en sonunda da “abi adam şizofrenmiş” diye tüm gerçekliğinden soyutlayarak izleyebilmiştir.

 

İşte bu korkaklık yüzünden semt pazarından alışveriş yapmak yerine büyük süpermarketlerde ve kimseye temas etmeden kendi gibi turfanda meyve-sebzesini almış, Che Guevera – Mandela – Gandhi gibi adamların sakız olmuş vecizlerini her fırsat ve şekilde tekrarlamış, anneler – babalar – sevgililer günü gibi her trendy zevzeklikte inceliğini afişe etmiş, “sonra ne derler” özetli fiyakayı bozmak korkusu yoluna kazıklanmayı, el-pençe divan durmayı ve hülasa el kibarlığını kanıksamıştır. Tüm bunlar olurken bir hayrın ancak gizlice yapıldığı zaman anlamlı olacağına zerre inanmayıp, “aslında kendimden bahsetmeyi hiç sevmem ama” ile başlayan sonsuz gevezeliklerde kaybolmuştur.

 

Ne yazık bu derdin dermanı yoktur (Bkz. Oscar Wilde – Educated Kindness). İşte tam bu yüzden ve de kim bilir kimsenin bilmediği ne korkaklıkları kibarlık görüntüsüyle temcit pilavı gibi gözümüze soktuğu için görüldüğü yerde beyaz yakalıya “ne ayaksın sen” demek ve garantici özgüvenini tarumar etmek veya asansörde falan yalnız yakaladığınız zaman hafif üstüne yürümek tedavi edici olmamakla birlikte hayli eğlencelidir. Zira korkak kibarlıkları düşürmek de ruhun fiyakasıdır.

Fri

24

Jan

2014

Bir Beyaz Yakalı Modern İnsan Olarak Kadının Portresi

Özgeçmişi süsleyen her eve lazım takım taklavatla donanma sorumluluğu üzerinden erkekle aynı değerlendirme kriterlerine tabi beyaz yakalı kadının ajandasında bir de ilave maddeler vardır. Öncelikle ne yaparsa yapsın güzel ve kibar olmak zorundadır. Kıt akıllı erkeğin doğumla kazandığı haklar olan pejmürdelik ve hoyratlıktan mahrumdur. Ardından, eş bulma beceri asimetrisinin tartıda ağır basan tarafı olarak hem doğru erkeği bulmak hem de kalan ömründe bu adamı biteviye insan içine çıkabilecek düzeyde tutmakla mükelleftir. Son olarak da, erkeklerin bırakınız anlamak hayal dahi edemeyecekleri düzeyde sert ve çirkef bir rekabeti hemcinsleriyle sürdürmeye mahkûmdur. Hülasa buzdağının görünen tarafı olan lacivert tayyör ve beyaz bluz aslında beyaz yakalı kadın hakkında hiçbir şey anlatmamaktadır.

 

Beyaz yakalı kadının günü, kargalar daha kahvaltıya oturmadan engin bir gardırobun önünde bu buna uyar ve şu şuna uyar oyunuyla başlar. Çünkü erkeğin iki takım, üç gömlek ve bir çift –elbette- siyah kundura ile kotardığı şey bir kadın için, denkleme çanta, ayakkabı ve fuların da sokulduğu neredeyse sonsuz bir kombinasyonlar oyunudur. Bu performansı takiben türlü kimyasal ve kozmetik proseslerden geçen kadın, eğer evli ise bir şakşakçı olarak istihdam edilmiş ve hala horul horul uyuyan eşini dürterek meşhur sorusunu yineler: “nasıl güzel olmuş muyum?” Uyku sersemi ve kozmetiğin başarılı sahtekarlığını asla anlayamayacak erkeğin aslında aklına gelen ilk şey “sen de kimsin ve karım nerede”dir. Ama neyse ki erkek, düzenli sopasını yiye yiye bu soruya her daim ve zerre düşünmeden “çok güzel olmuşssun balişkom” demeye şartlanmıştır. Bu seremoniyi haftanın birkaç günü sır katibi bir kuaförde saçları fönletmek takip eder. Artık standartlara kim soktuysa bu pırasa saç, kıvır kıvır veya dalgalı bir saçtan daha elagantdır

 

İşte böyle şıkır şıkır ve tüm nefasetiyle ofise arz-ı endam eden kadını karşılayan, gözlerinde hala çapaklar bulunan bir erkek çalışandır genelde. 45 dakika önce ite kaka uyanıp bol kesmeceli bir tıraş sonrası güç bela servise yetişmiş bekar erkek, sabahın köründe bu hale gelebilmek kendi dar kafasında imkansız olduğu için bunun kadının doğal görünüşü olduğunu varsayar. Evli olanlar ise kafalarında kırılmış sopalar neticesi her daim sersem sepelektir zaten. Masasının veya ofisinin mükemmel titizliği ve kokmamasıyla erkeğe uzak ara fark atan kadının bir sonraki aksiyonu, bugün saçı çekilecek, çimdirilecek, laf sokulacak, sözde ittifak kurulacak hemcinslerini sıralamak olur. Eğer bekar bir beyaz yakalı kadından bahsediyorsak bu aksiyonu, malzeme yokluğundan gayet kısa bir aday erkek listesindekilerin aklını daha da bir karıştırıp evlilik yolunda tümden kaçırtacak eylem, bakış ve mesafe koyma planları izler. Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler’indekine rahmet okutacak topuklarla 1.60 boyuna ermiş ve aslında bunun 1.65 olduğunu herkesle kavgaya hazır kadın, birikmiş dosya veya işler listesine alıcı gözle bir bakar. Elbette amaç çalışmak falan değildir. Bunlar birilerine yanaşmak, birilerini kaçırmak veya birilerinden bir şey koparmak için mühimmat deposudur sadece. Gerekenler sürat ve itina ile ve kimsenin gözünün yaşına bakmadan yapılır. Bu seri operasyonların dinamik hiyerarşiyi belirlediği ve türlü mekanlarda icra edilen erkeklere kapalı kadın toplantılarında, gerekli bilgi alışverişleri, yani bildiğiniz gıybet ve dedikodu, kazan-kazan mantığı ile icra edilir. Metabolizması gayet yavaş olan kadının öğlen yemeği ise kemirilecek bir çift sopa ki buna galeta demektedirler ve herhangi bir diet içecektir.

 

Öğlen arasından sonra ve eğer müdür bildiğin bir şaşkaloz erkekse biraz kariyer meselelerine eğilinir. Bu gariban erkek bir de es kaza hafif maço bir tipse, türlü sözde zayıflıklar ve naifliklerle işte ne isteniyorsa kolaylıkla alınır. Bu arada varsa hedef bir kadın onun da suyu hafif kaynatılır, hedef erkekler için ise bir şey yapmaya gerek yoktur, kendi başlarına gayet de güzel düşüp sürünmektedirler. Günün sonunda kelle sayısı hesabı ile çetele düşülür ve kesik bir kahkahanın beklendiği bu anda sadece etrafa üstten bir göz gezdirilir. Eve dönen beyaz yakalı kadın evli ise, çocuğu olsun olmasın fark etmez, türlü dondurulmuş yiyecek teknolojileri veya olmadı yemeksepeti.com marifetiyle evinin kadını oluverir. Elbette öncesinde de evindeki bakıcıyı – hizmetçiyi neme lazım diye paylamayı ihmal etmez. Yok eğer bekarsa aynı menü eşliğinde telefonda kankasına günün bilançosunu sıralar, bir yandan da kankasını bilmem hangi incir çekirdeğini doldurmaz kabahati yüzünden nasıl dize getireceğini planlar. İşte böyle bir günün sonunda tükettiği kalorileri sayar ve karnı ağrıdığı için probiyotik yoğurdunu yer. Neden sonra makyajı silinmiş, tırnakları görünür hale gelmiş korkutucu haliyle yatağına doğru uzanır ve bunca hayırlı ameli nedeniyle ancak 1 saat debelendikten sonra uyuyabilir.

Fri

24

Jan

2014

Beyaz Yakalının Kutsalları 1. Kısım: Hafta Sonu Efsanesi

Hafta sonu, emekli olarak sıkıntıdan çabucak veya ağır ağır ölmek için otuz sene 8’den 5’e çalışmak diye özetlenecek modern çalışma hayatının antidepresanıdır. Bu icadın sahipleri de koca insanlık tarihinde ilk kez sıkıcı, rutin ve mekanik çalışma anlayışını ilerleme ve bilimsellik zokasıyla herkese yutturmayı başaranlardır elbette. Bu zatlar, Modern Zamanlar’daki aralıksız vida sıkan adamın ikide bir kafayı yiyip üretim bandını durdurduğunu deneyimledikten sonra epey bir düşünmüşlerdir. Sonunda da sürdürülebilir kandırmaca ve balık hafızalı modern insan konsepti çerçevesinde “2 gün insan olduklarını sansınlar” ı uydurmuşlardır. İşte böyle doğan hafta sonu, bağından bahçesinden koparılıp zorla fabrikalara tıkılan ve beyaz yakalının da atası olan ilk modern çalışanın evci günleri, çarşı izinleri ve Alkatraz Kuşçusu olmuştur. Bu kısa arada insan olduğunu unutmamaya çalışan bu gariban bir süre kah domates ekmiş, kah söğüt dalından düdük yapmış veya altyapısızlıktan hiçbirini becerememişse dostu-akrabasıyla eski günleri yâd etmiştir. Sonra işte aradan yüzyıl falan geçip bilgisayar, cep telefonu, kariyer ve kartvizit arz-ı endam etmiş, ortada da ne gerçek bir domates ne de söğüt dalından düdük yapmayı bilen biri kalmıştır.

 

Beyaz yakalı için hafta sonu –elbette sadece söylem düzeyinde- bir cennet, bir macera, herkesten ne kadar farklı, yani “üstün” olduğunu göstereceği bir imkândır ve kutsaldır. Daha Pazartesi günü sabahından başlar hafta sonu neler yapacağını anlatmaya. Mümkün tüm sosyal medya araçlarıyla Pazartesi sendromu üzerine özlü vecizleri paylaşır hemcinsleriyle. Haftanın ortasına gelmeden bütün dertlerinin hafta sonu ile ortadan kalkacağına adamakıllı inanmaya başlar. Bir şeyler satın alarak istediği insan olabileceğine iman etmiş beyaz yakalı için, kendi gayret ve sebatı dışında herhangi bir şeye inanmak mesele değildir çünkü. Kendisine kulak verenler, hafta sonu için kimsenin sırrına vakıf olmadığı bir ruhsal temizlenme ve/ya kendini gerçekleme yolu bulduğuna yemin edebilirler. Çalışmanın sıkıcılığından dem vurur sürekli. Para için çalıştığını ve parayı da hayatı gerçekten yaşamak için önemsediğini söyler. Hayat ile başlayan bir sürü boş özlü lafı boca ederek derin adam ayakları atar. Arada punduna getirirse -nedense hep Nihavent makamında olan- hayatlı bir şarkıyı terennüm eder. Ya bir mistik ya bir aksiyondan aksiyona koşan hayat aşığı ya da hayattan kam almanın sırrına mahzar bir keyif insanıdır hafta sonu konusu açılınca. Sonra nihayet beklenen hafta sonu çıka gelir.

 

Kesin geç kalkar. Yiyip bitirilemeyecek ölçüde abartılı bir kahvaltı ile havaya girmeye çalışır. Ama aslında yapacak başka bir şeyi olmadığı için kahvaltı masasında uzun uzun gazete okur. Sonra ikide bir saate bakmaya başlar ve ne yapsam ne yapsam diye telaşlanır. İnternete girer, eski maçları seyreder. Sıkıntıdan patlamadan beş dakika önce işyerindeki arkadaşlarını arar. Aslında programının çok yoğun olduğunu ve hafta sonunun ne güzel olduğunu falan defalarca söyledikten sonra “eee ne yapıyorsun” diye soruverir. Bir yerlerde buluşurlar, tercihan bir alışveriş merkezi ya da insanın kalabalıktan yaşadığını zannedeceği herhangi bir başka mekan. Konuşacak bir şey bulamaz, dönüp dönüp işten bahseder. Kös kös etrafa bakanlara katılır. Starbucsdan kahve alıp kendisini özel sanmaya çalışır. Sonra da birileriyle buluşacaktım deyip “abi hayatı ne güzel yaşıyorum ben, bir bilsen” sırıtmasıyla arkadaşından ayrılır. Acayip sıkılmıştır. Arkadaşı yüzünden hafta sonunun rezil olduğuna ikna eder kendini ve evin yolunu tutar. Yine internet, olmadı saçma bir film. Bir şey yapamadan yatağa girmeye direnen bir yazıklanma haliyle koltukta sızar. Neyse ki hafta sonu iki gündür. Ertesi gün elbette yine geç kalkar. Kahvaltı yine uzundur, gazete renkli, kalın ve bomboş. Çoklukla elektronik eşya insertlerini okur. İçi tamtakır olduğu için yapacak bir şey yine bulamaz. Tam yine işyerindeki arkadaşlarını aramaya niyetlenirken onlardan biri arar. Arayan olmamanın avantajı ile meşgul ve çok keyifli bir şeyler yapan adam pozuna yatar. Ama kararında bırakır bunu çünkü alternatifi yoktur ve hayatın belirsizliklerinden hep bunalır. Arkadaşıyla bir yerlerde buluşur. Sonra da bir önceki gün yaşananları yine yaşar. Artık ertesi gün mesaidir. Bir tarafta hafta sonunu böyle harcadığı için hayıflanır, diğer tarafta işe gideceğine sevinir çünkü ne yapacağı bellidir ve kesin önemlidir. Gelecek hafta sonu inanılmaz sürprizler ve yaşanmışlıkların zamanı olacaktır. Özel biridir ve bunu hak etmektedir çünkü.

Sun

22

Dec

2013

Beyaz Yakalının Aşk Halleri Üzerine

Yaygın bir yanlış kanaat de beyaz yakalının ilişkilerde gayet sosyal ve girişken olduğu, ne bileyim bir Oliver Barrett ile Jennifer Cavilleri (bkz. Love Story) ya da bir Ferhat ile Şirin, hadi tevellüdü yenileri de unutmayalım bir Kuzey /Güney ile Cemre olma potansiyelini taşıdığıdır. Aman efendim neredeee. Külliyen yalan olan bu zan, evlilik istatistikleriyle çoktan ve tamamen çürütülmüş durumdadır. Ortalama ve dolayısıyla evli bir beyaz yakalı eşini ya mezun olduğu okuldan bulmuş ya da işyerinden devşirmiştir. Ortalama olmayan, yani türlü saçmalıkları ve hayalperestlikleriyle bütün trenleri kaçırmış olanlarsa, konu-komşu ve akraba ittirmesiyle tohuma kaçmadan veya evde kalmadan baş göz edilivermişlerdir.

 

Bu yanlış algının temel müsebbibi elbette beyaz yakalının bizatihi kendisidir. Dişinden tırnağından artırıp takıştırdığı türlü aksesuar ile bocaladığı türlü kozmetik ve tekstil ürünüyle, cemiyet hayatının dört gözle beklenen çapkını ya da güzeli imajını hayatın yegâne anlamıymış gibi bellemiştir çünkü. Gerçekte olan ise, yalnız ya da arkadaşlarıyla yaşıyorsa soğanlı yumurta ya da fast-food yiyip Internet’te sözde sosyalleşmek, anne-babasıyla yaşıyorsa da her akşam “bi de everseydik şunu” hayıflanmalarını gündem bağımsız işitip durmaktır. Kısa sürede bu halden sıdkı sıyrılan beyaz yakalı, bi gayret üniversitedeyken asılıp yüz bulamadıklarını arar, bekli henüz evlenmemişlerdir umudu ve kendinden bildiği “o da çaresizdir” içgüdüsüyle. Bu girişimi boşa çıkan beyaz yakalı ise gerçekten sosyalleştiği tek mecra olan iş yerine -eli mecbur- gözünü diker. Aşk gibi ulvi bir duygunun çoook altında bir yaşam düzeyinde sürünerek ve gayet rasyonel hesaplarla, adayları gözden geçirir. Söz konusu beyaz yakalı bir kadınsa işi planlama açısından çok daha kolaydır, çünkü karşı cinsten her ölçü biriminde daha zeki ve daha dubaracıdır. Fakat kadınların şansızlığı, eh ele gelir nitelikte olan erkeklerin çoktan “kafeslenmiş” olması, kalanların da ya kısa ya göbekli ya kel ve her durumda ne bileyim biraz safdirik olmalarıdır. Erkek bir beyaz yakalı için ihtimaller daha çoktur. Nihayetinde kel kadın pek yoktur, kısa da olsalar hepsinin en az 1.65 boyunda olduğu söylencesi genel kabul görmüştür ve her kadın güzeldir gibi bir efsanenin, hele mevcut türlü teknolojilerle gerçeğe dönmesi vakayı adiyedendir. Erkeklerin sorunu ise, en hafif söylemle bu ince işlere kafalarının neredeyse hiç basmaması, bu becerisizlikleriyle bir çare diye sarıldıkları açık pazar ürünü türlü “romantik” aksiyon ve girişimlerin kadınlar nezdinde azami dört para etmesidir. Kadınlar güce tamah eder ve arayanı-soranı, sahibi-mahibi olmayan bu erkeğin güçle yakından uzaktan ilgisinin olmadığı açıktır. Ama erkeklerin 35’inden sonra büyüdüğü ve dolayısıyla aradıklarının güç değil potansiyel olduğu bilgisini -nasıllığını kimsenin akıl erdiremediği bir şekilde- keşfetmiş beyaz yakalı kadın, bu aranan beyaz yakalı erkeğin ne mal olacağını şıp diye anlayıverir. Erkek eğer bu kadim testten geçmeyi başarmışsa, kadını etkilediğini sanmasına izin verilir. Bahsedilen kadim bilginin bir parçası da, erkeklerin şeyleri kendilerinin oldurduğu masalına şiddetle ihtiyaç duyduklarıdır çünkü. Testten çakanlarsa adım adım konu-komşu ve akraba faaliyetlerine konu olmaya doğru sürüklenir.

 

İşte böylece sözüm ona cemiyet hayatına veda eden beyaz yakalılar bu sefer birlikte ev taksitine girer, kilo alır, çift başına trendlerin peşinde koşar ve yalnızlıklarını 1 yalnız + 1 yalnız = 2 yalnızla sürdürürler. Çünkü çoğunda ucuz çözümler, gideni aratırlar. Ama konforuna ve ben de yaptıma müptala beyaz yakalının da yalnız kalmayı göze alamamakla müstahak olduğu budur efendim. Aşk yürek de ister emek de.

