Ülkeleri, G20 ülkeleri arasında en az ikinci dil bilme oranıyla açık ara birinci olan, bu haliyle hem güzel olan hem de yalnızlığı umursamaz görünen Türklerin yabancılarla yarenliği, çoook uzun bir öyküdür. Vakti zamanında farklı kılık kıyafet giydirme ve ata-eşeğe bindirmeyip zorla yayan yürütme marifetiyle altı ve üzeri çizilen yabancıların imajı, adına modernleşme denen ve bitip bitmediği meçhul bir karışık rüya-kâbus sürecinde acayip dinamik bir seyir izlemiştir.
Bu süreçte, güce yakın ve dolayısıyla gerçeğe Fransız bir grubun, “celladıma gülümserken” tipi yabancı sevdası ile periferide perü perişan dolanan diğer grubun “taş nerede taş” özetli yabancıya uyuz olma hali birlikte var olabilmiştir. Ancak burada yabancı denen şeyin, pusulanın Batısını ihtiva ettiği, Şark tarafının ise duruma göre ya daha sefil ya da sen-ben-bizim oğlan tanımına girdiği belirtilmelidir. Bu paradoksal birlikte var olma hali, ihracat bazlı büyümenin ithal ikamesinin yerini almasıyla ortadan kalkmıştır. Meşrebe göre seçilen “para-para-para”, “milletlerin kardeşliği” veya “doğal yayılma alanı” retorikleriyle yabancılar önce tanınma mesafesine terfi ettirilmiş, ardından da bildiğiniz enseye tokat durumuna getirilmişlerdir. Yine de bu süreç şakkadanak gerçekleşmemiştir. İlaveten paradoksun paradoksu olarak da vakti zamanın yabancı sevdalıları artık herkesle yarenlik etmekten elitlik nişanesi olamayan yabancılara, ülke elden gidiyor sanrıları ile soğumuşlardır. İşte bu yazı, bu dönemin hikâyesidir.
Kayıtlara göre, dönemin bilinen ilk yabancıları, hızla büyümeden mütevellit bin türlü kurumsallaşma derdine batmış Türk şirketlerine danışmanlık hizmeti vermeye gelenlerdir. İnsanın artık bakmaktan dahi utandığı davul-zurnalı kıvanç seremonileri ile karşılanan bu yabancılar, sayılarının azlığı ve sarışın-mavi gözlü-beyaz tenli güneş fakirliklerinin pek matah bir şey sayılmasından, bugünlerde sadece Çin Halk Cumhuriyetinin sağa sola gönderdiği dev pandaların müşerref olabildiği inanılmaz bir ilgi-alaka görmüşlerdir. Aslında bu pratik, Halit Kıvanç’lı kıvanç TRT Çocuk Şenliklerine katılıp sadece Ankara’nın nezih semtleri Ayrancı, Çankaya veya en kötü ihtimal Bahçelievler’de konuk edilen çocuklara gösterilen coşkunun yetişkin versiyonudur. Bir dipnot olarak, çoluk çocuk - cümbür cemaat herkesi içine alan bu sinerji ve yabancılarla kaynaşma aşkının, vakti zamanında International Youth Service (IYS) şirketinin tanesi 1 dolara “pen friend”ler satıp tarihinin en büyük cirosunu Türkiye’den yapmasıyla sonuçlandığı da hatırlanmalıdır.
Bu dönemde yandakine dirseği vurup işte bu İngiliz-Alman-Fransız demek, seyredilen yabancı obje bir kadınsa Müslüman edip evlenme hayalleri kurmak ve durup durup lokum-şiş kebap-göbek dansından bahsetmek yaygındır. Maaşlı eleman statülerine rağmen her daim konuk kabul edilen bu zevata, Türk misafirperverliğini ispatlamak için gece 12’lere kadar her türlü ortam ve faaliyette eşlik edilmiştir. “Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un” fonuyla “hepimiz kardeşiz”, “aslında sünnet faydalıdır” ve “Türklerde büyüğe saygı esastır” veya “aslında ben pek Türk’e benzemem, Balkanlardan gelmişiz” başlıklı muhabbetler bir açılıp bir kapatılmıştır. Döneme ait bazı evraklarda, bazı gereksiz ve haksız büyük şirketlerin misafirperverlikte coşarak toplantı salonlarında kılıç kalkan-yağlı güreş-çayda çıra-çiğ köfte gösterileri düzenlediği de yer almaktadır. Daha sonra türlü mazeretlerle bu yabancıların ülkelerine giden Türklerin mütekabil bir itibar ve iade-i coşku görmemesi, yani mesai saatinden sonra sap gibi ortada bırakılmaları ve yemek yiyebilecek Mc Donalds / Burger King’den başka bir yer bulamamaları neticesinde bu misafirperverlik zamanla azalmıştır.
