Yeni Şeyler

"Öğretmenler Kutsal, Peki Tesisatçılar ve Metalürji Mühendisleri?” Üzerinden Türkiye’de Eğitim Algısı ve Sorunlarına Başka Bir Bakış

Türkiye’nin Tanzimat Fermanından bu yana hala devam eden modernleşme öyküsünde eğitimin özel bir yeri var. Bu ülke, eğitimle sınıf atlanacağına inanılan ve işin garibi bunun da zor da olsa mümkün olduğu nadir bir ülke. Türkiye’nin türlü “kazalarla” uzun bir zamandır liseler ve üniversiteler için uygulayageldiği merkezi sınav ve yerleştirme sistemi birçok Avrupa ülkesinde ve Amerika’da yok. Buralardaki sıkça rastlanan pratik, her okulun kendi sınavını kendi yapması ve eğitim burslarla desteklense veya İngiltere gibi bazı ülkelerde vatandaşlar ya da AB üye ülke vatandaşları için görece ucuz olsa da genellikle paralı olduğu. Bunun uygulamadaki genel sonucu, ebeveyn ne ise çocuğun da kuvvetle muhtemel o kadar olacağı şeklinde tezahür ediyor. Bu durumun desteklediği toplumsal nedenlerden biri, demokrasinin de nedeni olarak öğretilen feodal – adem-i merkezi yapıların tortusu güçlü ailelerin buralarda varlıklarını sürdürmeleri, diğeri de bu ülkelerin ciddi bir kısmının tarihsel mirası olan sömürgeciliğin kazandırdığı "yabancı" “vatandaşlar. Bu yabancıların, eğitimle de olsa bu ülkelerde sınıf atlaması hayli zor. Mesela bakınız Fransa’daki Kuzey Afrika, Amerika’daki siyah ve İspanyol ve İngiltere’de ise Hindistan kökenli olma hali ve sonuçları.

 

Türkiye’de eğitime ayrılan kaynaklara bakıldığı zaman, Milli Eğitim Bakanlığı Örgün Eğitim İstatistiklerine göre 2002-2012 arasında MEB bütçesinin milli gelire oranı %2,66’dan %2,75’e artmış. Ancak aynı dönemde milli gelirin yaklaşık dört kat arttığı, nüfusun ise sadece yaklaşık 70 milyondan 75,5 milyona çıktığı belirtilmeli. Karşı bir bilgi olarak, 2012 yılında eğitim bütçesinin genel bütçeye oranı %14,79 olup tüm zamanlarının en yüksek oranına çıksa da Türkiye’nin OECD ülkelerinde eğitime ayırdığı pay bakımından en arka sıralarda olduğunu da kaydetmek gerekli. Ama bu işin devlet bacağı. Bir de işin kişilerin kendi bütçelerinden ayırdıkları var. Ne yazık ki bu konuda çok net bir istatistik bulamadım. Ancak benim düşündüğüm, kreşten özel okullara, dershanelerden özel üniversitelere ve özel derslere uzanan bir gamda çocuk sahibi her ailenin kendi bütçelerinden eğitime ciddi bir pay ayırdığı, bunu bir yatırım olarak gördüğü. Bunda elbette kalitesi düşen ya da karşılaştırma imkânıyla artık çok kaliteli olmadığına inandığımız devlet okullarından özel okullara –bütçeniz yetiyorsa- kayılmasının da bir etkisi var. Artık her sokak arasında, süpermarketten biraz daha büyük binalarda gördüğümüz özel üniversitelerin varlık nedeni de işte piyasadaki bu son derece güçlü talep. Bu yazının başlangıcında Türk toplumunun eğitime duyduğu inanç ve eğitimle sınıf atlama imkânı da bu talebin temel nedeni.

 

Eğitime ayrılan bu ciddi toplam bütçeye ve efora rağmen, eğitimin bu ülkenin inovasyon (yeni buluş) ve bunun temeli olan Ar-Ge’ye ciddi bir katkı yaptığı gayet şüpheli. Avrupa Komisyonu, İnovasyon Birliği Skor Tahtası 2013’de Türkiye’nin yenilikçilik alanındaki performansı ortalamanın altında olarak değerlendiriliyor ve zayıf olduğu alanların, “şirket yatırımları ve fikri varlıklar” olduğu belirtiliyor. Cornell University, INSEAD (The Business School of the World) ve Dünya Fikri Haklar Örgütü (WIPO) tarafından hazırlanan Küresel İnovasyon Endeksi 2013 (Global Innovation Index)’e göre ise Türkiye 142 ülke arasında 68'inci. 2012’de 74. olup bir yılda 68.’liğe ilerlemesine rağmen, bu durumun dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri olma haliyle bir ilişkisi olmadığını takdir edersiniz.