Sat

21

Dec

2013

İnsanın İkilemi Manifestosu

Şüphesiz olduğunuz şey olana dek bir sürü emek verdiniz. Bir sürü ve türlü tipte sınavdan geçip geldiniz buralara. Daha da önemlisi, sizi dönüştürmeye ve birer araç haline getirmeye kararlı şeylerin arasından ufak yaralar ve çiziklerle sıyrılıp olduğunuz şeyi ve bütünlüğünüzü korudunuz. Yıllar geçtikçe hafif yalnızlaştınız doğru, ama kalan dostluklarınız da rafine oldu, billurlaştı. Ne bileyim bir aileniz oldu belki, çocuklarınız ya da yakın arkadaşlarınız, günübirlik telaş ve ajandaları umursamadığınız. Elbette bir işte çalışıyorsunuz, sonuçta ekmek parası. Ama burada bile ilkeleriniz oldu, üç otuz paraya satmadınız kutsallarınızı ve sizi siz yapanları. Sırf kısa vadeli politikalara uygun düşüyor diye bir iş arkadaşınızı kötülemediniz veya doyurulamayan bir hırsla saldırmadınız başkalarının önündeki yemeğe. Sonunda ölümlü dünya dediniz, üstelik baki kalan kubbede hoş bir seda imiş. Diplomalar, türlü ödüller unvanlar, makamlar falan bir şey olsa da günün sonunda kendiyle kalıyor insan ve kendine hesap veriyor dediniz. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden, yani kendinize yaban düşmemek için, el olmamak için kendi kendinize iyi bir insan olmaya çabaladınız. Bazı şeyleri yapamadıysanız da, olmadıysa da bazı istekleriniz mutmainsiniz kendinizle. Keşkeleriniz az, hayıflanmalarınız nadir ve utanarak hatırladığınız anlar parmakla sayılıyor. Hani o nevzuhur söylemle barışıksınız kendinizle, çünkü insan olmanın hakkını verdiniz becerebildiğinizce. Şişirilip şişirilip pazara sürülen çocuksu ve sahtekâr iyi olma, iyi hissetme halleriyle de hiç işiniz olmaz. Mesela yeni bir telefondan devşirmiyorsunuz mutluluğunuzu ya da Amerikanvari kokmaz-bulaşmaz ve şu maskemi takıp herkese süper görüneyim sözde iyi olma halleriyle ilginiz, alakanız yok. Gerçekten sorumluluk alırsınız, gerçekten yardım edersiniz kimseye fark ettirmeden. İyi olma denen şeyin, yaptığı her şeyi doğru düzgün yapma ve kimseden takdir beklememe üzerine kurulduğuna iman etmişsinizdir çünkü.

 

veya

 

Şüphesiz olduğunuz şey olana dek bir sürü emek verdiniz. Bir sürü adamı ekarte edip, bir sürü tuzağı boşa çıkarıp geldiniz buralara. Daha da önemlisi, evrilip saf güce dönüştünüz, ve bazılarının aracı olsanız da çoklarını da araçlaştırdınız kendiniz için. Sonuçta da bambaşka biri olup çıktınız, büyüdünüz ve güçlendiniz. Yıllar geçtikçe herkes sizi tanır oldu, sizden korkar-çekinir hale geldi, kimse sağınızdan solunuzdan emin değil. Bu ince umut verme – korkutma dengesinde her şeyi olur kılıyorsunuz kendi faydanıza. Elbette bir aileniz oldu, çocuklarınız ya da yakın arkadaşlarınız: Çevreye hem güven hem korku salmak lazım çünkü, ne yalnızsınız ne de kimsenin tanımadığı yeni bir tür. Ama aslında hiçbirini gerçekten umursamıyorsunuz, sonuçta sizden önemli ne ola ki? Elbette bir işte çalışıyorsunuz, ama maksat sade ekmek parası değil. Güç, kullanılacağı ve büyüyeceği yerler ister. Gücünüzü kullanıp büyütürken kimseyi takmadınız, takmamalıydınız. Güce sahip olmak ve gücünüzü büyütmekti kutsal olan. İlkeler ve diğer sözde kutsallar, zayıfların uydurması. Gereğinde sırt döndünüz, düşürdünüz, arkadan türlü numaralar çevirdiniz. Siz yapmasaydınız onlar yapardı, kesin. Evet dünya ölümlü ama bunu sürekli tekerrür ederek de yaşanmaz ki. Üstelik sonlu bile olsa, hayat gerçekten zevk almak için ve en öne kendimizi koymak için değil mi? Diplomalar, türlü ödüller, unvanlar ve makamları hep bir araç için gördünüz daha yukarı, daha da yukarı tırmanmak için. Bu yolda kimseyi dinlemediniz, takmadınız. Günün sonunda herkes elinde ne kaldıysa onunla yalnız kalmıyor mu? Öyleyse neden başkaları için yoksul ve yoksun kalayım. Keşkeler, hayıflanmalar ve utanmalar sadece zayıflık göstergeleridir, hiç işiniz olmaz. Gereken neyse yaptınız ve yaparsınız da. Güçlü olmak mutlu olmak için yeterlidir ve gücü göstermek gerektir. Bu gösterim yepyeni bir telefonla da olabilir pek tabi. Kimseye zayıf görünmeye gelmez, alırlar elinizden ne var ne yoksa. Ama başını da fazla kaldırmamak, onlardan çok farklı olduğunu belli etmemek lazım. O halde genel geçerleri, iyicil lafları ve eylemleri tekerrür etmeli ortalama bir şekilde. Kimseden fazla sorumluluk almaya gerek yok, alemin amelesi ben miyim? Ben mi kurtaracağım dünyayı, dünya beni kurtarsın, işi ne? İnanmazsınız elbette kimsenin takdirine, kesin bir çıkarları vardır ama bir sonraki basamak için şe yaradıkları sürece gelsin takdirler her daim.

 

 

İşte böyle bir ikilemde insan olmak ve kalmak zor zanaat vesselam.

Sat

21

Dec

2013

Satış ve Pazarlama Üzerine Güzellemeler

Modern dünyanın hayatımıza soktuğu tuhaf şeylerden biridir satış ve pazarlama. Eski zamanların ihtiyaç ile ihtiyacı karşılama arasında kurduğu organik ilişki, türlü kumpas, dubara ve toplu hezeyanlarla ortadan kaldırılmış, sonuçta da kimsenin “niye yahu” diye sormadığı çılgın bir “satın alıp adam olalım, boş verelim hakikaten gerekiyor mu” furyası başlamıştır. Tüketim için üretimden üretimi için tüketime zıplanan bu yeni düzende satışın tek başına bu işin üstesinden gelemeyeceği anlaşılınca da pazarlama aynı tornadan pazara sürülmüştür. Hedef kitlenin birey mi yoksa şirket mi olduğuna göre satış ve pazarlamanın ikiye ayrılması işe yarayabilir. Aslında her iki alanda da karar alıcılar tüketerek ilerleme nosyonuna iman ettikleri için bu ayrım gereksiz olabilir, ama uygulanan yöntemler farklı olduğu için kullanışlı da olabilir.

 

Kurumsal satış ve pazarlama, satılmaya çalışan şeyin ne olduğu ve ne işe yaradığı hakkında en ufak bilgisi olmayan kişileri işe almakla başlar. Usul olarak, müşterilerle doğrudan iletişim kuracakları için satışçıların hoş ve boş görünümlü erkek ve kadınlardan seçilmesi yaygın uygulamadır. Pazarlama elemanları için ise böyle bir şart yoktur, hatta genellikle maliyet avantajı nedeniyle kısa, balıketli, asabi ve gıcık şahsiyetlerin istihdamı yaygındır. Tek bir istisna olarak başlarında bulunan şahsın, televizyon ve gazetelere iyi poz versin diye güzelce bir yüze sahip olması istenebilir. İşe pazarlama ile başlanır. Ürünün güzel fotoğrafları çekilir. Ürünün gerçek üreticileri olan mühendislere, kimsenin okumadığı ve anlamadığı fonksiyonlar ve faideler yazdırılır. Bunların ardından da adına “konsept” denilen ve her karar alıcının hipnotize olacağına inanılan ürünle alakasız bir tema bulunur. Ürünler nedense özgürlük, dinamizm, kararlılık, mutluluk ve elbette tabiatla bir şekilde bütünleştirilir. Bulutlar, ağaçlar, nehirler veya anlamlı anlamsız sağa sola bakan erkekler- kadınlar, oynayan çocuklar, hatta türlü hayvanat ve nebatat falan bu tematik kandırmacının imajları oluverir. İlkokul 3. sınıf algısıyla yarışan (ve her daim kaybeden) bu tematik kavramsallaştırma ve sözde metafor kullanma çabaları hakikaten trajikomiktir. Mesela fırtına ve kara bulutları kötü, güneş ve açan çiçekleri iyi bir şey olarak resmeden bir pazarlama temasının ardından ürün olarak bir veritabanı çıkıverir. Veya koşturan atletlerin veya parkta oynayan çocukların ardından inşaat makineleri sırıta sırıta arzı endam eder. Zıplayan yunuslar veya uzay fotoğraflarının ardından bir banka başını çıkarıp el eder falan. Sonunda da işte tüm bu başarıların ardındaki önemli beyin, çokça şirketin CEO’su veya kurucusu veya bunlar yüzüne bakılmayacak çirkinlikte veya asıl niyetleri yüzlerinden akıyor bir haldeyse bir film yıldızı, bir model falan markanın yüzü olarak yine ürünle alakasız bir veciz laf eder. Günü yakalayın, hayat güzeldir, güneş ısıtır veya gelenekten geleceğe örnek vecizlerdir. İşte hayatında bir gün bile şiir okumamış ve metafor nedir hakkında koyu cahil olanların bu üretimleri broşür, reklam, pazarlama kampanyası, tanıtım lansmanı adı altında türlü medyanın konusu edilir. Başta bahsedilen hoş erkek ve kadınlar da satışçı vasfıyla hedef şirketlere uğrar ve başları yeterince şişirip döndürülmüşse karar alıcılara bir hoş seda, bir tebessüm ve broşürde yazılanlarla ürünü satıverir.

 

Bireysel veya perakende satışta ise işler biraz değişiktir. Burada satışçılara pek ihtiyaç yoktur, çünkü müşteri pek çoktur. Dolayısıyla pazarlamanın rolü biraz ağırlaşmıştır. Pazarlama biraz daha çok çalışıp, adına nedense birey denen ve aslında toplu şartlandırmaların nesnesi olarak sürüden öteye geçemeyen bu güruhun kendi içlerinde bulamadıkları mutluluğun sahte reçetelerini hazırlamak zorundadır. Mesela 40 pixel kameraya sahip yeni bir telefonla tatmin ya da türlü kimyasal numaralarla çamaşırları bembeyaz eden bir detarjanla güzel bir kadın olmak veya son model bir beyaz eşya ile ailenin saadeti arasında bir ilişki kurmak pazarlamacıların işidir. Aslında pazarlamacıların üzerine oynadıkları şey, tamtakırlıkları yüzünden asla bir sakinleşip, bir durulup, bir etrafına ve sahip oldukları şeylere bakıp müteşekkir ve mutmain olamayacak şaşkolozların, durmadan çılgın gibi yeni bir şeylere sardırıp yaşadıklarını sanma alışkanlıklarıdır. Hedef kitlesi böyle dışarı bağımlı ve biri pencereden atlasa da biz de atlasak fikrinde olunca, pazarlamacılar da türlü pazar araştırmaları ve Oscar Wilde’ın en kötü yalan dediği istatistiklerle bu sürünün beklentileri ve ürün arasında bir ilişkiyi kolayca kuruverir. Sonra gelsin kampanyalar ve dağıtım kanalları, gitsin taksitli kolaylıklar ve birlikte mutlu yarınlara.

 

Sözün özü, mutluğu ve tatmin olmaya dışarıdan bekleyen bir akıl, türlü manüpülasyonlarla tarumar edilmeyi de hak etmiş demektir. Böylece modern dünyada satış ve pazarlamanın ne olduğu hakkında da herkesin bilip görmezden geldiği lafları tamama erdirmiş olduk.

Tue

05

Nov

2013

Beyaz Yakalıların Zoraki Sosyalleşme Mekanı Olarak Asansörler

Modern dünyanın en büyük illetlerinden biri de yüksek binalardır. Asansör ise, sırf mühendislikle yapılabiliyor diye normalleşen bu taşkınlığın sahte devalarından biridir. Bu alet, beyaz yakalının plazada çalıştığı anlamına gelir ki kimi şaşkınlar bunu bir itibar alameti sayarlar. Artık geç de olsa aklını başına almış olanlarsa bir keşmekeş ve gerçek havaya özlem diye özetlerler plazalardaki yazık durumlarını. Sevin ya da sevmeyin yüksek bir binada çalışıyorsanız asansör vazgeçilemeyecek bir araçtır. Tabi, 11. kata merdivenlerle çıkacak bir kondisyonunuz ve ilaveten yangın merdivenlerinin kapılarını kilitlemeyecek ferasette bir idari işleriniz varsa durum ayrı. Ancak bunlar istisnadır. Ayrıca 11. kata çıkabilen biri -sağlam vücut sağlam akıl ilişkisi gereği- çok geçmeden plazayı terk edip makul bir iş bulacak aklıselime sahiptir ve idari işlerin temel fonksiyonu da işleri zorlaştırmaktır. Yani hiç ümitlenmeyin, yangın tatbikatları haricinde kapıları kilitlerler, kendileri kullanacaklarsa ayrı tabi.

 

Asansör, mesai başlarken başında cümbür cemaat beklediğiniz bir kapıdır. Bu bekleyiş, herkesten önce binmek için doğru yerde durma stratejisini ve beklemedik asansörün gelişini hazmetmek için de bir tevekkül halini içerir. Olayı abartıp üst düzey yöneticilerine ayrı asansör tahsis eden acayip şirketleri ihmal edersek (ki ihmalden daha fazlasını hak etmektedirler), asansör beklemek hiyerarşiyi silikleştiren ve herkesi herkesle sosyalleştiren tuhaf bir toplu eylemdir. Beklemeye başlamadan önce elbette asansörün düğmesine basmak gereklidir. Bu eylem ise nereye gideceğinizden bağımsız olarak aşağı ve yukarı butonlarına aynı anda basmakla ifa edilir. Farklı yönlere gidecek olanların “hangimizinki daha önce gelecek” içerikli 5-7 yaş iddialarına girişmeleri, şanslı olanın bu durumu üstünlüğüne yorması ve ağır-muzaffer adımlarla asansöre süzülmesi, diğerinin ise yenilmişliğini örtbas etmek için “cool” takılıp başka bir yere, genellikle havaya bakması yaygın uygulamalardandır. İlaveten asansörün beklendiği sürede gelmemesi durumunda ki bu süre 1 saniyeden azdır, mümkün bütün düğmelere abanıp artarda basmanın asansörü hızlandıracağı veya diğer katlara uğramasını engelleyeceği gibi bir batıl inanç da mevcuttur.

 

Asansörün insan kapasitesi, kaldırabileceği toplam yükün ortalama insan ağırlığı olarak varsayılan 80 kiloya bölünmesiyle hesaplanır. Ne yazık ki bu basit matematik, bu kilodaki bir insanın ortalama 2 metre 10 santim boyunda incecik bir yaratık olduğu varsayımıyla çuvallamaktadır. 8 kişinin ite kaka sığabileceği bir asansör bu yüzden sözde 12 kişiliktir. Strateji yoksunluğundan asansöre binememiş ve tevekkül yoksunluğundan da bunu kabullenememiş yarım akıllılar, bu yazılı kapasiteyi yasal bir dayanak olarak içerdekilere karşı kullanmaya çalışırlar, ancak sonuç değişmez. Kısaca insanlar istendiğinden ve zannedildiğinden daha kısa ve daha geniştirler, hatta çoklukla riyakâr, münasebetsiz ve kibirlidirler. İnsanların bu genişlikleri, bazen asansörün “abi biri insin çok ağırsınız” ikazına neden olur. Böyle bir durumda teamül, asansöre son giren zatın yıldırıcı bakışlarla asansörden şutlanmasıdır. Eğer bu zat, kibarlığından bir kadına yol verip sona kalmışsa bakışlarını işbu kadına yönlendirmeye çalışır, ama kadınlar her zaman istediklerini görür ve istemediklerini görmezler. Dolayısıyla bu centilmen de kısa sürede asansörden derdest edilir. Oyunu daha stratejik oynamayı becerenlerse kilolu birini hedef alıp işbu “tombiği” mahalle baskısıyla asansörü terk etmeye zorlarlar. Bu “dobişko” beyaz yakalı; kemiğim kalın, metabolizmam yavaş ve ama kendimle barışığım ezberini geçmeye başlarsa kesin asansörden atılır. Doğru “şişko” hamlesi, bu saldırıyı görmezden gelmek ve –çömelmek mümkün olmadığı için de- hareketsiz kalmaktır.

 

Asansöre girer girmez yapılması gereken ilk şey elbette gidilecek katın düğmesine basmaktır. Ancak her seferinde lüzumsuz birisi işbu düğmelerin önüne konumlanarak, düğmeye basmaya çalışanlara izin vermeyi bir erdem ve üstün insan hali olarak satmaya çalışır. İşte bu insan tipidir dedikodu malzemesi olacak her şeyi “dert ortağı” maskesiyle dinleyen, diş macunu reklamlarında oynayıp nedensiz sürekli sırıtan, yere düşmüş kâğıtları göstere göstere toplayan ve ama rütbece kendinden alttakileri, mesela temizlikçileri her fırsatta fırçalayan. Aslında burada doğru hamle, bu arkadaşı eşek sudan gelinceye kadar …. ve ama maalesef bu eylem kurumsal kimlik kitabında övülmez, dolayısıyla mümkün tek hamle de bu zatın yanlışlıkla ayağına basmak veya elinizdeki kahveyi “kazara” biraz üzerine dökmek veya asansörün kapısına doğru “fark etmeden” ittirmek olabilir. Her asansörde bulunan bir kendini bilmez, birden fazla düğmeye basar ve asansör halkının kimsenin inip binmediği katlarda mola vermesine sebebiyet verir. Bu şaşkınlar, verilen her gereksiz molada kızarıp-bozararak etraflarına sempatik gülüşler, pardonlu bakışlar ve üzgün suratlar boca ederler. Böylece içerdeki diğer talihsizler, ancak bir tam gün boyunca maruz kalabilecekleri insanlık hallerine şahitlik etmek zorunda kalırlar. İşte beyaz yakalıların asosyal olmasının önemli nedenlerinden biri de diğer insanlarla böyle hercümerç oldukları lüzumsuz anlardır.

 

Gelelim asansör içi adabı muaşeret kurallarına veya racona. İlk olarak asansörün içindeki pozisyon çok önemlidir. Öncelikle kimseye tam olarak sırt dönülmez, lüzumsuz güvenin alemi yoktur. İkincisi bakışların diğerlerininkiyle kesişmesine izin verilmez. Asansör içindeki cemaati gösteren fotoğraflarda herkesin başka bir yere aval aval bakmasının ve bir şaşkınlar güruhunu gayet iyi resmetmelerinin nedeni işte bu kuraldır. Üçüncüsü, eğer asansörde sadece iki kişi varsa bu kişiler birbirlerinden mümkün olduğu uzak durmalı ve ama birbirlerini sürekli kollamalıdırlar. Çünkü asansörler katillerin ve sapıkların yalnız gezen kurbanlarını aradıkları en favori yerleridir. Arada bunlardan birinin diğerine “böö” diye bağırması da duyulmamış şey değildir. Asansör insanları vahşileştirir vesselam. Dördüncüsü ki asansör içi kalabalıksa uygulanır, en önce inecek zat en dipte konumlanmalı ve asansörden inecekken mümkün olduğu kadar çok insanı rahatsız edip hatta bir kaçını dışarı doğru ittirmelidir. Beşincisi, asansörün daracıklığını maskelemek için yerleştirilmiş aynalarda saçı-başı, kravatı-papyonu ve bazen burun-kulak içini düzeltmek ve temizlemektir, elbette bakışların diğerlerininkiyle kesişmesine mahal vermeden. Altıncısı ve sonuncusu ise bakışları eskaza buluşmuş olanların, birbirlerini hiç tanımasalar dahi birbirlerine sahtekarca gülümsemeleri ve hafif el-baş sallamalarıdır. Seni tanımıyorum, zerre de umurumda değilsin babayiğitliği ve mertliği asansörlerde görülmez nedense.