Bu giriş bölümünden sonra erişilen gelişme bölümünde, aslında yabancıların bizden pek de bir farkları olmadığı kanaatine varılmıştır. Bu süreci, yaşlılığını olsun biraz güneş ve organik hayatla geçirmek için güneye yerleşen yabancı amcalar ve teyzeler hızlandırmıştır. Patlayan turizm ve türlü tipte ticari ilişkiler güneyde Türk garson erkek – çokça İngiliz kadın ve kuzeyde de Karadenizli iş adamı – Rus kadın evlilikleriyle sonuçlanmış, ortalık nevzuhur yabancı akraba ve hısımlıklarla dolmuştur. Yurtdışı uçaklarına binmek sıradanlaşmış ve Türkler uçakta önemli bir kokteyle katılan önemli biri performansından vazgeçmişlerdir. Profesyonel dünyada birkaç şirket patronu, yabancıları yazılımcı, kaliteci, mühendis, köşe minderi ve süsü olarak istihdam etmeye çalışmışsa da Türkçe bilmeden hiç bir şey yapılamayacağını fark etiklerinden yine yabancı pul ve para koleksiyonlarına geri dönmüşlerdir. Türkçe de, tüm bu yazılanları anladığınıza göre malumunuz değildir amma öğrenmesi zor bir dildir.
Hâlihazırda hala eda edilen sonuç bölümünde ise Türkler artık kaçak veya sözde siyasi sığınmacı olarak sosyal yardım peşinde koşan üçüncü dünya garibanından, expat sıfatıyla oralarda “yabancı” olarak çalışan global dünya vatandaşı garibanına dönüşmüşlerdir. Gelişmeler bununla da kalmamış, artan işsizlik oranı ve Almanya’nın kimseye zırnık koklatmaması nedeniyle Avrupa’dan ipini koparan bir sürü “yabancı” yok İngilizce öğretmeni, yok barmen veyahut kuaför olarak, üstelik bir de turist vizesiyle ülkeye girmiştir. Şanslı olanları bir Türk vatandaşı ile evlenmiş, şansız olanları ise polis tarafından yaka paça sınır dışı edilmiştir. Hülasa devran yapacağını yapmış, dönmeye devam ederek bu sefer de Türkleri görece müreffeh bir halk mertebesine getirivermiştir. Bu süreçte, çokça dil engeli biraz da racondan (mesela el öpmek, fidayda oynamak veya durup durup “sizin de işiniz zor be abi” demek) zerre anlamama hali nedeniyle çok sayıda beyaz yakalı yabancının, ülkede çalışma hayalleri sükûta uğramıştır. İşte bu ahval dahilinde ülkede bulunan beyaz yakalı yabancıların sayısı, eser miktarda kalmış ve beyaz yakalı Türklerin bunlarla birlikte türlü lüzumsuz işe girişme projeleri rafta kalmıştır. Yine de beyaz yakalılar arasında, “Türk’e benzemiyorsunuz” minvalli laflar, anlaşılmaz bir şekilde bir iltifat olarak kabul görmeye devam etmektedir.
Sonucun sonucunda ise dünyanın yuvarlaklığı yeniden keşfeden dünya ahalisi, aynı şeyleri aynı şekillerde tüketmeye başlayarak kendilerine ve insanlığa yabancılaşmış, böylece de yabancı olmak normal ve “in”, gerçekten yerli olmak ise anlaşılmaz ve “out” bir şey haline gelivermiştir.