 

Neyse ki akademik yayınlar ve performans açısından karne daha iyi. URAP (University Ranking by Academic Performance) 2012 sıralamasına göre dünyada ilk 500 üniversite arasında Türkiye’den 5 üniversite var: İstanbul (421.), Hacettepe (429.) Ege (473.) ODTÜ (489.) ve Ankara (491.). Hiçbir özel üniversitenin bu sıralamada yer bulamaması ilginç. Thomson’s ISI Web of Science (TÜBİTAK ULAKBİM) Kasım 2011 kayıtlarına göre Türkiye milyon kişi başına düşen bilimsel yayın sayısı bakımından dünya 45.si ve bilimsel yayın sayısı bakımından da dünya 18.si. Ama bunun inovasyona, en azından hâlihazırda bir katkısı olmadığı maalesef açık.

 

Toplumsal sınıf atlama, yani babası çoban kendisi doktor oldu halinden başka eğitimin ülkenin ilerlemesine katkısının, olması gerekenin altında olmasının bence iki temel nedeni var. İlki, maalesef Fransa’dan ödünç alınmış milli eğitim mantığının, eğitimde öncelikle öğretmek (dolayısıyla özgürleştirmek) değil, “tek tip” vatandaş yetiştirmek nosyonuna sahip olması, bunun da “ideolojik” ve kalıpçı bir eğitim anlayışı ve uygulamasını beraberinde getirmesi. Kimse, bu amatör sosyal mühendislik faaliyetiyle aynılaşmıyor. Olan, öğrencilerin çok küçük yaşlarda söylenmesi gerekenle gerçekte olan arasındaki ayrımına varmaları, büyüyünce de çoğunun işini bilir pragmatist bir pozisyonu en makul seçenek olarak görmeleri. Bu kalıpçı (ki bu yüzden uzun versiyonunda öğretim yerine eğitim ve öğretim diyoruz) eğitimin sonucu olarak üniversitelerin akılları yönlendirip düzenleyerek özgürleştiren ve ama formatlamayan bir biçimde olmaları ve nihayetinde gerçek hayatla, yani endüstri ile gerçek ve verimli ilişkiler kurmaları gerekliliği de bir-kaç cılız örnek dışında pek hayat bulamıyor. İkinci neden ise, birincide bahsedilen ideolojik eğitimle yakından ilgili. Eğitimi ideolojik bir hale getirirseniz onun uygulamacılarına da özel bir sıfat yüklemeniz kaçınılmaz oluyor. Bu da Türkiye’de eğitim çalışanlarının etrafına örülmüş ve aslında söylem dışında fiiliyatta bir karşılığı olmayan “kutsallık“ halesi. Benim hayal meyal başlangıçlarını hatırladığım ve 1981’den beri kutlanan Öğretmenler Günü de böyle bir kutsallaştırma kampanyasının sonucu. Hala aynı mıdır bilmiyorum ama, küçücük öğrencilerin öğretmenlerini etrafına ışık verirken eriyen bir mum olarak çizmekte yarışmalarının o yıllarda eğitim kalitesine, lüzumsuz ve hak edilmemiş bir kıvanç hali dışında bir katkısı yok idi. Bu kutsallık, eğitim çalışanlarının verimli, kendini geliştiren ve yapıp yapmadıklarından hesap veren (accountability) gerçekçi bir duruma evirilmelerini engelliyor. Aynı kutsallık bugün, finansal krizlerle albenisi artmış Eğitim Fakültelerine, bence sağladığı ömür boyu iş garantisi gibi gayet rasyonel bir nedenle girmiş ve kadro yokluğu nedeniyle atanamamış yeni mezunların dilinde de devam ediyor. Oysa ne öğretmenler tesisatçılar ve metalürji mühendislerinden daha kutsal, ne de iş bulamaları sorunları diğerlerininkinden daha elzem.

 

Özetle doğru düzgün yapılan her işin kutsal olduğunu ikrar edip, bu ayrıcalıklı kutsallığından arındırılmış eğitim çalışanlarını ve akılları özgürleştiren bir eğitim anlayışını normalleştirirsek bayağı bir iş yapmış gibi olacağa benzer. Nihayetinde eğitimle sınıf atlanabilen harikulade bir ülkeye sahibiz, kalan sadece eğitimin sadece kişiler bazında değil ülke bazında da daha iyi sonuçlar üretmesini sağlamak. Ebeveynleri öğretmen olan benim meramım işte böyle. Siz ne dersiniz?