 

Son olarak asansörle ilgili şehir efsanelerine değinmek gerekir. Öncelikle hiçbir aşk asansörde başlamaz, asansörde gördüğünüz birine aşık olma ve düzgün bir ilişki başlatabilme ihtimaliniz, aya bir fil gönderilmesi ihtimalinden daha düşüktür. İkincisi hiçbir asansörün tavanı, açılıp kahramanlık yapılması için tasarlanmamıştır. Buna kalkışan zatı ya elektrik çarpar ya içerdeki diğerleri pataklar ya da asansör katta kalıverir. Üçüncüsü asansörlerin imdat butonları ve telefonlarının amacı yoktur ve bu yüzden de çalışmazlar. Dördüncüsü asansörün havalandırmasını çalıştıran biri terlememiş, kuvvetle muhtemel gaz çıkarmıştır. Yaptığına da toplam kalite sözlüğünde düzeltici faaliyet denir ki nedeni de önleyici faaliyeti, yani gaz çıkışını engellemeyi bir nedenle becerememiş olmasıdır.

 

İşte böylece asansör ve zoraki sosyalleştirilen beyaz yakalılar meselesini de hatmetmiş bulunuyoruz değerli okuyucular.

Sat

02

Nov

2013

İş Görüşmeleri Nasıldır ve Nedir?

İş görüşmeleri, hasbelkader herkesin maruz kaldığı, sonra da kimilerinin diğerlerini maruz bıraktığı bir karşılıklı sahtekârlıklar komedyasıdır. Aslında bu görüşme tipinin evveliyatı modern zamanların, hatta orta çağların çok öncesine dayanır. Rivayete göre bir çiftçi, artık yaşlandığından mıdır yoksa huysuzluğundan kendisine yardım edecek akraba bulamadığından mıdır nedir, “bu toprakların hepsini ben ekip biçemem” deyip bir yardımcı aradığını konu komşuya duyurmuştur. İlk gelen delikanlıya “ne dersin bu işi yapabilir misin?” diye sorup “evet” cevabını alınca da ilk iş görüşmesi yapılmış ve bu garip teamül başlamış olmuştur. Bu garip bir teamüldür, çünkü tanımadan etmeden, sadece beyana dayalı bir istihdam modelidir ve elbette tarihte defalarca çuvallamıştır. Mesela Moğolların dünyanın üçte birini ele geçirdikten sonra fethettikleri ülkelerin başına iş görüşmeleriyle adam getirmeleri, Konstantin’in iş görüşmesiyle seçtiği danışmanlarının aklına uyup Haliç’e zincir çektirmesi, Napolyon’un hezimete uğradığı büyük Rusya seferine götürdüğü askerleri iş görüşmeleriyle bulması gibi. Elbette modern zamanlarda bu iş daha çetrefilleşmiş, İnsan kaynakları departmanının kuruluş misyonu da, bu tarihi sorunsalı çözmek olmuştur: yani salt sözlü ve yazılı (özgeçmiş, diploma, referans falan) beyana istinaden birini bir işe uygun bulmak. İnsan kaynakları bittabi bu sorunu çözemeyince, “abi ben bu işi yapamadım, kusura bakma” mertliği yerine, “nasıl yapalım da bu işin çözülemediğini kimse anlamasın” kurnazlığına girişip, işte kimsenin neliğini ve niceliğini anlamadığı türlü karakter analiz ve testleriyle bugün müşerref olduğumuz bir tür “zero sum game” olan iş görüşmelerini devreye alıvermişlerdir.

 

Malum, bu görüşmelerin iki tarafı vardır; görüşen ve görüşülen. Herkes iş görüşmelerinin iş arayan zat için zor geçtiğini düşünür ki bu külliyen yalandır. İş arayan nihayetinde iş aradığı açıkça belli olan, yani dürüstlüğü ve netliği açık olan taraftır. Görüşmeyi yapan zat ise, haddizatında mümkünsüz bir iş olan muhatabını değerlendirmek ve uygun bulmak / bulmamak gibi bir yükün altına girmiş durumdadır. Kendisinden beklenen bu değerlendirme onu bir yandan ezer diğer yandan “ben neymişim” üzerinden onore eder ve işte bu şizofrenik hal ile de iş görüşmesinde saçma sapan performanslar sergiler. Artık makamının yüceliğinden iyice ölçüyü kaçırır, görüşmeyi kendi kişisel şovuna çevirir, bugüne kadar bir Allah’ın kulunun sormadığı soruları soracak haddi ve zekâyı kendinde bulur. İş arayan gariban da ağzını açıp sana ne yahu diyemez ve kulaktan dolma bir iş görüşmesinde yapılacak ve yapılmayacak 10 şey bilgisi ile bu hezeyana kendince katkılarda bulunur. Genellikle birkaç raunt şeklinde ifa edilen bu performansta insanı akılsız ve karaktersiz ve değersiz hissettiren türlü mantık, karakter ve sabır testleri gırla gider. Ölçek ekonomisi ucuzculuğuyla adayların topluca proses edilmesi, ilkokuldan kalma yoğurt siyahtır münazara teknikleriyle herkesin içindeki vahşinin ortaya dökülmesi, yine 5 yaşından kalma peki büyüyünce ne olmak istersin sorusuyla rezil edilme vakayı adiyedendir.

 

Finalden bir önce herkesin sorulacağını bildiği ve cevaplanamaz olduğundan soru sıfatını taşımaması gereken meşhur soru ortaya çıkar: “peki şirketimize nasıl faydalı olabileceğinizi düşünüyorsunuz?” Hayatta kimsenin çalışmadığım yerden çıktı mazeretine başvurmadığı yegâne an işte bu andır. Herkes ömür billah dut tatmamış bir bülbül gibi şakır da şakır. Duyanın neden iş arıyorsun akıllım, git işini kur ve bir sene de zilyoner ol diyeceği akla izana sığmaz vaatler, planlar ve stratejiler sıralanır. Sonuçta da herkes söylüyormuş ve dinliyormuş gibi yaparak bu kutsal anı ite kalka sonlandırır ve final sorusuna gelinir: kaç para istiyorsunuz? Bu, tasarlamış kurumsal albenilerin gerçeklikle karşılaşıp, hem görüşen hem de görüşülen için tuz buz olduğu andır. Kim ne derse desin “para” parlatılmış modern dünyada gerçekliğini ısrarla muhafaza etmiş az sayıdaki şeyden biridir. Bu soru aynı zamanda hem görüşülen hem de görüşenin çapı hakkında da ciddi bilgiler verir. Şöyle ki; siz neyi uygun bulursanız efendimin nevzuhur versiyonu olan kurumsal ücret skalanız ne diyorsa diyen bir aday ya yolun çok başındadır ya uzun süredir işsizdir ya da beş para etmeyeceğinin farkındadır. Bunun tersine en son aldığım ücret şuydu deyip yenisinin bundan yüksek olmasının imleyen aday kurnazdır, içten pazarlıklıdır. Belirli bir ücret isteyip bunu da maliyet kalemleriyle açıklayan aday tüccar ruhlu ve kuvvetle muhtemel taşra kökenlidir. Bir ücret tabanı dillendirip ağzının kenarıyla da kurumsal ücret skalasına gönderme yapan aday ise bildiğiniz kaşar beyaz yakalıdır ve bundan önce en az 4 şirket değiştirmiştir. Ücret beklentisini değerlendireceklerini belirten bir görüşmeci henüz acemidir. İstenen ücreti çok bulduğu gözlerinin açılmasından belli olan görüşmeci, ya patronun gazıyla ucuza çalışan bir hayalperest ya da büyümeye çalışıp eşik atlamaya çalışan bir KOBİ’nin eskide kalmış ve yıllanmış bir çalışanıdır. İstenen ücrete cevaben, içinde sayısal hiçbir şey geçmeyen uzun bir cevap verebilen görüşmeci ise deneyimli bir insan kaynakları çalışanıdır.

 

İş görüşmelerinin nasıl sürdürüldüğüne ve sonuçlandığına ilişkin istatistikler ise hayli eğlencelidir. İş görüşmesine katılan her 20 adaydan 5’i ikinci görüşmeye çağrılırlar, ancak ilk görüşmeye gelmemiş 5 kişi daha bir şekilde ikinci görüşmeye alınır. Bu toplam 10 adaydan 3’ü üçüncü görüşmeye çağrılırlar ve bunlardan sadece 1’i ilk görüşemeden buraya kadar gelebilmiştir. Üçüncü görüşmenin bitmesi ardından patron sürece müdahil olur ve sırasıyla kendi emeğiyle buraya gelmiş olan aday ile şirket içi torpilin yardımıyla son tura kalmış iki adayı eleyerek, zaten baştan beri aklında olan birini işe alıverir. Sonuçta iş görüşmeleri çoklukla tüm taraflar için 3-5 günlük bir kendini eğleme faaliyetidir ve modern zamanların sözlü-yazılı beyana dayalı güven ilişkisinin aslında hiç olmadığının da göstergesidir.

Fri

04

Oct

2013

MBA’e Dair Çelişkili Haller

Modern tarihin ilk yarısı, türlü toplu eğitim hamlelerinin rehberliğinde herkesi aynı tornadan geçirip seri halde doktor, mühendis, öğretmen vesaire üretmekle geçmiştir. Ülkemizin de nasibini fazlasıyla aldığı bu standardizasyon; cehaletle mücadele, modernleşmek iyidir ve bu da standart altyapılar üzerinde gerçekleşebilir sloganlarıyla mazeretlendirilmiştir. Ancak ortaya çıkan tek tip yurttaş, tek tip çalışan, tek tip kariyer hedefi ve tek tip emeklilik hayali fazlasıyla sıkıcı olmuş ve kapitalizmin temellerinden biri addedilen rekabetin bu kokmaz bulaşmaz tipitiplerle sağlanamayacağı anlaşılmıştır. Sonunda da bunları nasıl birbirinden farklılaştırabiliriz sorusu ciddi bir meşgale konusu olmuştur. Sağda solda daha ziyade yeni bir moda, tasarım, hayat gurmeliği ve koçluğu trendi olarak anlaşıl(may)an post-modern kavramı da, işte bu kısır meşgalenin verimsiz sonucu sıfatıyla arzı endam etmiştir. Varlık nedeni, nasıl şeyleri birbirinden acayip farklılaştırarak ortalığı karmakarışık bir hale getirebiliriz ve Nasrettin Hoca’nın uzlaşma niyeti olmayan aklıselim yoksunlarıyla eğlendiği “sen de haklısın” cevabını nasıl ciddiye alabiliriz olan post-modernizm, kısa sürede profesyonellerin hayatına da el atmıştır. Bu el atma hallerinden biri de hiç kuşkusuz, profesyonel olarak nasıl rakiplerimizden farklılaşabilir, özgeçmişimize afili bir satır ekleyip ücretimizle ilgili nasıl ve “haklı” bir zam beklentisi içine girebiliriz dedirten MBA programlarının icadıdır.

 

Bizatihi kendisinin bir bilim dalı olduğu hayli kuşkulu olan ve adı gereği türlü alaylara konu olmuş işletmenin yüksek lisans halidir aslında MBA. Vakti zamanında diğer yüksek lisanslardan bir farkı yok iken bir gün bu post-modernizm dalgasından nasıl nemalanırım diye düşünen bir aklı evvelin bahtsız ve ama haklı önermesiyle MBA denen şey, profesyonel titrlerin olmazsa olması arasında girmeyi başarmıştır. Toplu bir rüya deneyimi de denebilecek tuhaf bir inanış, MBA mezunu olan profesyonellerin hemcinslerinden daha parlak ve başarılı, ne bileyim kısa sürede şirketlerine kar patlaması yaptıracak kalifikasyon, karizma ve soyluluğa sahip, dolayısıyla da daha fazla parayı hak eder olduklarına inandırmıştır gariban beyaz yakalıları. Ancak elbette patronların bu tip batıl inançları yoktur ve işlerine gelir bir biçimde çalışanlarını ücretlendirmeyi sürdürmüşlerdir. Bu inancı paylaşır görünen tek patron tipi, geniş yatırım portföyüne özel üniversiteleri de almış olanlardır ve “müşteri her daim haklıdır” şiarı gereği bu inanışı pompalamakta bir sakınca bulmamışlardır.

 

Böyle başlayan bu serüven önce, haddizatında askere gitmiş her Türk gencinin hemhal olduğu yarı tanrı generallerin üniversite versiyonu olan profesörlere çarparak şöyle bir 5-10 sene duraklatılmış ve bu talep bildik yüksek lisans prosedürleriyle karşılanmaya çalışılmıştır. Ancak adına beyaz yaka denen, itibar düşkünü ve ama çalışma azmi yoksunu müşteri kitlesinin tez yazma becerisi, okula gelme istidadı ve patrondan sonra bir de profesörlere yaltaklanma enerjisinin olmadığı anlaşılınca üniversite sahibi patronlar olaya müdahale etmek zorunda kalmıştır. Bunun sonucunda tezsiz, geceleri ya da hafta sonları icra edilen, okula gelinemiyorsa hocaların bizzat işyerlerine gitmesiyle ifa edilen, hatta okula hiç uğranmayıp facebook arası internetten bir bakılan ve okul-öğrenci ilişkisinin faturayı ödemekle sınırlandığı nevzuhur süper MBA’ler türemiştir. Ardından bu farklılaştırma ve itibar kazandırma operasyonuna bir eşik daha atlatılarak executive, top managerial, ve excelancy falan gibi aristokratik ve soylu sıfatlarla MBA programlarının saygınlığı ve bittabi ücreti de artırılmıştır.

 

Peki, nedir MBA? Ne olduğunu belki de en iyi anlatan metafor, ne ısmarlayacağına bilemeyen veya daha kötüsü konuklarına gösteriş yapma performansındakilerin restoranda garsona verdiği sipariştir: “her şeyden biraz biraz getir, ortaya karışık.” Böyle bir menü farklı lisanslardan gelmiş olan müşteri portföyüne de cazip gelmekte, kimi filoloji, kimi felsefe, kimi tıp, kimi türlü mühendislik veya diğer sosyal bilimler okumuş halkın her katmanından gelen şaşkın bir güruhun kendini bu karmaşanın ortasına gönüllü atıvermesine sebebiyet vermektedir.

 

MBA’in en önemli vasıflarından biri olarak pazarlaması yapılan “network” kazanma hususu ise ayrı bir değerlendirmeyi hak etmektedir. Kurguya göre birbirlerini MBA’de bulacak olan bu geleceğin hiper başarılı yöneticileri, bu vasıflarını burada ve birlikte kazandıklarını unutmayacak, tıpkı köklü liselere atfedilen “kardeşlik” hali gibi, kariyer basamaklarını beşer beşer tırmanırken “kardeşlerine de” gereğinde el uzatmayı, torpil geçmeyi ve kimsenin bilemeyeceği fırsatları aşikâr etmeyi ihmal etmeyeceklerdir. Bu düstura inanan yeni yetme MBA’liler, bu kardeşlik havasına tez elden girebilmek için o Nevizade senin, bu ıslak hamburgerci benim, şu balık lokantası senin bu kır bahçesi benim diye artık yaşadıkları şehre göre bildik tüm “kalburüstü” ve elit eğlence mekânlarını biteviye tavaf etmektedirler. İşin garibi bunların bir kez de şu araştırma merkezi veya kütüphanede buluştukları ya da şu önemli kongreye birlikte katıldıkları görülmez. En fazla, işe biraz yerellik katarak karındaşlığı pekiştirme peşinde olanların hamama, çiğ köfteciye veya mantıcıya gittikleri görülür. Bu dönem hiç gidilmediği kadar doğum günü partisine icap edildiği ve hiçbir zaman alınmadığı kadar hediye alındığı bir dönemdir. İşin finansal yönü ise, bütçeye açılan yeni ve genişçe bir delik ile bunun çoklukla kredi kartı ile kısa vadeli finansmanın yapılmasından ibarettir. Günün sonunda ise network, hadi anlaşılır bir şekilde ifade edelim dost ve ortak kazanmanın, ancak gerçek değer ve çıkar ortaklıklarıyla mümkün olduğunu herkes öğrenir ve bu hiper sosyallik dönemi de kısa sürede sönüp geçer.

 

MBA’in akademik dünyaya kazandırdıkları, birkaç istisna dışarıda bırakılırsa önemsenmeyecek düzeydedir. İş dünyasına kazandırdıkları hususunda ise türlü spekülasyonlar yapılsa da, bu kendini farklı ve çok klas hissetme halinin üretim, karlılık ve bizatihi MBA’linin ücretinde patlamaya yol açmadığı söylenebilir. Net olarak olduğu söylenebilecek tek şey ise, “mutlu yarınlar” için sahici kılıklı yeni bir bekleme odasının başarıyla tanzim edildiği, artık kimden ne olacaksa zaten olduğu ve olacağıdır. Vesselam MBA tecrübesi hayatta short-cut denen şeyin olmadığına ve sırf omzuna birkaç yıldız ekledin diye dünyanın karşında eğilip bükülmediğine üzülerek şahit olmaktan ibarettir.

 

MBA, ne olduğundan ziyade çabucak ne işe yarar sorusuna duçar kalmış ve böylece başarılı bir pazarlama kampanyasıyla iç edilmiş bir muammadır.

Fri

27

Sep

2013

Ödül Törenleri ve Plaket Enflasyonu

Ödül törenleri ve plaketler, modern beyaz yakalıların ruh sağlığı için üretilmiş araçlardır. Çünkü artık herkes, kimsenin kimseyi tanımadığı sitelerde ikamet etmekte, yaşamak için hava kadar gerekli itibar ve saygınlığı organik yollardan temin edememekte ve türlü sosyal ağlarda icra ettiği “one man show” lar ve kıvanç haller de kifayet etmemektedir. Buna bir de, artık aşırı uzmanlaşmadan mı yoksa hakikaten bir şey üretilmediğinden mi kaynaklanan kaybolmuşluk hissi eklenince, bir beyaz yakalının depresif olması gayet normal olmaktadır. İşte ödül törenleri ve plaketler de yeni tip anti-depresanlar olarak burada devreye girmektedirler.

