“Güzel ve yalnız” ülkemin İngilizce çilesi, çırpına çırpına ağlayıp aynı anda çatlayana kadar gülecek kadar trajikomiktir. Bu ülkede doğan istisnasız herkes ömrünün ciddi bir bölümünü “anlıyorum ama konuşamıyorum” diyebilmek için İngilizce ile sersefil etmiş, bunun ekseriyeti de “what is your name”in ötesine geçememiştir. Bu sonucun hesabı kâh eğitim sistemine kâh pratik eksikliğine kesilse de hakikat, sondan eklemeli bir dil konuşan Türkler için İngilizcenin, Tarzancadan daha gelişmiş veya 2 yaşındaki bir çocuğun kuralsız ve basit ilk gevelemelerinden daha anlamlı bir dil olmamasıdır. Yahu, “ne senin ad?” veya “ nasıl sen?” ne kadar öğrenmeye değer bir şey olabilir ki? Zamanında tüm dünyayı yakmış kavurmuş İngilizlerin böyle primitif, böyle sünepe ve böyle “under construction” safhasında kalmış bir dile sahip olamayacağına iman etmiş Türkler, böylece bir kez daha İngilizlerin oyununa gelmiş ve esasen olmayan bir mükemmelliği İngilizceye maalesef atfetmişlerdir.
Zamanında parası olanlar için kolej ve fakir ama gururlular için de Anadolu Lisesine kapağı atmakla tedavi edilebildiği sanılan bu rahatsızlık, yazın güneyde falan rastlanan çulsuz ve hippi kılıklı İngilizlerle ilk temasta tekrar nüksetmiş, yurdumun gariban çocukları Mr. Brown ile zevcesi arasındaki tatsız tuzsuz ve herhangi bir akıldan yoksun saçma diyaloglara yeniden ve yeniden gömülmek zorunda kalmıştır. Gittikçe büyüyen ve büyüdükçe de artık bir nedensiz özür dileme haline dönüşen bu sözde eksiklik, ebeveynlerden çocuklarına “ben öğrenemedim, bari çocuğum öğrensin” saftirikliği ile aynen miras bırakılmıştır. Bu yolda türlü dil eğitim merkezleri, kurlar, uyurken veya ayakta İngilizce öğrenme metotlarıyla düzenli azap çektirilen, olmadı TCDD’nin “interrails”i ile ecnebi memleketlerin bitli hostellerinde özgür ama beş parasız sürünmek zorunda bırakılıp şaşkoloza dönen bir sürü nesil, ancak “what is that” ve şiş kebaba kadar erişebilmiştir. Oyunun başında muhatabını kendinden zeki ve üstün sayan bir aklın hak ettiği de başka bir şey değildir zaten.
Bilumum kamu ve özel sektör sınavlarında (ki bu sınavlar için öğretilen tirik, “not only”i gördüğün yerde “but also”yu işaretleyeceksin kıvamındadır) , hasbel kader üniversite mezunu olanlar için köyüne kasabasına bilmem ne yardım kuruluşu adına gelen “gâvurlarla” nedense hasbihal etmeye pek meraklı hemşerilerinin ittirip kaktırmasıyla tekrar ve tekrar, tekrar ve tekrar duçar olunan bu karın ağrısı, ancak “Müdür” olunca sona erebilmiştir. Çünkü tanım gereği müdür olabilmiş biri, elbette İngilizceyi de bilmektedir. Ama bu mutlu dönem, adına beyaz yaka denen ve nevzuhur uyduruk bir dil konuşan, üstelik hepsi de bir şekilde müdür olan yeni bir türün dünya sahnesine çıkmasıyla kısacık sürmüştür. Şaşkınlık ve kendini bilmezliğin fevkinin de fevkinde olan, mecnun kavramının anlamını zorlama raddesinde olumsuz olarak genişleten bu yepyeni sınıf, İngilizceyi konuşamamakla iktifa etmemiş, affedersiniz Türkçenin de içine edivermiştir. İşte bu müsvedde şahsiyetler türlü İngilizce fiil ve isimle, Türkçenin özne ve eklerini gayet gayrimeşru bir şekilde kendi kafalarınca evermiş, ortaya da “dawnlod edip seyv ettikten sonra” veya “bos raporların trek edilip konförm ve sent edilmesini” ya da “yapılabilite” gibi utanılası sefillikte bir iletişimsizlik örneği peydahlayıvermişlerdir. Peki, burada durmuşlar mıdır? Nerde efendim, nerde. Devamında (şöyle gerilip gerilip vurulası) ağızlarını büke yaya konuşmanın pek matah bir şey olduğu trendine balıklama dalıp, zamanın zincirlerle zaptı rap altına alınmış Kunta Kintesine bile bir şahsiyet katan aksanlarını tümden yitirmişlerdir. İşte bu şahsiyetsiz ve kimlik yoksunu koca bir güruh, ana dilleriyle arasında biraz genişçe bir aksan farkından başka bir şey olmamasına rağmen İngilizceyi ısrarla öğrenmeyen veya sadece para kazanmak için mecbur öğrenip kendi dilleri gibi konuşmakta ısrar eden Almanları, Fransızları, İtalyanları ve İspanyolları hiç fark etmemiş, bilmem kaç yüzyıl İngiliz sömürgesi altında yaşamalarına rağmen hala kendi bildikleri gibi İngilizce konuşan Hintlileri küçümsemiş, hatta daha da ileri giderek kendi öz yurdunun otantik lehçe ve diğer ana dillerini hakir görmüştür. İşte tam da bu yüzden ne mümbit bir gönül zenginliği, ne bir vakur duruş ne de bir “yaratılanı severim yaratandan ötürü” özetli alçalmadan sevme hali bu akıl göçebelerinin semtine dahi uğramıştır.
Sözün özü veya velhasıl kelam, öğrenmek de her şey gibi kendini bilmekle başlar ya da gayet güzel dendiği gibi “aslını inkâr eden haramzadedir”.