Yeni Şeyler

MBA’e Dair Çelişkili Haller

Modern tarihin ilk yarısı, türlü toplu eğitim hamlelerinin rehberliğinde herkesi aynı tornadan geçirip seri halde doktor, mühendis, öğretmen vesaire üretmekle geçmiştir. Ülkemizin de nasibini fazlasıyla aldığı bu standardizasyon; cehaletle mücadele, modernleşmek iyidir ve bu da standart altyapılar üzerinde gerçekleşebilir sloganlarıyla mazeretlendirilmiştir. Ancak ortaya çıkan tek tip yurttaş, tek tip çalışan, tek tip kariyer hedefi ve tek tip emeklilik hayali fazlasıyla sıkıcı olmuş ve kapitalizmin temellerinden biri addedilen rekabetin bu kokmaz bulaşmaz tipitiplerle sağlanamayacağı anlaşılmıştır. Sonunda da bunları nasıl birbirinden farklılaştırabiliriz sorusu ciddi bir meşgale konusu olmuştur. Sağda solda daha ziyade yeni bir moda, tasarım, hayat gurmeliği ve koçluğu trendi olarak anlaşıl(may)an post-modern kavramı da, işte bu kısır meşgalenin verimsiz sonucu sıfatıyla arzı endam etmiştir. Varlık nedeni, nasıl şeyleri birbirinden acayip farklılaştırarak ortalığı karmakarışık bir hale getirebiliriz ve Nasrettin Hoca’nın uzlaşma niyeti olmayan aklıselim yoksunlarıyla eğlendiği “sen de haklısın” cevabını nasıl ciddiye alabiliriz olan post-modernizm, kısa sürede profesyonellerin hayatına da el atmıştır. Bu el atma hallerinden biri de hiç kuşkusuz, profesyonel olarak nasıl rakiplerimizden farklılaşabilir, özgeçmişimize afili bir satır ekleyip ücretimizle ilgili nasıl ve “haklı” bir zam beklentisi içine girebiliriz dedirten MBA programlarının icadıdır.

 

Bizatihi kendisinin bir bilim dalı olduğu hayli kuşkulu olan ve adı gereği türlü alaylara konu olmuş işletmenin yüksek lisans halidir aslında MBA. Vakti zamanında diğer yüksek lisanslardan bir farkı yok iken bir gün bu post-modernizm dalgasından nasıl nemalanırım diye düşünen bir aklı evvelin bahtsız ve ama haklı önermesiyle MBA denen şey, profesyonel titrlerin olmazsa olması arasında girmeyi başarmıştır. Toplu bir rüya deneyimi de denebilecek tuhaf bir inanış, MBA mezunu olan profesyonellerin hemcinslerinden daha parlak ve başarılı, ne bileyim kısa sürede şirketlerine kar patlaması yaptıracak kalifikasyon, karizma ve soyluluğa sahip, dolayısıyla da daha fazla parayı hak eder olduklarına inandırmıştır gariban beyaz yakalıları. Ancak elbette patronların bu tip batıl inançları yoktur ve işlerine gelir bir biçimde çalışanlarını ücretlendirmeyi sürdürmüşlerdir. Bu inancı paylaşır görünen tek patron tipi, geniş yatırım portföyüne özel üniversiteleri de almış olanlardır ve “müşteri her daim haklıdır” şiarı gereği bu inanışı pompalamakta bir sakınca bulmamışlardır.

 

Böyle başlayan bu serüven önce, haddizatında askere gitmiş her Türk gencinin hemhal olduğu yarı tanrı generallerin üniversite versiyonu olan profesörlere çarparak şöyle bir 5-10 sene duraklatılmış ve bu talep bildik yüksek lisans prosedürleriyle karşılanmaya çalışılmıştır. Ancak adına beyaz yaka denen, itibar düşkünü ve ama çalışma azmi yoksunu müşteri kitlesinin tez yazma becerisi, okula gelme istidadı ve patrondan sonra bir de profesörlere yaltaklanma enerjisinin olmadığı anlaşılınca üniversite sahibi patronlar olaya müdahale etmek zorunda kalmıştır. Bunun sonucunda tezsiz, geceleri ya da hafta sonları icra edilen, okula gelinemiyorsa hocaların bizzat işyerlerine gitmesiyle ifa edilen, hatta okula hiç uğranmayıp facebook arası internetten bir bakılan ve okul-öğrenci ilişkisinin faturayı ödemekle sınırlandığı nevzuhur süper MBA’ler türemiştir. Ardından bu farklılaştırma ve itibar kazandırma operasyonuna bir eşik daha atlatılarak executive, top managerial, ve excelancy falan gibi aristokratik ve soylu sıfatlarla MBA programlarının saygınlığı ve bittabi ücreti de artırılmıştır.