 

Bir ödül töreninde bir plaket almak için ne gerekir sorusu kadar anlamsız ve gereksiz bir soru yoktur. Çünkü aklı başında olan herkes bir gün bir vesileyle plaket alacağını bilir. Doğru soru almak için ne gerekirden ziyade ne zaman alınacağıdır. Plaketlerin sadece şirket kuruluş yıldönümlerinde verildiği günlerde bu konuda ciddi sıkıntılar yaşanmış, azlıktan dolayı plaketler gerçekten de kıymetli bir şey sanılmıştır. Ancak bu ucuz anti-depresanın etkinliğini keşfetmiş patronlar, plaket dağıtım sıklığını artırmak için kısa zamanda akla hayale gelmez nedenler icat ederek bu sorunu çözmüşlerdir: yeni bir müşterinin kazanılması, eskisinin geri dönmesi, mevcudun gülümsemesi, hafif küsmüşünün selam göndermesi, rakiple görüşmüşünün tövbe etmesi, patrona gıcık olmuş olanın iflas etmesi gibi. Devamında, biraz daha zeki olan bazı patronlar yahu neden plaketleri bir de birbirimize vermiyoruz deyip üstüne de şirketler arası bowling, halı saha futbol, dart ve en uzağa tükürme gibi yarışları ekleyince plaket verilme sıklığında geometrik bir artış meydana gelmiş ve işte hala yaşanan bu mutlu günlere böylece gelinmiştir.

 

Ödül töreninin nasıl bir şey olacağı şirketin bütçesi, depresyonun derinliği ve patronun cömertliğiyle alakalıdır. KOBİ’lerde genellikle bu faaliyet, en yakın pastaneden alınmış kuru pasta, kola ve gazoz eşliğinde ve şirketin sürekli kokan yemekhanesinde icra edilmektedir. Kurumsal deneyimlerinin olmaması nedeniyle, hafif mahcup ve çokça “abi manyak mıyız biz, ne yapıyoruz burada, televizyonda maç, ocakta yemek vardı” bakışlarıyla tören apar topar bitirilmektedir. Bu konuda biraz kaşarlanmış ve daha paralı şirketlerde ise bu mahcubiyetten eser kalmamakta, bunların ödül törenlerinde -artık Oscar Ödül Töreni mi dersiniz yoksa Nobel Barış Ödülü mü- türlü gerçek törenlerden alınmış mimik ve jestlerin ucuz replikaları gırla gitmektedir. Bazı kendini bu işe kaptırmış veya parasını ne yapacağını bilmemiş patronların şirketlerinde bu ödül törenlerine sanatçılar, stand-upçılar ve hatta minik orkestralar davet edilmekte, bazen hafif bir savaş kazanmış ordu tadı yaşanmaktadır. Maalesef içlerinden biri bile çıkıp Allah akıl fikir versin dememektedir. Çünkü işin sonunda herkes, ama herkes bir nedenle ve kulpla bir plaket almakta, topluluğa yorgun ve ama başarmış zafer tebessümleri göndermekte, bir de sıkılmadan bu perakende ürünü masasında, büfesinde, vitrininde, duvarında herkese övünçle sergilemektedir.

 

İşte insanın bir köyünün olmasının gerçek kıymeti de böyle ortaya çıkmaktadır. Zira ziyaret ettikleri köyü olanların plaket açlığı çekmesine tesadüf edilmemektedir.

Thu

26

Sep

2013

Performans Değerlendirme

İki yaşındaki çocuğun 10’a kadar saymayı becermekle gururlanması güzeldir ya da ikinci sınıftayken kerrat cetvelini (yani çarpım tablosu, sayın yeni yetmeler) bir çırpıda sıralayıp bitirmesi. Hülasa bu yaşlarda sayıların büyülü şeyler gibi görünmesi anlaşılırdır. Anlaşılmaz olan ise koca koca adamların ve kadınların, sırf sayabildikleri için insanları ölçebileceklerini zannetmeleridir. Ne ürettiklerini kimsenin bilmediği beyaz yakalılar için üretilmiş performans değerlendirmesi denen şey, işte böyle garabet bir iddia sonucu ortaya çıkmıştır. Kısa zamanda da sistemin avantajlarını fark eden patronların itelemesiyle matah bir şey oluvermiştir. Peki, nedir bu avantajlar?

 

Öncelikle, bir şekilde başka birilerini değerlendirdiği için herkes kendini bir şey sanmakta, patrona karşı birlik olma hülyası, bu tıfıl patroncukların iktidar hırslarına kurban gitmektedir. Mesela “Araştırmacıdır” kriterinde muhatabına 5 üzerinden 4 veren, bir de utanmadan 1 puanı neden kırdığını sayıp döken birinin kendini araştırmacılığın fevkinde zannetmesinden daha doğal ne olabilir ki? İkincisi, performans değerlendirme formundaki birbirinden saçma ve anlaşılmaz kriterlere göre muhatabını notlayan herkes, kendisi de dahil olmak üzere kimsenin aslında bir şey yapmadığını zannetmekte, bu faidesiz güruha para ödemesinden dolayı patronlarına gönül borcu duymaktadır. Mesela “Sonuç odaklıdır” kriterinde, nedir bu Allah aşkına diye sormamış kimse var mıdır? Ne yazık, kimse bu tuzaktan kaçamamakta, “ne sonucu ne odağı kardeşim, verdiğin üç otuz para” diyeceğine burada yazdığına göre matah bir şey olsa gerek kolaycılığına sığınmaktadır. Son olarak verdiği notlar sonucu kimsenin beraber yemek yemediği adam olan kahramanımız, bu yalnızlığın getirdiği depresyonla empati oyunu oynamakta, artık hangi akla hizmetle kendini patronun yerine koyup ona acımakta ve her şeyini haklı görmektedir. Kaçırdığı şey ise patronun, bu kötü adam olmaklığıyla bir sürü para kazandığı, kendisinin ise kredi kartının minimum tutarını ödemeye devam ettiğidir. İşte bu düzey ve algı farkıdır, patronu patron diğerlerini de diğerleri kılan.

 

Tipik bir performans değerlendirme toplantısı, bir seremoni havasında başlar. Sanki herkes birbirini ilk kez görmüş, hatta bu kişiler B.M. Güvenlik Konseyinden gerilimli bir karar çıkarıyorlarmış gibi ciddi başlar her şey. Bir iki karşılıklı yoklamadan sonra form, değerlendiren tarafından masaya sürülür ve aradaki hiyerarşi farkı açık edilir. Zaman zaman ortamı yumuşatmak için yapılan esprilere usulen biraz gülünür ve ama mevziler terkedilmez. En yüksek notun altında verilen her not için kıyasıya kavga edilip karşı deliller ileri sürülür. Dudaklar bükülür, kaşlar çatılır, bilinmedik tikler ortaya çıkar ve hiçbir zaman bir anlaşma olmaz. Bu insanlık komedyasından nemalanmayı kafaya koymuş bir sürü yazılım şirketi, elektronik değerlendirme sistemlerini pazara sürüp çoktan zengin olmuşlar ve ömür billah da kendi sistemlerini kullanmamışlardır. Toplantı başladığı gibi ciddi, hatta çoğunda küstüm bir daha da oynamam ve sıra bana da gelecek tehditleriyle sona erer.

 

Bunca fesat ve fitneye neden olmuş bu sistemin çıktıları bir işe yarar mı peki? Elbette hayır. Sistemin amacı değerlendirmek falan değildir, çünkü bunun için önce işi anlamak gereklidir. Ve patronların ve müdürlerin işi anlama niyet ve becerileri zaten yoktur. Değerlendirme sonuçlarına göre oluşan yeni zam oranları ve terfiler son olarak patronun değerlendirmesinden geçer. Patron da tamamen kendi öz kanaatine göre –ki bu kanaatin gerçek bir zemine dayanması gibi bir gereklilik yoktur, zira kendisi (ayağa kalkın lütfen) patrondur- ve kendisine tahsis ettiği ek bütçeyle zamları azıcık yukarı çeker. Böylece patron hem zamları artırarak prestij sağlar, hem değerlendirme yapanları gözden düşürüp iktidarını zorlayacak herkesi ortadan kaldırır ve hem de yaratılan, en azından itiraz edilemeyen nesnel adalet ortamıyla kendisine karşı söylenecek bir şey bırakmaz.

 

Vesselam sistem patronların çok zeki bir kurgusundan ibarettir.

Mon

05

Aug

2013

Sosyal Bilimciler Ne Bilir Ne Anlar?

Sosyal bilim mezunları, işte tarih, coğrafya, felsefe ve uluslararası ilişkiler, birçok organizasyonda bulunur: bireysel emeklilik şirketleri, ilaç şirketleri ve saadet zincirlerinde. Dikkatinizi çektiyse, hepsi de yalandan sayma ile bir şekilde alakalıdırlar. Orduda ise bu zatlar paso mıntıka temizliğindedir, kimse ellerine çalışabilen bir şeyi emanet etmez. Sosyal bilimci olma halinin bir hayat felsefesi olması hayli kuşkuludur, zira gerçek hayat kılıfı altında girmedikleri kılık, yapmadıkları iş ve üzerine oynamadıkları at kalmamıştır. Bu olağanüstü esneklikleriyle - ki buna mecburlardır çünkü hangi organizasyon bir tarihçi, coğrafyacı, felsefeci veya uluslararası ilişkilerciyi istihdam edecek makul bir neden bulabilir ki – yanar döner ve her devrin adamıdırlar. Garip bir şekilde işe yarayan ve ama gerçek olmayan sözde doğruları açıklayıp dururlar. Yine de, düşen bir direkten kaçmayanı veya önünde bariz bir şekilde duran çukura düşeni pek yoktur. Bunun yerine, direğin düşmesine sebep olan yanlış direktifi vermiş veya orda olmaması gereken çukuru kazdırmışlardır. Bu cümleden de anlaşılabileceği gibi organizasyonlardaki müdürlerinin çoğu işte bu zatlardır. Organizasyonlar, görece az zarar verecekleri bir konuma getirip bunları izole etmeyi ummuşlardır, ama olmamıştır.

 

Sosyal bilimciler kesinlikle önemli kişiler değillerdir. Bu nedenle kendilerini önemli sanmak veya önemli göstermek için kartvizitlerden, ütülü elbiselerden ve kemik çerçeveli gözlüklerden medet umarlar. Kafasını jöleye batırmış gezen veya herkesin – nedense –ayakkabısına pür dikkat kesilmesini sağlamaya çalışan birini görürseniz, kesinlikle bir sosyal bilimcidir.

 

Sosyal bilimciler, fıkralara falan konu olmazlar, en fazla bir hasetle başkalarından duydukları mühendislik fıkralarını anlatarak silikliklerini gidermeye ve hatta cazibe merkezi olmaya çalışırlar. Sosyal bilimlerle ilgili bölümler, genellikle ülkenin en az puanla girilebilen bölümleridir. İnsanın kafası dört işleme basmayıp, bir de dershane günlerini laklak ve kız / erkek peşinden koşmakla geçirirse olacağı pek tabi ki budur. Bu durumu bilen üniversiteler de bu zatları hemen mezun etmeye çalışırlar ki eşeği bağlasan mezun olur lafı işte buradan gelmektedir. Bunların ebeveynleri ise, ya büyük çocuklarını ticarete vermiş bunu da kafası basmadığı için okula göndermişlerdir ya da tövbe etmeye çalışan mühendislerdir. Buna da paradoks denilebilir.

 

Devlet büyüklerimiz, bu zatların organizasyonlarda herhangi bir kar amaçlı faaliyeti yürütmedikleri hususundaki şikâyetleri çözmeye muktedir olamamışlardır. Yine de Endüstri Meslek mezunlarının bu zatları evireçevire dövebileceğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Bunların yapabileceği yegane iş gibi görünen siyasette de kapasite sorunu baş göstermiştir. Bu aylaklık ve iş bilmezlikle kapağı akademik olmaya atan ve kimsenin okumadığı bir sürü akademik yayın üreten sosyal bilimciler çoktur. Kadınların neden sosyal bilimci olmayı tercih ettikleri ise gayet anlaşılır bir durumdur; laklak, gösteriş ve istediğin zaman örgü örebilme özgürlüğü. Yine de kadınlar doğuştan getirdikleri ferasetleri neticesinde, sosyal bilimci olmaya hiç pirim vermezler ve bir komplo teorisine göre bunu yapan erkek sosyal bilimcilere de kıs kıs gülerler.

 

Finalde hayatın aslında bir matematiği olduğunu, dolayısıyla sayma becerisine sahip olmak gerektiğini anlayamayan veya anlasa da kata beceremeyen sosyal bilimciler, edebiyata bulaşmışlar ve Türk edebiyatının mevcut halinin de böylece sorumluları oluvermişlerdir. Müzik ise, yine sayamadıklarından giremedikleri, girseler de dandirik bir gitarla Akdeniz akşamlarından ötesine geçemedikleri bir muammadır kendileri için.

Mon

05

Aug

2013

Mühendisler Ne Yer Ne İçer?

Mühendis, ölçme anlamına gelen hendeseyi, yani sayma işlemini yapan zattır ve birçok organizasyonda bulunur: bireysel emeklilik şirketleri, ilaç şirketleri ve saadet zincirlerinde. Dikkatinizi çektiyse, hepsi de sayma ile bir şekilde alakalıdırlar. Orduda ise genellikle ışıkları açma – kapama ve televizyon kumandalarına dokunma yetkisi bu zatlardadır. Mühendis olma hali bir aslında bir yaşam felsefesidir. Sürekli hiçbir işe yaramaz doğruları tekrarlıyor olmaları başka bir şekilde açıklanamaz. Mesela bu üstümüze düşmekte olan direk 15 metre uzunluğundadır veya bu çukurdan çıkmamız için yerçekimin ¾ azalması gereklidir. Ama heyhat o direk çoktan kafanıza düşmüştür veya çukurda da çamurlara bulana bulana itfaiyeyi bekliyorsunuzdur. Bir yaşam felsefesinin yaşamaya bu kadar karşı oluşu, çivili yatakları üzerinde kulunçlarını açmaya çalışan Hint fakirlerininkinden başka hiçbir felsefede bulunmaz.

 

Mühendisler önemli kişilerdir. Buna karşı ileri sürdükleri temel dayanak da “beni ne doktorlar ne mühendisler istedi” ifadesidir. Ancak gerçekte o kızın, zaten zor olan hayatını bir mühendisle daha da zorlaştırmak istemediği ve bir davulcuya kaçtığı arşivlerde kayıtlıdır efendim. Yine de mühendisler bir sürü organizasyonda kilit konumdadırlar. Nitekim organizasyonun gerçek pazar dinamiklerine uyma çabalarını da, kendilerinden başka kimsenin anlamadığı hesaplamalarla kilitlemektedirler.

 

Mühendislerin, fıkralara konu olmaktan başka gerçekte ne işle uğraştıkları büyük bir muammadır. Tipik bir mühendis, düşünceli ve gayet ütüsüz elbiselerle karşınıza çıkan kişidir. Bu durumda yapılması en makul şey, tıpkı bir uyurgezerle karşılaşmış gibi duvara iyice yanaşıp geçip gitmesini veya diğer duvara toslamasını beklemektir. Merak etmeyin mühendis bu durumu görmeyecektir bile. Yine de neden mühendislik bölümlerinin böyle yüksek puanlarla öğrenci kabul ettikleri ve bu öğrencilerin bütün hayat enerjisini emip yerine soylu, ulvi, yüce ve ama bu dünyayla bir ilişkisi olmayan bir şeyler tıktığı anlaşılmaz bir durumdur. Bu okulların işlerini yaptıklarını varsaysanız bile bu garip çocuklarının ebeveynlerinin ne işe yaradığını merak edebilirsiniz. Çok da merak etmeyin çünkü kuvvetle muhtemel ebeveynlerden en az biri mühendistir.

 

Devlet büyüklerimiz, mühendislerin organizasyonlarda herhangi bir kar amaçlı faaliyeti yürütmedikleri hususundaki şikâyetleri, Endüstri Meslek Liseleri açarak çözme yoluna gitmişlerdir. Ancak bu lise mezunlarının, mühendislerin işlerine sürekli hesap-kitap kılıfı altında bulaşmalarına tartaklamaya kadar varan şekillerde cevap vermeleri ve bariz kas avantajıyla bunu da gayet iyi becermeleri sonucunda yine aynı devlet büyükleri meslek yüksek okulları açarak bu tip yıldırıcı endüstri faaliyetlerine karşı bir ara alan yaratmışlardır. Ancak bu tampon bölgenin güvenliğini, elbette ölçerek zayıf bulan bazı daha mühendisler yılmadan yüksek lisans yapmışlar, başka hiçbir yüksek lisans mezununun alamadığı Yüksek ifadesini mühendisliklerinin başına koyarak işte bu teknisyen ve teknikerlerin tekme mesafesinden daha yüksekte bulunduklarını göstermeye çalışmışlardır. Yaramış mıdır? Elbette hayır, tüm organizasyonlarda gayet hak edilmiş nedenlerle –mesela müşteri sunumunda “o öyle değil aslında” demek, tam satış kapanmak üzereyken “daha iyi bir önerim var” demek, herkes harıl harıl siparişi yetiştirmeye çalışırken üretim bandının en başındaki makineyi kıytırık bir kalite şüphesiyle kenara çekmek - darba uğramış bir mühendis görmek gayet olasıdır.

 

Bu olup biten, işte nefes alınan hayatla gerilimli ilişkileri ve belayı bir de kamuya taşımadan organizasyon içinde zararsızlaştırma gerekliliği bir sürü mühendisin son yıllarını danışman, müşavir veya mutfağın en dip köşesinde tek ayak üzerinde durma gibi pozisyonlarda geçirmesine yol açmıştır. Müdür veya patron olma becerisini göstermiş olanları, işte bunlardan ders alıp tövbe edenler ve normal –yani kulaklığında nefes al nefes ver sesi olmadan- nefes almayı öğrenenlerdir. Hayatı bu kadar iyi bilen kadınların ise neden mühendis oldukları hususunda herhangi bir rasyonel açıklama yoktur. Bir komplo teorisi bu kadınların, erkeklerin son egemenlik alanı olan, yani kimse rahatsız etmeden çizgi film ve belgesel izleyebildikleri kuleler kurabildikleri mühendislik alanını da ele geçirmeye çalıştıklarını iddia etmektedir. Mühendislerin tamamen rehabilite oldukları görünmemiştir. Bir sentez başarısı olarak gösterilen mimarların yaptıkları binalar ortadadır ve işletme mühendislerinin mühendis oldukları da gayet su götürür bir iddiadır.

