The International Journal of Media and Culture’de 2013’de yayınlamış ve Marwan M. Kraidy & Omar Al-Ghazzi imzasını taşıyan “Neo-Ottoman Cool: Turkish Popular Culture in the Arab Public Sphere” (Afili Yeni-Osmanlı: Arap Kamusal Alanında Popüler Türk Kültürü) adlı makale, Türk – Arap ilişkilerinin geleceği hakkında, dolayısıyla Türkiye hakkında kayda değer önermelerde bulunuyor. Makalenin hammaddesi 2008 – 2012 yıllarında Arapça konuşulan tüm ülkelerde tüm zamanların rating rekorlarını kıran Gümüş ve Kurtlar Vadisi (Mesela Gümüş’ün 2008’de yayınlanan finali, toplam 84,5 milyon izleyici tarafından izlenmiş) dizileri. Yazarlar bu başarıyı, Osmanlı İmparatorluğunun bölgedeki 400 yıllık egemenliği ve Arap medyasının artan sayıda başarılı yapımları düşünüldüğünde, önce gayet paradoksal ve -öyle demeseler de -saçma buluyorlar. Hatta, bu durumun birçok Arap ülkesinde bir tehdit olarak algılandığını, türlü ve ama başarısız karşıt kampanyaların yürütüldüğünü belirtiyorlar. Mesela Suriye’de Halep Müftüsü, üzerinde Gümüş dizi kahramanlarının fotoğrafları olan tişörtlerle namaz kılınmasını yasaklayan bir fetva yayınlıyor. Irak’ta Nasiriya’da, Kıvanç Tatlıtuğ’un (Gümüş’ün yerli, çekici, sessiz ve sakin erkeği Mehmet – Arapçası Muhannad) posterleri yere serilerek halktan Türk dizilerine karşı oluşlarını göstermesi bekleniyor. Suudi Müftüsü Gümüş’ün bozuk, aşağılayıcı ve zararlı ve küçük düşürücü olduğunu belirterek izlenmesini günah olarak tanımladığı bir fetva yayınlıyor. Kuveyt Milli Eğitim Bakanlığı, okullara üzerinde Gümüş dizisinden resimler bulunan çantalarla gelinmesini yasaklıyor. Ama, paralelinde Sudan’da, Suriye’de ve Suudi Arabistan’da çok sayıda kadın, Mehmet’e benzemedikleri gerekçesiyle kocalarını boşuyorlar. Tunus’ta ve Suriye’de Gümüş tişörtleri peynir ekmek gibi satılıyor. Şam Üniversitesi önündeki bir seyyar satıcı günden 500’den fazla tişört sattığını söylüyor. Sonuçta yazarlar bu durumu, Arapların Türkiye’nin kültürel ve politik melez modernliğine öykünmeleriyle açıklıyorlar. Bu melez modernliği de, sekülerlik ve İslam’ın aynı yerde bulunmasıyla açıklıyorlar.
Son kertede inancın kişisel ve mahrem bir alan olduğunu hesaba katarsak bu melezliği, dinin belirlediği / hayli etkilediği kültürel değerler ve davranış kodlarıyla, tanım olarak din kurallarını esas almayan bir yönetim ve toplu (bireysel değil) yaşam biçimi olan sekülerliğin birlikte var olabilmesi olarak tanımlayabilir miyiz? Bernard Lewis neden Türkiye’nin tek Müslüman demokrasi olduğunu konu aldığı 1994 tarihli makalesinde de benzer bir gerekçeyle durumu açıklıyordu. Bunların üzerine kimsenin gidecek başka bir yeri olmadığını, yoğun ve gayet de eski bir birlikte yaşam pratiğine sahip olunduğunu, Türkiye’nin modern zamanlarda Batı sömürgesi olmamış ve üstelik bunu da güç kullanarak yapmış tek ülke olduğunu ve dolayısıyla ne gerekiyorsa burada olduğunu söylemek fazla mı safdillik olacak? Bilemedim. Bilen parmağını kaldırsın lütfen.