 

Peki, nedir MBA? Ne olduğunu belki de en iyi anlatan metafor, ne ısmarlayacağına bilemeyen veya daha kötüsü konuklarına gösteriş yapma performansındakilerin restoranda garsona verdiği sipariştir: “her şeyden biraz biraz getir, ortaya karışık.” Böyle bir menü farklı lisanslardan gelmiş olan müşteri portföyüne de cazip gelmekte, kimi filoloji, kimi felsefe, kimi tıp, kimi türlü mühendislik veya diğer sosyal bilimler okumuş halkın her katmanından gelen şaşkın bir güruhun kendini bu karmaşanın ortasına gönüllü atıvermesine sebebiyet vermektedir.

 

MBA’in en önemli vasıflarından biri olarak pazarlaması yapılan “network” kazanma hususu ise ayrı bir değerlendirmeyi hak etmektedir. Kurguya göre birbirlerini MBA’de bulacak olan bu geleceğin hiper başarılı yöneticileri, bu vasıflarını burada ve birlikte kazandıklarını unutmayacak, tıpkı köklü liselere atfedilen “kardeşlik” hali gibi, kariyer basamaklarını beşer beşer tırmanırken “kardeşlerine de” gereğinde el uzatmayı, torpil geçmeyi ve kimsenin bilemeyeceği fırsatları aşikâr etmeyi ihmal etmeyeceklerdir. Bu düstura inanan yeni yetme MBA’liler, bu kardeşlik havasına tez elden girebilmek için o Nevizade senin, bu ıslak hamburgerci benim, şu balık lokantası senin bu kır bahçesi benim diye artık yaşadıkları şehre göre bildik tüm “kalburüstü” ve elit eğlence mekânlarını biteviye tavaf etmektedirler. İşin garibi bunların bir kez de şu araştırma merkezi veya kütüphanede buluştukları ya da şu önemli kongreye birlikte katıldıkları görülmez. En fazla, işe biraz yerellik katarak karındaşlığı pekiştirme peşinde olanların hamama, çiğ köfteciye veya mantıcıya gittikleri görülür. Bu dönem hiç gidilmediği kadar doğum günü partisine icap edildiği ve hiçbir zaman alınmadığı kadar hediye alındığı bir dönemdir. İşin finansal yönü ise, bütçeye açılan yeni ve genişçe bir delik ile bunun çoklukla kredi kartı ile kısa vadeli finansmanın yapılmasından ibarettir. Günün sonunda ise network, hadi anlaşılır bir şekilde ifade edelim dost ve ortak kazanmanın, ancak gerçek değer ve çıkar ortaklıklarıyla mümkün olduğunu herkes öğrenir ve bu hiper sosyallik dönemi de kısa sürede sönüp geçer.

 

MBA’in akademik dünyaya kazandırdıkları, birkaç istisna dışarıda bırakılırsa önemsenmeyecek düzeydedir. İş dünyasına kazandırdıkları hususunda ise türlü spekülasyonlar yapılsa da, bu kendini farklı ve çok klas hissetme halinin üretim, karlılık ve bizatihi MBA’linin ücretinde patlamaya yol açmadığı söylenebilir. Net olarak olduğu söylenebilecek tek şey ise, “mutlu yarınlar” için sahici kılıklı yeni bir bekleme odasının başarıyla tanzim edildiği, artık kimden ne olacaksa zaten olduğu ve olacağıdır. Vesselam MBA tecrübesi hayatta short-cut denen şeyin olmadığına ve sırf omzuna birkaç yıldız ekledin diye dünyanın karşında eğilip bükülmediğine üzülerek şahit olmaktan ibarettir.

 

MBA, ne olduğundan ziyade çabucak ne işe yarar sorusuna duçar kalmış ve böylece başarılı bir pazarlama kampanyasıyla iç edilmiş bir muammadır.