Sun

04

Aug

2013

Türklerin Küreselleşmemesinin veya Küreselleşememesinin Sonuçları

Eğer profesyonel amaçla ve görece uzun bir süre Türkiye’nin dışında kalma imkânı bulmuşsanız, Türklerin diğer topluluklara kıyasla çok daha az uluslararası ortamlarda bulunduğunu fark edebilirsiniz. Buna, gittikleri ülkelerde kendi kültürlerini kapalı topluluklar kurarak yaşamayı tercih edenleri dahil etmemek gerekiyor, çünkü az ya da çok buralarda yaşanan da küçük bir Türkiye oluveriyor. Bu durumun bence iki önemli nedeni var. İlki, Türklerin, mesela İngilizce ya da İspanyolca, Arapça, Fransızca, Rusça veya Arapça, hatta Çince konuşanların aksine “arka bahçelerinin” olmaması. Balkanlardaki son derece küçük birkaç devleti, Azerbaycan ve KKTC’yi saymazsanız durum böyle. Buna, Türklerin yabancı bir dil öğrenmeme hususundaki ısrarlarını da eklemek lazım elbette. Avrupa Komisyonunun 2006’da yaptığı Avrupalılar ve Dilleri araştırmasına göre Türkler, ikinci dili bilmede %5 ile Avrupa’nın ikinci bir dil bilen topluluklar içinde açık ara sonuncu. Bu konuda bir araştırma bulamadım ama Araplarda, İngilizce ve Fransızca bilme oranı bence gayet yüksek. Bunda elbette Türkiye’nin doğrudan ya da dolaylı bir sömürge geçmişine sahip olmamasının da etkisi var, ancak sonuç yine değişmiyor: Türkler küreselleşmiyor. İkinci neden ise Türkiye pazarının yeterince büyük olması ve “aklınızı dışarıya gitmekle bozmamışsanız” aç kalmayacağınız. Bu durum özellikle yıllardır ciddi bir kriz yaşayan Avrupa ve türlü siyasi istikrarsızlıklarla çalkalanan çok sayıda Orta Doğu ülkesi için geçerli değil.

 

Toplumsal açıdan bu küreselleşmeme ya da küreselleşememe halinin sonuçları ilginç. Küreselleşmemiş çoğunluk için bu durumun etkisi, “bizim bulgurumuz iyidir” diye özetlenebilecek gereksiz ve nedensiz bir kendi kendine övünme hali. Bu övünme halinin beslediği korkak muhafazakarlık, hem kendi içine fazlaca kapanıp kalan herkesi ötekileştirmekle sonuçlanıyor, hem de bizzat muhafazakarlığın içindeki öğrenme ve anlamaya yapılan bunca vurguya rağmen öğrenmemekle, anlamamakla, hülasa empati kurmamakla sonuçlanıyor. Bu tepkinin ötekileştirilmiş herkesi, yani sadece gerçek yabancıları değil yabancılaşmış veya küreselleşmiş Türkleri de kapsaması, bir toplumsal uzlaşının kurulmasını ve birlikte yaşayabilme imkânlarını engelliyor, gerçek bir özgüven kazanılmasını baştan önlüyor. Hasbel kader veya sınıfsal imtiyazlarla küreselleşmiş azınlık ise, bu istisnai durumlarını genellikle bir tür soyluluk olarak algılıyor ve bu “imtiyaza” sahip olmayan çoğunluğu bulgurları üzerinden alenen veya bazen de sadece refleksif bir şekilde küçümsüyor. Bu hal zaman zaman, çoğunluğun bu kişilere tepkilerinin de katkısıyla, tümden yabancılaşmayla ve başka bir toplumun algısıyla kültürlenip tamamen başkalaşmakla sonuçlanabiliyor. Bunun da bir toplumsal uzlaşının kurulmasına ve birlikte yaşanabilmesine köstek olduğu açık.

 

Son zamanlarda aşikar bir şekilde yaşadığımız, aslında daha evvel de konuşulmaz ve ama herkesin bildiği bir şekilde tecrübe ettiğimiz toplumsal gerilimlerin ve her tür empati eksikliğinin en önemli nedenlerinden biri olan küreselleş(e)meme sorununun çözümü bence elzem. Buna, yabancılaşmışların da yerli olanla kültürlenmesinin sağlanması eklenmeli elbette. Kişinin bilmediğinden korkması misali aksi, herkesin kaybettiği yorucu ve sahte bir kavga olacak gibi görünüyor.

Sun

04

Aug

2013

Toplantılar: Neden Toplanıyoruz Yahu!

Toplantılar, modern zamanların başlıca profesyonel zaman israf etme eylemlerinden biridir. Vakti zamanında, artık kim olduğu maalesef tamamen unutulmuş bir cin fikirli profesyonel kendi başına Soliter ve Mayın Tarlası oynamaktan sıkıldığından olsa gerek, şirketteki bir sürü insanı bir odaya toplayıp gürültü yapmayı daha eğlenceli bulmuştur. Ne yazık, ne yaptığını elbette bilmez müdürlerin desteğiyle bu moda kısa zamanda ciddi bir taraftar kitlesi kazanmış, sonuçta fonksiyonalitesi epeyce tartışılır kocaman masalar, yukarı-aşağı ya da öne-arkaya hareket kabiliyetini çoktan yitirmiş ıskartaya çıkarmaktansa burada bir işe yaramasın denen koltuklar, türlü ikazlara rağmen üzerine bildiğin keçeli kalemle bir şeyler çiziktirilmiş ve pek tabi tam silinememiş beyaz tahtalar ve sevgili dostumuz bir projektörden mürekkep toplantı odaları da böylece hayatımıza girmişlerdir.

 

Toplantı aslında tanım itibarı ile bir one man showdur. Artık ne akla hikmetse bir toplantı konusu icat edip kalanları da bu odaya toplama gücünü bir şekilde devşirmiş birinin, kimsenin anlamadığı ve daha da önemlisi ilgilenmediği bir söylev çekip kalanları kabız, spazm ve uykulu yapma performansıdır da diyebiliriz toplantı da denen toplu uyuklama ayinlerine. Kural olarak toplantılar her zaman geç başlar. Buna rağmen toplantının ortasında birinin kafayı kapıdan uzatıp, kusura bakmayın şöyle önemli bir işim vardır diye uyuyanları lüzumsuz uyandırması da vakayı adiyedendir. Arada toplantı odasını karıştırmış veya anlaşılmaz bir espri anlayışıyla toplantı odasına dalan kişiler de gözlemlenebilir. Elbette bunlar tıfıl veya tümden aklını yitirmiş çalışanlardır, çünkü aklı başında hiç kimse bir toplantıya “gel gel sen de gel” denerek davet edilme riskini almaz. En gerilimli toplantılar bizzat patronun düzenlediği toplantılardık ki, odadaki her bir şahıs ekstra bir gayretle patronu konuyla alakalı bir şekilde övmek için takla atmaktan sefil olur. Yine de patronun zamanı nedense kıymetli olduğu için, artık tenis kortuna mı gidecektir yoksa leblebi yemeye mi kimse soramaz, bu toplantılar neyse ki çabucak biter.

 

Toplantılar düzenli ve düzensiz olarak ikiye ayrılabilir. Düzenli olanlar, muhtemelen sırf gıcıklığına ya hafta başı saat 08:30’da ya da haftanın son günü 16:00’da icra edilirler. Maksat Laz’a zarar olsundur. Düzensiz toplantılar ise, artık hangi galeyana gelmişse - ki bu bir işgüzar müşteri şikâyeti ya da her bir çalışanın kendi başına hem daha kısa sürede hem de daha etkin bir şekilde çözebileceği herhangi bir sorun olabilir - bir erk sahibi iş bilmezin ortalığı velveleye vererek yaptıklarıdır. Düzensiz toplantıların iyi yanı adından da belli olduğu gibi herhangi bir düzeninin olmaması, dolayısıyla istediğinizi söyleyebileceğiniz bir ortam oluşturmalarıdır. Bu ortamda şahsi hesaplarına kapamaya çalışan çalışanlara ve hatta durduk yere Şampiyon Galatasaray diyen tiplere rastlanabilir. Tabi sonuncusu hayaldir, yalandır.

 

Toplantının en önemli çıktısı, toplantı notu denen ve okuyan herkesin ben okuma-yazma biliyordum yahu demesine sebep olan anonim ve ortaya karışık bir metindir. Sanki çok matah bir işmiş gibi bu metni yazma görevi elbette salondaki en tıfıl kişiye verilir ki yılanın başını küçükken ezmek gerektir. Bu garibim de, eğer bu işi ilk kez yapıyorsa tabi, sanki dünyanın tüm yükü omuzlarına binmiş gibi gayet ciddi bir tavırla toplantı odasında uçuşan alakasız ve çoğunda yüklemsiz (çünkü efendim bir iş yapılmıyordur) cümleleri kapıp yazmaya çalışır. İş olsun torba dolsun misali, bu metin varsa düzeltme isteğiniz denilerek tüm katılımcılara gönderilir ve aralarında mutlaka var olan kılın biri, yok virgül yanlış yerde yok paragraf başı lazımmış gibi lüzumsuz isterlerle iş o tıfılın çabucak olgunlaşmasını ve artık müdüründen başka – o da doğrudan gözlerinin içine bakıyorsa – kimseyi takmamayı öğrenmesini tez elden sağlar.

 

Toplantıya çay-kahve dağıtılması tam bir felakettir. Şirketin odacısı, çaycısı, sekreteri, artık her kimse koca bir tepsi üzerinde bir yığın çay ve kahve bardağıyla toplantının en cafcaflı yerinde arz-ı endam eder. Yok benim çayım açık olacaktı, yok bu kahvede neden süt yok naralarıyla da çabucak derdest edilir. Bunların masaya ve yere dökülüp durması da işin cabasıdır. Toplantının en mutlu anı tabi ki toplantının bitişi anıdır. İlkokulda teneffüse çıkmış veletlerin coşkusu halt etmiş, siz katılımcılardaki o ferahlamayı ve hatta toplantıyı düzenleyen zatın gözlerindeki - neyi başarmışsa artık- işte başardım ışıltısını görseniz işte burada yazılmıştır dünyanın tarihi dersiniz. Heyhat hepsi yalandır, toplantıcı katılımları ya sigara içmek için akın akın bahçeye kaçıyorlar ya da kös kös masalarına dönüyorlardır. İşte bu konuyu da böylece hatmeyledik sevgili hiçbir katkı vermez okuyucular. Adam bir iki yorum yazar yahu:)

Sat

03

Aug

2013

Hiyerarşi: Kim Kimdir ve Ne Kadardır

Organizasyonlarda, aslında hayatın her evresinde hiyerarşi önemlidir. Nitekim aklımızın biraz ermeye başlamasından itibaren bize posta koyan abimiz – ablamızdan, biraz daha büyüyüp fırça yeme – ceza alma yaşına gelince annemiz, babamız, öğretmenlerimiz ve türlü büyüklerimizden hiyerarşiyi tez zamanda öğreniriz. Yine de algımız sıkça, görünen ve görünmeyen hiyerarşinin iç içe geçmesiyle bulanır. Neyse ki evden aldığımız terbiye, yani görünürde hiyerarşinin tepesinde olan babamızın aslında annemize bağlı bir emir eri olduğunu anlamamız bu tip bulanıkları aşmamıza yardımcı olur. Kısa ve uzun menzilli terliklerle de bu gerçeklik zaman zaman hatırlatılır zaten.

 

Üniversite yılları, ailemizin kıvanç halleri ve bizzat kendimizin dünyayı kurtaracağım sanrısı ile birleşerek bizi hiyerarşiden bir süreliğine azat eder. Ama baltaya sap olup bir işe girer girmez katı hiyerarşi ile tekrar karşı karşıya geliriz. Sahi nedir organizasyonlarda hiyerarşi? Bu konuda türlü rivayetler vardır. Birilerine göre ki bunlara klasik görüşçüler adı verilir hiyerarşi açık bir emir-komuta zinciri dahilinde organizasyonun hedeflerine uygun adım yürümesini sağlayan güç paylaşım ve uygulama mekanizmasıdır. Nevzuhur ve kendilerini daha insani olarak ilan etmiş bazı görüşler buna karşı çıkararak daha yatay, yani sözde yumuşak hiyerarşi tanımları yapmışlardır. Nitekim matris organizasyon denilen ve kimin eli kimin cebinde, kim neye muktedir ve ne de çaresiz belirsizliğini üreten yapı da işte bu odakların marifetidir. Daha da yeni ve bir tür görünmez işsizlik olan yarı zamanlı ev ofis tipi organizasyonlarda ise hiyerarşi tamamen uçuklaşmıştır. Denilen, buralarda hiyerarşinin falan olmadığıdır, ancak aslında olan çok uluslu şirketlerin doğru düzgün bir iş bulamamış gariban üniversite mezunlarını üç otuz paraya ve herhangi bir iş garantisi olmaksızın çalıştırmalarıdır.

 

Hiyerarşinin neliğinden sonra nasıl anlaşılabileceği ikinci konudur. Aslında ordu bu sorunu çok temiz bir şekilde çözmüştür. Yapmanız gereken muhatabınızın omzundaki veya kolundaki hilal, yıldız ve çizgilerle kendinizinkileri karşılaştırmak, karşınızdakininki çok ise hemen eğilip bükülmek, yok azsa da sırtı ve çeneyi dikleştirmektir. Ne yazık ki modern organizasyonlar bu ferasetten uzaktır. Üstelik, hiyerarşiden bağımsız organizasyon içi güç adı verilen bir başka mekanizma uydurup işi iyice içinden çıkılmaz hale getirmişlerdir. KOBİ’lerde çalışanlar bu konuda biraz daha şanslıdırlar. İşte hiyerarşinin tepesinde patron denilen zat ve onun çoluğu, çocuğu, hısmı ve akrabası bulunur. Kalanların da bir kıymeti yoktur. Oysa büyük gökdelenlerde ve kalabalık asansörlerde muhatabınızın hiyerarşideki yerini anlamanız zordur. Herkes birbirine karşı bir şıklık ve nezaket yarışı içindedir, ta ki siz birinin ayağına basana kadar. Bu büyük şirketlerin, her durumda çalışanı kandırma, bekletme, oyalama taktiği olarak ürettikleri karmaşık unvanlar da bu işi pekiştirir. Yönetmen, direktör, koordinatör, yönetici ve hatta bazen güçlendirilmiş yönetmen gibi isim tamlamalarıyla ortalığı iyice toza dumana bularlar. Böyle bir durumda kalındığı zaman yapılması gereken muhatabınızın elbiselerine, ayakkabılarına, saçına ve gözlerine bakmaktır. İlk üçü kolay, sizinkilerden daha iyi görünüyorlarsa, yani daha çok para harcanmışlarsa eğilmeye hemen başlayabilirsiniz. Sonuncusu ise biraz çetrefilli. Eğer ne arıyorum burada, bu insanlar da kim ve beni neden rahatsız ediyorlar manasına gelecek bakışlar ve işten zerre anlamayan bir tutum görürseniz yine hemen eğiliniz. Bu kriterler yine de bazen hatalı değerlendirmelere yol açabilir, ama onu da organizasyonun kendisi düşünmeli ve açık etmelidir, Kurumsal Kimlik Kılavuzunda elbette.

 

Son husus hiyerarşideki yer ile bilgi birikimi arasındaki şaşmaz ters orantıdır. Özetle bu kadar yukarıya çıkmak için türlü dümenler çevirip türlü taklalar atmış birinin işi bilmesi beklenemez. İşte tam da bu yüzden hastanelerde odacı, sitelere güvenlikçi ve her tür organizasyonda da stajyer uzman yardımcıları asıl işi göğüsleyen, varsa sorunuz sormanız gereken kişilerdir.

Fri

02

Aug

2013

Oryantasyon Eğitimleri

Allah’ım bir konu bu kadar mı eğlenceli olur diyeceğiniz şeylerden biridir oryantasyon eğitimleri. Teoride, işe yeni başlamış tıfıllara şirketin ne yaptığı ve iş o tıfılın ne yapacağının anlatıldığı işe alıştırma amaçlı giriş eğitimleridir. Uygulamada ise üniversite okuduğunuz şeylerin hiçbir işe yaramadığı, kimin karşısında ceketinizi iliklemeniz gerektiği, vizyon-misyon-kurumsal değerler üçlemesine iman ve biraz şanslıysanız ne işe yarayacağınıza dair kırıntı bilgiler anlatılır. Bu işi genellikle şirketin eskimiş abileri – ablaları yapar ve genellikle de kibirlerini şişirmek için kullanırlar. Bu abileri-ablaları eğitimden sonra gördüğünüzde aslında daha kısa, silik ve sıradan çalışanlar olduğunu fark eder ve şaşırırsınız, çünkü şirketin hiçbir altın çalışanı böyle fuzuli işlerle vakit kaybetmez. Oryantasyon eğitimlerinin, tıpkı üniversiteler gibi aslında gereksiz bir bekleme salonu olduğu, eğitim bittikten sonra doğru fotokopi çekmeye veya artık hangi amale iş varsa ona sürülmenizle kolaylıkla anlaşılabilir. Bu arada KOBİ’ler hakikatin bu olduğunu anladıkları için oryantasyon eğitimi vermiyor değillerdir. KOBİ’ler sadece henüz bu bilinçsizlik derecesine ulaşamamış, adlarından belli küçücük veya ortacık işletmelerdir.

 

Oryantasyon eğitimlerinin temel malzemelerinden biri, özensiz bir şekilde yamuk ve toneri bitmek üzere olan fotokopi makineleriyle çoğaltılmış ders notlarıdır. Bunu yapan da eğitimin önceki dönem bir katılımcısıdır elbette. Bazı şirketler bu ders notlarını bir de afili dosyalarla sunarlar, ama içerik aynıdır. Bu eğitimlerin ciddiyet ve hakikat derecesi, eğitime katılanlarda gözlemlenen dramatik değişikliklerden çıkarılabilir. İlk gün hepsi ütülü laci veya tayyörlerle geleceğin süper profesyonelleri olarak dahil olunan eğitimlerin ilerleyen günlerinde derste uyumak, uçak yapmak, sersefil kıyafetlerle dolaşmak ve ikide bir ne zaman ara vereceğiz demek yaygındır.

 

Bazı şirketler, paraları çok geldiğinden olsa gerek, bu eğitimlere bir de eğitim şirketlerini davet eder. Özetle soft eğitimler denen, sanki soft olunca katılım ve katlanma maliyeti düşüyormuş gibi hafta sonları icra edilen bu eğitimlerde şakalar, komiklikler ve kocaman adamlara oynatılan türlü takım-liderlik-hokkabazlık oyunlar gırla gider. Eğitimi genellikle, o şirketin sahibi ve muhtemelen de tek çalışanı olan eskimiş bir profesyonel sunar. Bu zat erkekse kesin iyi şaraptan, müzikten falan anlayan bir monsenyör, kadın ise cam tavanı (bks. Glass Cell) defalarca paramparça etmiş yırtıcı ve eh güzelce bir hatun kişidir. Bu taktik yine de işe yarar. Katılımcıların çoğu, ben de bir gün acaba böyle etkin ve yetkin biri olabilir miyim hayallerine dalar. Oysa bilmezler ki bu zatın, bu eğitim bütçesini şirketten koparana kadar atmadığı takla, Genel Müdürlükte yarenlik etmediği kimse kalmamıştır.

 

Bazı şirketler eğitim sonunda dubaradan bir final sınavı düzenlerler ki bu sınavdan çakan kimse yoktur çünkü şirket katılımcılara ödediği yatırımı çöpe atamaz. Hatta oryantasyon eğitimlerinin, aksi mümkünmüş gibi, %100 başarıyla nihayetlendirildiği kurum intraneti, bülteni, kara tahtasında falan göğüs gerile gerile ilan edilir. Son olarak eğitim bitince, inanılmaz ve insana utanç veren bir tür mezuniyet töreni düzenlenir. Burada diploma bile verildiği görülür. Bir katılımcı da çıkıp abi ne yaptık da bunu hak ettik diyemez. İşte kutsal seremonilerin uyuşturucu etkisi denilen şey de budur. Sürüye uyulur vesselam.

 

Oryantasyon eğitimlerine alternatif geliştirilen iş başı eğitim - on the job training ise ayrı bir kara mizah konusu efendim.

Thu

01

Aug

2013

Afili Sunumlar ve Projektörler

Önemli Türk iş pratiklerinden biri de sunum. Temel amacı bir şey satmak. Bu satılan şey bazen ürün veya hizmet, bazen de bizzat sunumu yapanın kendisi, ne süper bir performansı olduğu, yokluğunda şirketin ne menem sorunlara duçar olacağı falan. Temel olarak iki araç kullanılıyor: MS Power Point ve projektör. Genel uygulama olarak kimse slide başına 6 satırı geçme kuralını iplemiyor. Amaç, artık kimlerse, katılımcıları mümkün olduğu kadar yoğun bilgi bombardımanına tutup oluşan şaşkınlıktan istifade satışı kapatmak. Ancak sunum sonunda uyuyanları uyandırmak mesele olduğu için sunumla satış kapama oranları maalesef hayli düşük. Sunumun başında biri kesin sunumu edinip edinemeyeceğini soruyor. Bu zat, sınavlarda istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz diyen zatın elbette ta kendisi. Nezaketen bu soruya pek tabi denip yine kural olarak hiçbir şey gönderilmiyor. Bir Amerikan etkisi olarak sunumda mutlaka espri yapın önerisi, bazen işin dozunu kaçırmakla bazen de sunumdaki diğer metinler gibi espriyi kâğıttan ya da MS Power Point’in sunumcuya gizli notlarından okumakla uygulanıyor ki her ikisi de felaket. Yine her sunumdan sonra, sanki sunumla çok ilgilenmiş gibi davranan birkaç izleyici de işin olmazsa olmazı. Kendi deneyimlerime göre bunlar asla bir şey satın almıyor, ya sunum koleksiyonu yapıyorlar ya sizinle bir şekilde ilgileniyorlar ya da daha fenası bir şey satıyorlar. Tereciye tere hesabı yani.

 

Görece eskiler hatırlar. Sunumlar zamanında tepegöz denen aletlerle yapılırdı ki projektöre neden şükrettiğimizin cevabı oluyorlar kendileri. O zamanlar asetat denen bildiğin plastiklere, kâğıtlara elle çiziktirilmiş ve çoğu Türk’ün çizimle herhangi bir şeyi anlatamayacağının açık kanıtı olan şeyler fotokopi marifetiyle basılırdı. Kimse nostolji falan yapmasın rezil bir işlemdi. Ya fotokopi makinesi, “abi bu kağıt değil plastik” deyip bozulur ya da tüm mürekkebi her yerinize bulaşırdı. Projektör bu rezilliği, MS Power Point de Google Images ile birlikte yeteneksizliğimizi giderdi, şükür. Ama yine de projektör denen aletlerin çok fonksiyonlu tuşları ilk kullanan aletler olması ve diğer fonksiyonları bizi başka dertlere soktu. Mesela perdedeki yamuk görüntünün düzeltilmesi, kablonun doğru yere takılması ve power tuşunun ancak bir süre basıldıktan sonra açması veya kapaması. Genellikle olan, şirketin IT bölümünden bir tıfılı çağırmak ve işbu tıfılın sorunu 1-2 saniyede çözmesiyle dinleyicilere madara olmak, karizmayı tümden yitirmek oldu. Tam bu işi öğrenmişiz derken çıkan LCD ekranlar ve HDMI kabloları ise tarih tekerrürdürün ve yine rezil olacağımızın habercisi. Apple TV’yi hiç saymıyorum bile, varın bunu da siz düşünün.

 

Yeni başlayanlar içinse sunumun raconu şöyle. Sürekli yürüyüp durmayın, insanların neden yürümenizi izleyeceğinizi sandığınızı kimse anlamıyor ve böyle bir şey yok. Vücut dili kullanımı önemli diye gözlüğü çıkarıp ele almak, kalemi ucundan tutmak ve elleri parmaklardan birbirine temas ettirmek en hafif tabiriyle komik ve gereksiz. Yapmayın böyle şeyler, büyüdünüz. Espri çok riskli bir alan, sunumdan önce bir örnek topluluk karşısında tatbikat yapın. Hepsi gülüyorsa olabilir, biri bile gülmüyorsa kesin sunumda madara olacaksınız, vazgeçin. Son olarak sunumu kâğıttan okumayın kardeşim. Çok istiyorsanız kâğıdı e-posta ile gönderirsiniz.

Wed

31

Jul

2013

Kartvizitler

Kartvizit, profesyonel dünyanın gösteriş aracı ve temel silahlarındandır. Kartvizitini ver ne kadar adam olduğunu söyleyeyim lafı, açıkça söylenmese de herkesin iman ettiği şiarlardandır. Süreç bir kartvizit edinmekle başlar ki kariyerin ilk yıllarında bu hayli zordur. KOBİ’lerin hepsi ve –anlaşılmaz bir nedenle kurumsallık ısrarındaki bazı şirketler haricinde- büyük şirketlerin çoğunda çömeze kartvizit falan verilmez. Bir yeni yetmenin böyle bir talebi karşısında alıp alacağı şey, “ulan iş verdik daha ne istiyorsun” manalı bakışlar ve hele biraz adam ol da sonra bakarız mealindeki laflarında ibarettir. Aslında arkadaki kumpas, bu tıfılı kartivizitlendirip başımıza “terfi ettirin beni her yıl” diyen yeni bir bela açmayalımdan ibarettir. Neyse zaman geçer bir kartvizit edinilir, ama başka sorunlar başlar. Öncelikle isminiz kesin yanlış yazılır ve düzeltilmesi artık İdari İşler mi olur İnsan Kaynakları mı olur birileriyle ciddi bir kavgayı gerektirir. Bu kavgada kullanılması gereken sloganlar, “kurumsal kimlik”, “kurumsal kültür” ve “kurumsal değerler” gibi kimsenin pek anlamadığı ve de inanmadığı, ama ne hikmetse büyülü bir gücü olan kurumsallı ifadelerdir. İkinci sorun, font ve punto seçimiyle başlar. Alışıldık font ve puntolar sıradan bir izlenim uyandırırken, abartılı olanlar “sirkten mi geliyorsunuz” izlenimini uyandırabilirler. Aslında şirketlerin bu işte standartları vardır ve bu standart da “Kurumsal Kimlik Kılavuzu” adındaki bir ton para saçılmış ve bir takım grafik – dizayn şirketlerin abat etmiş kalın kitaplarda yer alır. Ancak doğru bir ilişki, “sürüden” farklı bir kartvizit edinmenizi sağlayabilir. Piyasada görünen plastik, köşeleri yuvarlatılmış ve hatta bazıları bildiğiniz yuvarlak olan kartvizitlerden kaçmak gerektir. Nihayetinde düzgün bir unvan sahibinin düğüne gelmiş hali saçması komiktir, gereksizdir. Üçüncü konu, kartviziti nerede tutacağınızdır. Arka cepte veya cüzdanda bulundurma, kartvizitin sefil bir hal almasıyla ve sahibinin de pek tabi sefaletle özdeşleştirilmesiyle sonuçlanır. Sefillik ve borç yiğidin kamçısı falan değildir. Çokça kullanılan çakma gümüş kartvizitlikler, yeni trend deri olanları, abartmamak, yani mesela üzerlerine de isminizi yazdırmamak veya takım olsun diye aynı malzemeden kol düğmeleri ve çakmaklar yaptırmamak kaydı ile uygundur. Son mesele ise kartvizitin kimlere ve nasıl verileceğidir. Öyle bol buldum dağıtıma sokayım statejisi, bir sürü kartvizitin uçak yapılarak veya beceriksiz ellerde ve sıkıcı toplantılarda kenarından katlarına ayrılması suretiyle çöpe atılmalarıyla sonuçlanır ki dikkat: çöpe atılan sizin “kutsal” isminizdir yahu. İşte Japonlar da kartvizit çok önemliymiş, aldıktan sonra oturmadan evvel okumalıymış gibi çok kültürlü çalışma ortamı zevzekliklerine itibar etmeden kartvizitin sadece bir gün işinize yarayacak kişilere verilmesi esastır diyelim. Kalanlara ise “tüh hiç kalmadı, talep de etmiş idim” falan demek racondandır. Tabi, size kartvizit almayı unutma demiştim dimi diye pis pis bakan müdürünüzün tazyikini sırtlamak kaydıyla. Kartvizite kare barkod bastırmak, sırf gösteriş olsun diye ayrı ayrı dillerde farklı kartvizitlere sahibi olmak ve tencere satmıyorsanız fotoğrafınızı kartvizite bastırmak adabı muaşerete uymaz, derhal terkedilmelidir. Son olarak kartvizitlerinde yazan unvanlar, devamında koltuklarının büyüklüğü, LCD ekranlarının yarıçapı ve wireless her şeyiyle övünen kişilerden uzak durmak, değil kartvizit günahını bile vermemek erdemli profesyonelin olmazsa olmaz alışkanlığıdır.

 

İşte benim profesyonel kariyerimde, kartvizitlere dair öğrendiklerim bunlar.

Tue

30

Jul

2013

"Öğretmenler Kutsal, Peki Tesisatçılar ve Metalürji Mühendisleri?” Üzerinden Türkiye’de Eğitim Algısı ve Sorunlarına Başka Bir Bakış

Türkiye’nin Tanzimat Fermanından bu yana hala devam eden modernleşme öyküsünde eğitimin özel bir yeri var. Bu ülke, eğitimle sınıf atlanacağına inanılan ve işin garibi bunun da zor da olsa mümkün olduğu nadir bir ülke. Türkiye’nin türlü “kazalarla” uzun bir zamandır liseler ve üniversiteler için uygulayageldiği merkezi sınav ve yerleştirme sistemi birçok Avrupa ülkesinde ve Amerika’da yok. Buralardaki sıkça rastlanan pratik, her okulun kendi sınavını kendi yapması ve eğitim burslarla desteklense veya İngiltere gibi bazı ülkelerde vatandaşlar ya da AB üye ülke vatandaşları için görece ucuz olsa da genellikle paralı olduğu. Bunun uygulamadaki genel sonucu, ebeveyn ne ise çocuğun da kuvvetle muhtemel o kadar olacağı şeklinde tezahür ediyor. Bu durumun desteklediği toplumsal nedenlerden biri, demokrasinin de nedeni olarak öğretilen feodal – adem-i merkezi yapıların tortusu güçlü ailelerin buralarda varlıklarını sürdürmeleri, diğeri de bu ülkelerin ciddi bir kısmının tarihsel mirası olan sömürgeciliğin kazandırdığı "yabancı" “vatandaşlar. Bu yabancıların, eğitimle de olsa bu ülkelerde sınıf atlaması hayli zor. Mesela bakınız Fransa’daki Kuzey Afrika, Amerika’daki siyah ve İspanyol ve İngiltere’de ise Hindistan kökenli olma hali ve sonuçları.

 

Türkiye’de eğitime ayrılan kaynaklara bakıldığı zaman, Milli Eğitim Bakanlığı Örgün Eğitim İstatistiklerine göre 2002-2012 arasında MEB bütçesinin milli gelire oranı %2,66’dan %2,75’e artmış. Ancak aynı dönemde milli gelirin yaklaşık dört kat arttığı, nüfusun ise sadece yaklaşık 70 milyondan 75,5 milyona çıktığı belirtilmeli. Karşı bir bilgi olarak, 2012 yılında eğitim bütçesinin genel bütçeye oranı %14,79 olup tüm zamanlarının en yüksek oranına çıksa da Türkiye’nin OECD ülkelerinde eğitime ayırdığı pay bakımından en arka sıralarda olduğunu da kaydetmek gerekli. Ama bu işin devlet bacağı. Bir de işin kişilerin kendi bütçelerinden ayırdıkları var. Ne yazık ki bu konuda çok net bir istatistik bulamadım. Ancak benim düşündüğüm, kreşten özel okullara, dershanelerden özel üniversitelere ve özel derslere uzanan bir gamda çocuk sahibi her ailenin kendi bütçelerinden eğitime ciddi bir pay ayırdığı, bunu bir yatırım olarak gördüğü. Bunda elbette kalitesi düşen ya da karşılaştırma imkânıyla artık çok kaliteli olmadığına inandığımız devlet okullarından özel okullara –bütçeniz yetiyorsa- kayılmasının da bir etkisi var. Artık her sokak arasında, süpermarketten biraz daha büyük binalarda gördüğümüz özel üniversitelerin varlık nedeni de işte piyasadaki bu son derece güçlü talep. Bu yazının başlangıcında Türk toplumunun eğitime duyduğu inanç ve eğitimle sınıf atlama imkânı da bu talebin temel nedeni.

 

Eğitime ayrılan bu ciddi toplam bütçeye ve efora rağmen, eğitimin bu ülkenin inovasyon (yeni buluş) ve bunun temeli olan Ar-Ge’ye ciddi bir katkı yaptığı gayet şüpheli. Avrupa Komisyonu, İnovasyon Birliği Skor Tahtası 2013’de Türkiye’nin yenilikçilik alanındaki performansı ortalamanın altında olarak değerlendiriliyor ve zayıf olduğu alanların, “şirket yatırımları ve fikri varlıklar” olduğu belirtiliyor. Cornell University, INSEAD (The Business School of the World) ve Dünya Fikri Haklar Örgütü (WIPO) tarafından hazırlanan Küresel İnovasyon Endeksi 2013 (Global Innovation Index)’e göre ise Türkiye 142 ülke arasında 68'inci. 2012’de 74. olup bir yılda 68.’liğe ilerlemesine rağmen, bu durumun dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olma haliyle bir ilişkisi olmadığını takdir edersiniz.

 

Neyse ki akademik yayınlar ve performans açısından karne daha iyi. URAP (University Ranking by Academic Performance) 2012 sıralamasına göre dünyada ilk 500 üniversite arasında Türkiye’den 5 üniversite var: İstanbul (421.), Hacettepe (429.) Ege (473.) ODTÜ (489.) ve Ankara (491.). Hiçbir özel üniversitenin bu sıralamada yer bulamaması ilginç. Thomson’s ISI Web of Science (TÜBİTAK ULAKBİM) Kasım 2011 kayıtlarına göre Türkiye milyon kişi başına düşen bilimsel yayın sayısı bakımından dünya 45.si ve bilimsel yayın sayısı bakımından da dünya 18.si. Ama bunun inovasyona, en azından hâlihazırda bir katkısı olmadığı maalesef açık.

 

Toplumsal sınıf atlama, yani babası çoban kendisi doktor oldu halinden başka eğitimin ülkenin ilerlemesine katkısının, olması gerekenin altında olmasının bence iki temel nedeni var. İlki, maalesef Fransa’dan ödünç alınmış milli eğitim mantığının, eğitimde öncelikle öğretmek (dolayısıyla özgürleştirmek) değil, “tek tip” vatandaş yetiştirmek nosyonuna sahip olması, bunun da “ideolojik” ve kalıpçı bir eğitim anlayışı ve uygulamasını beraberinde getirmesi. Kimse, bu amatör sosyal mühendislik faaliyetiyle aynılaşmıyor. Olan, öğrencilerin çok küçük yaşlarda söylenmesi gerekenle gerçekte olan arasındaki ayrımına varmaları, büyüyünce de çoğunun işini bilir pragmatist bir pozisyonu en makul seçenek olarak görmeleri. Bu kalıpçı (ki bu yüzden uzun versiyonunda öğretim yerine eğitim ve öğretim diyoruz) eğitimin sonucu olarak üniversitelerin akılları yönlendirip düzenleyerek özgürleştiren ve ama formatlamayan bir biçimde olmaları ve nihayetinde gerçek hayatla, yani endüstri ile gerçek ve verimli ilişkiler kurmaları gerekliliği de bir-kaç cılız örnek dışında pek hayat bulamıyor. İkinci neden ise, birincide bahsedilen ideolojik eğitimle yakından ilgili. Eğitimi ideolojik bir hale getirirseniz onun uygulamacılarına da özel bir sıfat yüklemeniz kaçınılmaz oluyor. Bu da Türkiye’de eğitim çalışanlarının etrafına örülmüş ve aslında söylem dışında fiiliyatta bir karşılığı olmayan “kutsallık“ halesi. Benim hayal meyal başlangıçlarını hatırladığım ve 1981’den beri kutlanan Öğretmenler Günü de böyle bir kutsallaştırma kampanyasının sonucu. Hala aynı mıdır bilmiyorum ama, küçücük öğrencilerin öğretmenlerini etrafına ışık verirken eriyen bir mum olarak çizmekte yarışmalarının o yıllarda eğitim kalitesine, lüzumsuz ve hak edilmemiş bir kıvanç hali dışında bir katkısı yok idi. Bu kutsallık, eğitim çalışanlarının verimli, kendini geliştiren ve yapıp yapmadıklarından hesap veren (accountability) gerçekçi bir duruma evirilmelerini engelliyor. Aynı kutsallık bugün, finansal krizlerle albenisi artmış Eğitim Fakültelerine, bence sağladığı ömür boyu iş garantisi gibi gayet rasyonel bir nedenle girmiş ve kadro yokluğu nedeniyle atanamamış yeni mezunların dilinde de devam ediyor. Oysa ne öğretmenler tesisatçılar ve metalürji mühendislerinden daha kutsal, ne de iş bulamaları sorunları diğerlerininkinden daha elzem.

 

Özetle doğru düzgün yapılan her işin kutsal olduğunu ikrar edip, bu ayrıcalıklı kutsallığından arındırılmış eğitim çalışanlarını ve akılları özgürleştiren bir eğitim anlayışını normalleştirirsek bayağı bir iş yapmış gibi olacağa benzer. Nihayetinde eğitimle sınıf atlanabilen harikulade bir ülkeye sahibiz, kalan sadece eğitimin sadece kişiler bazında değil ülke bazında da daha iyi sonuçlar üretmesini sağlamak. Ebeveynleri öğretmen olan benim meramım işte böyle. Siz ne dersiniz?

Fri

26

Jul

2013

Hizmetçi Kullanımı ve İnsan Olma Üzerine: Körfez ve Türkiye Karşılaştırması

Bakıcı, aşçı, temizlikçi, bahçıvan vb. başlıklar altında hizmetçi kullanımı bir ülkenin, “çalışma ve hak etme” kavramını nasıl algıladığı ve bütün olumlu – olumsuz yanlarıyla sınıflı bir toplum olup olmadığı hakkında ilginç fikirler verebilir. Türkiye’nin, bazı aralıklarla da olsa, Körfez ülkelerinde tekrar uzun soluklu olarak var olma performansı bu ülkelerle Türkiye arasındaki sadece benzerliklerin değil farklılıkların da anlaşılmasına özel bir önem kazandırıyor. Bu kısa yazının konusu da Türkiye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Katar’ın hizmetçi kullanım alışkanlıkları, kısmen yasal çerçeve ve bunların arkasında yatan algı ve anlayış farklarına bir bakış atmayı amaçlıyor. Körfez ülkelerinin tamamında, muhtemelen kendi güvenlik ve bağımsızlık becerilerini olduğundan güçlü göstermek için, vatandaş nüfusunu çok ve yabancı işçi sayısını olduğundan az göstermek gibi bir siyasi tercih olduğu birçok uluslararası kurum tarafından ileri sürülüyor. Nitekim bu kurumların yerli & yabancı nüfus tahminleriyle ülkelerin yayınladığı rakamlar arasında ciddi farklar bulunuyor. Hülasa bu konudaki istatistikler pek de tutarlı değil. Yine de bu istatistikler konu kapsamında önemli olduğu için Wikipedia kaynaklı bazı verileri kullanmak zorundayız.

 

Ülke                                 Nüfus       Expat Nüfusu     Hizmetçi Nüfusu

Suudi Arabistan               27 mil        11 mil                   8,8 mil

Birleşik Arap Emirlikleri    8.2 mil       6,8 mil                 5,5 mil

Katar                                   1,9 mil       1,6 mil                 1,3 mil

Bahreyn                               1,2 mil       0,7 mil                 0,6 mil

 

Özetle toplamda 38,3 milyonluk nüfusun, 20,1 milyonunun yabancılar oluşturuyor ve bunların %80’inin hizmetçi olduğu varsayımıyla toplam 16,2 milyonluk (tüm nüfusun %42’si) bir hizmetçi nüfusundan bahsediyoruz. Bu hizmetçilerin ülkeye getirilmesi ülkelerarası anlaşmalarla sağlanıyor. Bu anlaşmalar hizmetçilerin ne kadar ücret alacağı dışında, hizmetçinin mobil telefon sahibi olup olamayacağı, yılda ne kadar izin kullanabileceği, şiddet görmeyeceği gibi ilginç maddeleri de içeriyor. Suudi Arabistan’da yasal hizmetçi ücreti 1,500 Riyal / ay, bu da yaklaşık 750 TL ediyor. Kadın hizmetçiler için kaynak ülkeler ciddi sınırlandırmalara tabi. Bu ülkeler hâlihazırda; Filipinler, Endonezya, Sri Lanka ve Etiyopya. Erkek hizmetçiler için biraz daha geniş bir portföy söz konusu; Pakistan, Bangladeş, Hindistan, Filipinler, Nepal, Yemen ve Mısır başlıcaları. Bütün hizmetçiler bir vatandaşın sponsorluğu (kefaleti) altında bulunmak zorunda, aksi hızlı bir sınır dışı işlemine tabi. Yabancı sayısının yüksekliğinin en önemli yansıması bu ülkelerin tamamında Arapça dışında İngilizcenin de de-facto resmi dil olması.

 

Bu kefalet kurumu, sanıldığının aksine çok eski dönemlere kadar uzanıyor. İngiliz arşivlerinde İngilizlerin bölgedeki Arap şeyhlerden İngiliz uyruğu altındaki Hindistan Müslümanlarına kefalet verilmemesine ilişkin resmi istekleri mevcut. Osmanlı Devletinde köleliğin 1882’de resmen yasaklanmasından sonra yine bölgedeki Arap şeyhlerinden Osmanlı yöneticilerine yazılmış, hizmetçi arzının sağlanması için düzenlemelerin yapılması gerektiği, evlerin temizlenmediği, yemeklerin yapılmadığı ve çocuklara bakılmadığına dair dilekçeler mevcut. Yani hizmetçilik bir kurum olarak bölgede tarihsel geçmişe sahip ve bölgenin petrolle zenginleşmesiyle başlamamış veya yaygınlaşmamış.

 

Neden bu kurumun bu kadar yaygın olduğuna ilişkin spekülatif tahminlerde bulunulabilir. Bölgedeki hizmetçilerin genellikle Türk toplumunda kadınlara biçilen roller için kullanımı, akla şöyle gayet mantıklı görünen açıklamaları getiriyor. Ev temizlemek, çocuk bakmak ve yemek yapmak bu toplumlarda kadının görevi değil. Belki de kadınlar üzerindeki türlü kısıtlamaların sonucu varılan bir uzlaşı bu; yani hak yoksa sorumluluk da yok. Nitekim bölgede bebek emzirme oranlarının düşüklüğü ve doğum sonrası süt salgılanmasını engelleyen iğnelerin yaygın kullanımı, yeni nesildeki cidden yüksek orandaki obezite bu açıklamayı doğruluyor gibi.

 

Diğer tarafta Türkiye’nin nüfusu 75,6 milyon. Türkiye’de 68 bin yasal ve 200 bin civarında da kaçak yabancı işçi olduğu tahmin ediliyor. Bunların tamamının hizmetçi olduğunu varsaysak bile toplam nüfusun sadece %0,4’ü yabancı hizmetçi durumunda. Yani Körfez ülkelerindeki durum ile hiçbir benzerlik yok. Üstelik özellikle bu kaçak işçilerin, son 10 yılda oranı artan çalışan profesyonel annelerin ihtiyacından kaynaklanan bir yatılı bakıcı – hizmetçi nüfusu olduğunu düşünürsek, “bizce” görevini yapmayan kadınlardan kaynaklı bir yabancı hizmetçi varlığı da söz konusu değil. Sayı bu kadar az olunca, bir de bu insanların büyük çoğunluğunun Türkçe konuşulan ülkelerden geldiği düşünülürse bir başka dilin yaygınlaşması durumu da yok. Yani İngilizce hala gayet yabancı bir dil.

 

Nihai tespit ve buna bağlı hipotezim ilginizi çekebilir. Bence Körfez ülkelerindeki hizmetçi sayısının bu denli yoğun olması, bu toplumların gayet sınıflı yapılarının bir sonucu. Yani bu ülkelerdeki “insan olma derecesi” algısının ait olunan toplumsal sınıfın değeri ile belirleniyor olması, fiili olarak gayet insanlık dışı şartlarda yaşadığına (mesela ailelerini yılda bir kez görmeleri, dışarı çıkmalarının ve hatta telefon etmelerinin izne tabi olması, işkenceye kadar varabilen kötü davranışlara maruz kalabilmeleri vesaire) hizmetçilerin de yaygınlığının ve normalleşmesinin de temel nedeni. Başkalarının size daha az insan olarak davranmasını normalleştirirseniz sizin de başkalarına (bu örnekte hizmetçilere) aynı şekilde davranmanız normalleşiyor vesselam. Yani bir insanın kendi öz işi olması gereken temizlik, çocuk bakımı ve yeme yapma gibi işler, kolaylıkla bu daha az insanlara yıkılabiliyor. Üstelik özellikle kadın hizmetçilere, "kadın" gibi davranılmaması, mesela vatandaş kadınlara uygulanan haremlik – selamlık gibi kısıtlamaların bunlara uygulanmaması da bunların “tam insan” olarak kabul edilmediklerinin önemli bir kanıtı olarak duruyor. Peki, Türkiye’nin “sorunu” ne derseniz, bence Türkiye’dekiler sınıflı bir toplum yapısına sahip olmadığı için “hizmetçi” kullanımını fonksiyonel zorunluluk veya çoook zengin olma hali dışında normalleştiremiyor. Bunda –Türkiye’deki kadınların bazıları itiraz etse de- Türk erkeklerinin kadınları eşitleri – denkleri ve kendilerini de ailelerinin işlerine yardım etmesi gereken kişiler olarak görmesinin büyük payı var. Bence bu Türkiye’nin Bernard Lewis’in 1994’de söylediği tek Müslüman demokrasi olabilmesinin de önemli nedenlerinden biri.

Wed

17

Jul

2013

What Turkey is doing: Perceptions to Reality

Being aware of dangerous and utopist sights of any kind of determinism is very important to avoid from “enshrined truths” like progressivism, positivism or rulings based on the rights given by God. There is no “universal rule” shared by all humanity, and it is valid for Turkish community too. Whatever you believe in and which party you are positioning yourself in, everything is based on consensus, even in your family. Moreover, consensus is created by common values –let us say culture, which is framed by the habits, perceptions and reflexes of a society. Looking at history, but more than a few centuries may give a very helpful picture to understand the culture of Turkish society, and what is going on and not.

 

Turks started to come to Anatolia in 10 and 11th centuries, and Great Seljuq Empire was founded in 1037. In their highest term, they managed an area of 3,900,000 km². Around 1092 all Anatolia was under their management. They collapsed around 1194 after a series of uprisings and wars. Seljuk Sultanate of Rum followed them until 1307 in an area about 400,000 km². They first started to split into small beyliks, then became vassal of Mongols, and finally collapsed. Although there were different Shiite societies under their management both dynasty was Sunni, and recognized by Abbasid Caliphs especially because of their resistance to Crusaders and Byzantium. However it should be reminded that the difference between Shiites and Sunnis were not like today. They were relatively nearer to each other. Ottomans were one of these small beyliks. They sprouted in the Western Anatolia, and became one of the biggest powers managing great areas in Europe, Asia and Africa. In their peak term, they were managing an area of around 20,000,000 km². From a total area perspective, they were the biggest 25th empire of all times and around 7% of world population was living in their borders. It may be more interesting to learn that they were the 3rd longest lived empire of all times under a central management with 632 years duration after Byzantine Empire and Holy Roman Empire. The deep separation between Sunnis and Shiites started with competition between Ottomans and Safavids, and after repeal of janissaries in 1826, so ban on Bektashism accelerated the process. After a very long declining term starting with 1699 against to powering Western empires and states with new technologies and development models they formally collapsed in 1922. Finally, we came to modern Turkey founded in 1923, by taking all modern development models of the winner party including nationalism and secularism and statism with deserved cautious and skeptical worldview after huge losses of 200 years and millions of refugees, but also with hopes and as still survivors.

 

Only after 1897-1898 Ottoman – Russian war 300,000 – 1,500,000 refuges came to Anatolia. The number of the refuges after Turkey – Greece population exchange agreement in 1923 came to Anatolia was 500,000. Nobody knows the total number of the refuges came to Anatolia beginning with Ottomans’ withdrawal from everywhere starting after 1699, but if it Is reminded the total population was around 10,000,000 when Turkey was founded it can be easily said around 40-50% of population came to Turkey with migrations in about 200 years. Are all the refuges were Turks? An easy answer can be found in the agreement of Turkey – Greece exchange agreements. The agreement covered all Muslims (not Turks) in Greece and Orthodox Christians in Turkey. Caucasians, Bosnians, Pomaks, Albanians, Tatars, Muslim Greeks, and Turks came to Turkey. You can also find the refuges from Libya, Algeria, Lebanon, Egypt, Iraq, Syria, etc. It is also a clear answer about what happened to slant-eyed Turks after their first entrance into Anatolia.

 

In the ancient world from medieval era to modern times it can be easily said that there are some leading or powerful or bigger or whatever but influencing societies in the Old World. These were and are Anglo-Saxons, Germens, Russians, Arabs, Iranians, Chinese, Japans, Dutch, Portuguese, Spanish, French, Indians and additionally Turks, and these terms were not including any strict ethnical reference. All other societies became more or less proxies of them by time. After 13 to 15th centuries some of them became closed or frozen societies because of different reasons like Indians, Arabs and Chinese, some of them were blocked by others like Dutch, Portuguese, Iranians and Latinos, some of them were bloomed like Russians, Japans and Germens, some of them were powered or kept their power like Anglo-Saxons, French, and additionally Turks. After 16th century it was basically a game between Anglo-Saxons, French, Russians, Germens and additionally Turks in Old World. The alliances were generally based on religions and sects. For example, the Orthodox societies in Balkans were the natural alliances of Russians, Protestants of Germens, Catholics of French and Muslims of Turks, of course with different agendas of all societies. By time some of them invented new technologies, mercantilism and colonialism, and used them against to all others. Regardless to ethics and any moral value they became the winners and the others were the losers like Russians to some extent and Ottomans (Turks and so Muslims) totally.

 

All parties in the Muslim world after First World War followed their own ways or mostly were forced to follow the winners’ road maps. The old networks of losers retreated underground. Most of them became colonies of the winners and gained their independences to some extent in the second half of 20th century with the end of Second World War. The new winners created a new world order under United Nations by giving five countries absolute power as USA, USSR, UK, France and China. This time Japan and Germany were in a big trouble, but they managed to have power again, at least in economy terms. At the same time, Turkey was experiencing a multi-party system at first, coups continuously, and partially free-market. Then USSR collapsed with a lot of problems and dreams like “from Adriatic to China”. Beginning with 80s and 90s all different kind of losers including Germens, Russians, Japans and Chinese started to repair their old networks and create new ones. Turks were a bit slow because of settled doubts and concerns about others including old alliances. Beside this Turkey faced other problems like Kurds, loosing of pivot role in ex bi-polar world and repositioning and uncertain understandings about her ex-Diaspora and ex-alliances in Balkans and Middle East, and new ones in the newborn Turkish states in ex-Soviet lands. By the way, Turkey was and still is the only democracy in the Muslim World as Bernard Lewis claimed.

 

Finally, Turkey nowadays tries to arouse her ex-network not with military means this time, but with trade, tourism, production, joint ventures and life style, and also struggles with her doubts, concerns, understandings, privileges. It is not easy to predict what will be happened in the future, but in the last 15 years, it became one of the members of G20,18th biggest economy (2012), number 37 most competitive country in the world (12th in G20). Of course it cannot be said everything is perfect and no need to develop anything. Yes, there are a lot issues that Turkey should face, but with a mutual understanding and consensus about what Turkey is doing and should do. All other parties are establishing and regulating their old and new networks. The image of Turks is still not so brilliant in Europe. At the end, all parties know where they belong. Germany is taking back their role in continental Europe via EU, Russia tries to turn back Asia and even Balkans to some extent, and develops or keeps (new) relations with Greek Cyprus and Syria, USA still works on her new world order with UK and lot of failures, France looks for North Africa, China captures Africa. Faith is doubtless in private area and each one has right to believe whatever he prefers. Nobody can force others to obey any rule of faith. However, cultural values are another issue and represent a deep historical consensus to play the game all together.

Fri

05

Jul

2013

Who Are Turks?

The feeling of being unfairly downgraded has deep and historical roots in Turkish society with different kinds of understandings from ultra realistic to utopian, apologetic to childish pride ones. Not so much, only 20-30 years ago in most of the Turkish families, you could easily find refugee stories, songs and recipes from other countries, grandmothers upset about her relatives and friends left behind and proud of being very rich once upon a time on those left lands. It is still possible to find many people can talk about his / her roots from current Caucasus, Ukraine, Greece, Bulgaria, Romania, Georgia, Albania, Bosnia, Libya, Tunisia, Algeria, Syria, Iraq, Egypt and Lebanon. If you go to martyrdom in Sarikamis (1915) or in Baku (1918) you can read the tags of the Ottoman soldiers lying there came from these and other countries. You can find these traces in the names of districts, surnames, mosques, rivers, and mountains. Regardless to the ethnic origins, Turkey was and still is our mother country. On the other hand, you can also find many evidences in these countries from Turks as endless lists from surnames to fruits, squares to fountains, deserts to customs, even some Turkish villages. You can catch the familiar mimics, body language, even swearing and curse, and the same feeling of being unfairly downgraded with emphasizes on common values and history not necessarily in a colonist tone. Here in Middle East as I experienced Turkey is not accepted as a role model, but a kind of pioneer among them with its positively perceived secular bases, westernized but not apologetic approach, and sharing the common values. A last note may be interesting: according to Turkish Statistical Institute the most given 10 names to newborns between 1950 – 2010 are Fatma, Zeynep, Elif, Merve, Ayse, Hatice, Emine, Busra, Esra, and Irem for girls, Mehmet, Mustafa, Ahmet, Ali, Ibrahim, Huseyin, Yusuf, Omer, Hasan and Murat for boys. It may be helpful to rethink about who are Turks and not on real bases without any reference to fictive, heroic, and romantic legend of Those Crazy Turks.

Sun

30

Jun

2013

Türkiye’nin Melez Modernliği Üzerine

The International Journal of Media and Culture’de 2013’de yayınlamış ve Marwan M. Kraidy & Omar Al-Ghazzi imzasını taşıyan “Neo-Ottoman Cool: Turkish Popular Culture in the Arab Public Sphere” (Afili Yeni-Osmanlı: Arap Kamusal Alanında Popüler Türk Kültürü) adlı makale, Türk – Arap ilişkilerinin geleceği hakkında, dolayısıyla Türkiye hakkında kayda değer önermelerde bulunuyor. Makalenin hammaddesi 2008 – 2012 yıllarında Arapça konuşulan tüm ülkelerde tüm zamanların rating rekorlarını kıran Gümüş ve Kurtlar Vadisi (Mesela Gümüş’ün 2008’de yayınlanan finali, toplam 84,5 milyon izleyici tarafından izlenmiş) dizileri. Yazarlar bu başarıyı, Osmanlı İmparatorluğunun bölgedeki 400 yıllık egemenliği ve Arap medyasının artan sayıda başarılı yapımları düşünüldüğünde, önce gayet paradoksal ve -öyle demeseler de -saçma buluyorlar. Hatta, bu durumun birçok Arap ülkesinde bir tehdit olarak algılandığını, türlü ve ama başarısız karşıt kampanyaların yürütüldüğünü belirtiyorlar. Mesela Suriye’de Halep Müftüsü, üzerinde Gümüş dizi kahramanlarının fotoğrafları olan tişörtlerle namaz kılınmasını yasaklayan bir fetva yayınlıyor. Irak’ta Nasiriya’da, Kıvanç Tatlıtuğ’un (Gümüş’ün yerli, çekici, sessiz ve sakin erkeği Mehmet – Arapçası Muhannad) posterleri yere serilerek halktan Türk dizilerine karşı oluşlarını göstermesi bekleniyor. Suudi Müftüsü Gümüş’ün bozuk, aşağılayıcı ve zararlı ve küçük düşürücü olduğunu belirterek izlenmesini günah olarak tanımladığı bir fetva yayınlıyor. Kuveyt Milli Eğitim Bakanlığı, okullara üzerinde Gümüş dizisinden resimler bulunan çantalarla gelinmesini yasaklıyor. Ama, paralelinde Sudan’da, Suriye’de ve Suudi Arabistan’da çok sayıda kadın, Mehmet’e benzemedikleri gerekçesiyle kocalarını boşuyorlar. Tunus’ta ve Suriye’de Gümüş tişörtleri peynir ekmek gibi satılıyor. Şam Üniversitesi önündeki bir seyyar satıcı günden 500’den fazla tişört sattığını söylüyor. Sonuçta yazarlar bu durumu, Arapların Türkiye’nin kültürel ve politik melez modernliğine öykünmeleriyle açıklıyorlar. Bu melez modernliği de, sekülerlik ve İslam’ın aynı yerde bulunmasıyla açıklıyorlar.

 

Son kertede inancın kişisel ve mahrem bir alan olduğunu hesaba katarsak bu melezliği, dinin belirlediği / hayli etkilediği kültürel değerler ve davranış kodlarıyla, tanım olarak din kurallarını esas almayan bir yönetim ve toplu (bireysel değil) yaşam biçimi olan sekülerliğin birlikte var olabilmesi olarak tanımlayabilir miyiz? Bernard Lewis neden Türkiye’nin tek Müslüman demokrasi olduğunu konu aldığı 1994 tarihli makalesinde de benzer bir gerekçeyle durumu açıklıyordu. Bunların üzerine kimsenin gidecek başka bir yeri olmadığını, yoğun ve gayet de eski bir birlikte yaşam pratiğine sahip olunduğunu, Türkiye’nin modern zamanlarda Batı sömürgesi olmamış ve üstelik bunu da güç kullanarak yapmış tek ülke olduğunu ve dolayısıyla ne gerekiyorsa burada olduğunu söylemek fazla mı safdillik olacak? Bilemedim. Bilen parmağını kaldırsın lütfen.

Thu

20

Jun

2013

What is happening in Turkey?

Nowadays very interesting things are happening in Turkey. According to media channels, you used the read or watch you may be easily a supporter of protestors in Gezi Park or the government itself. Whatever you understood or misunderstood it is clear that the protests are not about the trees in Gezi Park or re-arrangements in Taksim square, which is one of the most important, the centers of Istanbul. There are of course internal and external dimensions. For the internal one the subject can be divided into two parts; (1) a fight between the ex and new owners of Turkey and (2) listening and understanding skills of new owners to “Others”. The differences between the ex and new owners about the meaning of “being Turk or one from Turkey”, “progress and development of the country” and “mediating and moderating effect of religion as a culture” are the main conflicting points. It is not easy to predict the near future. However when Prime Minister Erdogan is compared with Mubarak from Egypt and Zein El Abideen from Tunisia and Taksim with Tahrir by talking about a “Turkish Spring” it should be reminded that the current government won all elections in the last 11 years with growing percentages (2002 34%, 2004 42%, 2007 47%, 2009 38%, 2011 50%). Therefore, we are talking about a democratically elected government. Of course, it is not a proof about the future, but at least this is an elected government, and we’ll see the affects of the protests in 2014 elections. As to listening and understanding performance of them there may be a lot of things to be progressed, but also may not be while Erdogan seems to decide to continue as is. Additionally it may be helpful to know that the “Kurds” are not supporting the protests. Why? A good question.

 

As to external dimension the question should be asked at the first step is who had and have interests with the previous version of Turkey, not interrupting anyone in the region, always ready to follow the “Westernized” order and continuously waiting at the doors of EU. There are of course things to be developed, but it seems it will be in a very “Turkish” way this time.

Sat

01

Jun

2013

Teoriden Değişime Yerine Uygulamadan Değişime ya da Mavi Kanlılara Bir Çağrı

Michael Smets, Tim Morris ve Royston Greenwood tarafından 2012’de yayınlamış “Uygulamadan Sahaya: Uygulama Eksenli Kurumsal Değişim için Çok Seviyeli Bir Model” adlı makale, saha seviyesindeki değişim süreçleri ve mekanizmalarının anlaşılmasının, çok önemli olduğuyla başlıyor. Makalenin amacı ise, günlük iş hayatında karşılaşılan doğaçlama davranışlardan oluşan uygulama eksenli kurumsal değişimi kullanarak hem değişimi anlamaya hem de yönlendirmeye yarayabilecek bir model geliştirmek. Önerilen model özetle şunu diyor: Tetikleyici Dinamikler (Kurumsal Karmaşıklık ve Aciliyet), Çekirdek Mekanizmaları (Durumsal Doğaçlama, İlişki ve İletişim Ağının Yeniden Oryantasyonu ve Değişikliklerin Mütevazı Bir Şekilde Hayata Geçirilmesi) harekete geçirir, bunun sonucunda kurumsal değişimi mümkün kılan Dinamikler de (Organizasyonel Koordinasyon, Kurumun Kendini Koruması) değişimi gerçekleştirir.

 

Yukarıdaki paragrafı okuyunca Can Yücel’in “"çeviri kadın gibidir, güzeli sadık olmaz, sadığı güzel” deyişine hak vermemek elde olmuyor tabi. Bu modeli biraz daha anlam ifade edebilir bir hale çevirirsek özetle denen sanırım şu: Bir organizasyonun türlü karışıklıklar ve acilen yapılması gereken eylemlerle karşı karşıya gelmesi kurumsal değişimi tetikliyor. Böyle bir durumun gayet farkında olan organizasyonun üyeleri günlük iş pratiklerinde değişim isteğini karşılayan doğaçlama değişikliklere giderek, işlerin dönmesini sağlayan ilişki ve iletişim ağını yeniden inşa ederek ve tüm bunları “danışmanların” ve “bol yıldızlı” yüce yöneticilerin aksine mütevazı, yani kimseyi rahatsız etmeden yaparak değişimi gerçekleştiriveriyorlar. Bunu yaparken de tüm organizasyonlarda bulunan, en azından organizasyon olarak adlandırılmaları için bulunması gereken koordinasyon mekanizmasını ve organizasyonun doğal refleksi olan kendini koruma ve kurtarma mekanizmasını bilerek ya da bilmeyerek kullanıyorlar. Sonuçta da bir bakıyorsunuz organizasyonun dış dünyadaki değişikliklere uyumunu sağlayacak olan değişim olmuş bitmiş. Eğer bu modeldeki kahramanlar olan çalışanların kullandığı çekirdek mekanizmaları mütevazı bir şekilde etkilemeyi ve hatta yönetmeyi başarırsanız da adınız değişim yöneticisi oluveriyor. Ne güzel değil mi?

 

Bu modelde, değişimin gizli ve esas kahramanı olan çalışanları görmemek herhalde mümkün değil. Bu noktada bir yönetici veya bir patron olarak sormamız gereken, işte bu insanları nasıl yüreklendirdiğimiz, ancak daha öncesinde bu insanları ve önemlerini fark edecek bir akıl yürütmeye sahip olup olmadığımız. Bu satırlarda paylaşamasam da aklıma gelen gayet başarılı ve başarısız bir sürü şirket ve yönetici var. Eminim sizin de vardır. Ama iyimser ve pragmatik bir bakışla bunları zikretmek yerine, çalışanların gerçekten yetkilendirilmesi ve sonuçların da çalışanlarla gerçekten paylaşılması üzerine kafa patlatmak daha faydalı olabilir. Buna da şu soruyu sorup cevaplamakla başlanılabilir kanaatindeyim: ''İnsanlar senin kardeşin veya eşindir'' (Hz Ali) mi yoksa “İnsan insanın kurdudur” (Thomas Hobbes) mu? Bulduğunuz sonuçtan beni de haberdar etmeyi unutmayın, zira hala aralarında bir yerde sallanıp duruyorum.

0 Comments

Thu

23

May

2013

Why Turkey is the only Muslim Democracy

Bernard Lewis, a famous British-American historian & scholar in Oriental studies, wrote the famous article of “Why Turkey is the only Muslim Democracy” in Middle East Quarterly, March 1994. Briefly Lewis listed three major reasons to explain “the relative success of democracy in Turkey”: (1) Turkey was never colonized, never subject to imperial rule or domination, as were almost all the Islamic lands of Asia and Africa. And democratic institutions were neither imposed by the victors, as happened in the defeated Axis countries, nor bequeathed by departing imperialists, as happened in the former British and French dependencies, but were introduced by the free choice of the Turks themselves. (2) Turkey, of all the Muslim countries, has had the longest and closest contact with the West, dating back almost to the beginnings of the Ottoman state, and, for long the sword and buckler of Islam against the West, made a deliberate choice for westernization, and for a Westward political orientation. (3) Turkey is the only Muslim country having Civil Society as a base of democracy within a definition of civil society by Hegel which includes “those institutions, organizations, loyalties, and associations that exist above the level of the family, and below the level of the state”.

 

Without forgetting the famous Turkish idiom of “why my brother-in-law kissed me?” I especially would like to emphasize the last statement on having a civil society. It can be easily listed a lot of opposite opinions on this by stating the ineffectiveness and weakness of NGOs in Turkey. However it would not be about the mentioned reason in which the meaning of civil society was limited with Hegel’s definition. As I understood the emphasized issue is the power of an additional social layer added to family and state, which means a value system and practice limiting the behaviors and forcing the compromise. Interestingly Kemal Tahir, a famous Turkish novelist, was defining the Ottoman society, so the Turkish one, as a classless society in a comparison with Western societies. If we can combine these two statements it may be possible to say that: “The values in Turkish society blocks or prohibits or obstructs family, tribe, clan etc. based privileges and discriminations, and makes socio-economic class transitions possible. It is one of the competitive advantages of Turkey when comparing with the other countries in the region.”

 

Lastly do you know that Turkey was defined as a feminine country in Hofstede’s Power Distance Index which means consensus and sympathy for the underdog are valued and encouraged?

Wed

01

May

2013

Çatışma ya da Mümkün mü Çatışmama

Türkiye’de şirketlerin karşılaştığı sorunlardan biri de, bütün insan faaliyetlerinin doğal eşlikçisi olan çatışmaların yönetilebilmesi. Çatışmaların iyi yönetilememesi ya da daha kötüsü görmezden gelinmesi, verimliliğin düşmesinden şirketin bekasının tehlike altına girmesine kadar giden ciddi sonuçlara yol açabiliyor. Çatışmayı tamamen olumsuz ve yok edilmesi gereken bir durum olarak kabul eden klasik görüşlerin aksine bugün, çatışmayı değişmenin ve büyümenin nedeni ve sonucu olarak olumlayan bir görüş hakim. Literatürdeki öncül çalışmalardan biri olan 1985 “A Strategy for Managing Conflict in Complex Organizations” makalesinde Rahim, çatışma yönetimini, çatışma taraflarının, yani kendi ve ötekinin çatışma nedenlerinin ne kadar dikkate alındığını baz alarak beş biçime ayırıyor:

 

1. Bütünleşme: Kendi ve ötekinin yüksek oranda dikkate alındığı bu biçim, her iki taraf için kabul edilebilecek bir çözüme ulaşmak için açıklık, bilgi değişimi ve farklılıkların anlaşılmasını içeriyor.

 

2. Uyma: Kendinin düşük ve ama ötekinin yüksek oranda dikkate alındığı bu biçim, ötekini memnun etmek için farklılıkları azaltmaya çalışıp ortak paydayı vurgulamayı içeriyor.

 

3. Hükmetme: Kendinin yüksek ve ama ötekinin düşük oranda dikkate alındığı bu biçim, kazan – kaybet’i esas alan ve ötekini kendi pozisyonuna gelmeyi zorlayan ceberut bir yöntemi içeriyor.

 

4. Kaçınma: Kendi ve ötekinin düşük oranda dikkate alındığı bu model, geri çekilme, sorumluluğu almama ve yan çizme taktiklerini içeriyor.

 

5. Uzlaşma (Compromosing): Kendi ve ötekinin orta karar dikkate alındığı bu model, her iki tarafın da orta bir noktada buluşması için uzlaşmacı pazarlıkları içeriyor.

 

İlkinin ve sonuncusunun en insani yöntemler olduğunu söylemek kolay ama insani olmak maalesef zorunlu değil. Özetle hangi modelin uygulanacağını, tarafların güç seviyeleri ve çatışmadaki pozisyonlarını koruma arzuları belirliyor. Fakat yapılan araştırmalarda da ilginç hususlar yer alıyor. Çatışmaların çözümünde Uyma, Hükmetme ve Kaçınma yöntemlerini kullananlar işyerlerinde daha fazla kaba davranışı kışkırtıp bunlara maruz kalıyorlar. Yöneticilerin çatışmaları, katı hak bazlı bir bakış yerine tüm taraflar için değer ve çıkar bazlı bir bakışla yönetmesi çok daha etkin sonuçlar doğuruyor. Son olarak Hükmetme ve Kaçınma yöntemleri verimliliği ciddi oranda düşürebiliyor.

 

Sonuç olarak çatışma kaçınılmaz bir olgu, belli ki burası cennet değil. “Neden çatışıyoruz üç günlük dünyada” özetli naif bir bakış da, çatışmaları karmaşıklaştırmaktan başka bir fonksiyona sahip değil gibi görünüyor. Bu konuda istatistiki bir veriye rastlamadım, ama kendi gözlemlerim Türk şirketlerinde genel geçer yöntemlerin, gücünüze bağlı olarak Uyma ve Kaçınma veya Hükmetme olduğu yolunda. Sanırım bunun önemli nedenlerinden biri az ya da çok kaybettiğimiz birlikte yaşama kültürü ve görece geniş Güç Mesafesinin kutsallaştırdığı “kural bir: patron bilir, kural iki: bilmezse ilk kurala bakılır” pratiğinin yaygınlığı. Bazı çalışanların da bir “şark kurnazlığı” ile beslediği bu “yöneticinin mümtaz bir insan olarak profili” değişmedikçe, kaba güç kullanımı ile zorla uzlaştırılan çatışmaların aslında bir tür savaş öncesi geçici barış olduğu anlaşılmadıkça ve yüzleşmek yerine kaçınma kolaycılığından vazgeçilmedikçe organizasyonlar için bir avantaja dönüşebilecek çatışmaların hayırlı bir şekilde yönetilebilmeleri de zor görünüyor. Burada da, Mevlana’nın dediği gibi, ortak bir değer sistemine referans verebilmek ve empati çok önemli görünüyor: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.”

Sat

27

Apr

2013

What is the Business Value of Turkey’s Soap Operas?

You are probably aware of extreme popularity of Turkey’s Soap Operas in Arab countries, Balkans, CIS and even Iran. You may also know that it is a $60 million-export market for Turkey since 2008. I am personally an eyewitness of empty streets and re-arranged meetings because of their broadcasting time in some Arab countries. Although there is a big question mark on if it is a sign of Turkey’s being the political role model for them, it is certain that Turkey’s social model is becoming more and more interesting in these regions. Do you think do they facilitate the business between Turkey and these countries? The answer lies behind the value of common business values based on common / similar culture, history and traditions. It can be certainly said that the common values strengthen the trust, and trust makes thing open to communication. Lastly the communication is the fundamental requirement for all kinds of transactions including making business.

 

It may be helpful to remind that the export increased by 12% to Middle East, 27% to Africa, and decreased by 7% to EU in 2012 according to TUIK (Turkey Statistical Institute) data, and it is a trend since 2008. I believe it may be better to think with “Commoning” -the act of creating, constructing and maintaining a commons- as a useful concept for better predictions about the future. However you may still prefer Differentiation as a competitive advantage :).

Sat

30

Mar

2013

An Old Way of Hurdling Power Constraints of Top Managers in Turkey: Second Man

Top Manager is a naturally instable role swinging between the extremes of a despot dictator and a peaceful, tolerant lady / gentleman. (S)he is expected to manage the organization in a continuous war and peace environment and to satisfy all business, social and cultural expectations of people and organization with limited and / or narrowed knowledge pieces from individuals and coalitions who typically generally have their own agendas. Consequently (s)he has solid power constraints and can easily loss the power. The traditional way of managers in Turkey to avoid from power loosing and constraints is to assign a shadow, namely Second Man. It is the best way to preserve her / his (at least pretended) neutral position and to keep a “Task Force Poised Hammer" at the same time. (S)he only needs a suitable candidate with (1) common value system, (2) an assurance to preserve the Top Manager’s position as the first man, (3) limited abilities and skills in functions which may threat the Top Manager. Second Man is perfectly like a castrated: functional in the desired degree.

 

Practical Implications: If you need to understand an organization in Turkey, first find the Second Man and see how (s)he can accelerate everything without the limitations of Top Manager, but on behalf of Top Manager. Isn’t Second Man a very valuable tool for Top Manager which means eating and keeping the cake at the same time?

 

P.S. : In the Golden Age of Ottomans between 1453 – 1579 (126 years), only 3 of 32 Grand Viziers were Turks and served only 10 years totally. As the traditional role models of managers in Turkey Ottoman Padisahs seems used to use others as Second Man with all desired functions, but without any threat.

Sun

10

Mar

2013

A Strong Business Language Market Barrier Case: Turkish in Turkey

For a better understanding of Turkey’s growing dynamics for foreigners I would like to propose two hypotheses to discuss and one recommendation:

 

(1) Turkish is the main and only business language in Turkey, and this situation creates a market barrier for foreigners.

(2) The native professionals in Turkey don’t want to “waste time” to learn a foreign language because of the market size, and the protecting market barrier.

 

Here are some probative statistics:

 

• The legal foreigners in population were 42.7% for GCC countries, 6.5 % for EU (4.0% with citizens of non-EU countries), and only %0.2 for Turkey in 2010. (Sources: National Offices of Statistics (Fargues, 2011), Population and Social Conditions (eurosat) and Turkish National Police statistics).

 

• Only 5% of Turkish citizens could speak a language well enough in order to be able to have a conversation excluding his / her mother language.(Source: “Europeans and their Languages”, European Commission, 2006, p.10. Unfortunately the survey didn’t include Turkey in 2012.) 2006.

 

By accepting the first statistic as a proof of fewness of foreigners working in Turkey and the second one for the reluctance to learn a foreign language (or else we should say the Turkish people cannot learn foreign languages because of mental and / or methodology problems  ) can we say the hypotheses are more or less supported? If yes the recommendation is to learn Turkish if you want to make business with these persistent people who seems don’t want to learn any foreign language.

 

By the way an additional question may be helpful to understand the difference between Europeans’ and Turkish people’s foreign language speaking skills. Are English and German and French really different languages?

Tue

26

Feb

2013

Forget Your Technology and Insurance Skills

Having solid selling and buying technology experience taught me one important thing: it is all about human skills. All surviving companies have extraordinary technologies supporting SOA, clouding, social media integrations, mobile etc, but some of them can sell better than others. Why? Sure it is also about the size (so trust level based on company’s happy (?) references) of the ICT Company which cannot be changed in short term and the price which is not an identical comparison component, but briefly a perception. Consequently the most important tool you have is your sales force. How can you improve it? I’m not a continuously smiling and “always self-confident” management consultant (God bless ), so please don’t call any soft or hard sales trainings and sales-force automation tools. What I am recommending: First think about tough life of an ordinary salesman: quota pressure, humiliating pre-sales and other technical guys, IT Managers (unattainable demigods), mandatory trainings. Then think about how the company can support the salesman’s human skills. I have a very easy answer, accept and support your salesman as a human. One of the recent researches* says that: Perceived Organizational Support (POS) increases trust and satisfaction of employees, and these two increase Organizational Citizenship Behaviors (OCB) and decreases intention to leave the organization, and finally all increase the performance. By the way POS is the degree to which employees believe that their organization values, their contributions and cares about their well-being and fulfills employees' socio-emotional needs. It’s your turn. What can your company do to increase your POS? If nothing find another company .

 

* “Support, Trust, Satisfaction, Intent to Leave And Citizenship At Organizational Level: A Social Exchange Approach”, Pascal Paillé, Laurent Bourdeau, Isabelle Galois, International Journal of Organizational Analysis, Vol. 18, Iss: 1 pp. 41 – 58, 2010