Yeni Şeyler

Nasihatli Masal

Doğal olarak İsveçli bilim adamlarının yaptığı ve insanî niteliklerdeki yüzyıllık değişimi konu alan bir araştırma; insanların gölgesinden korkan, babasına güvenmeyen ve çocuğunu kıskanan can sıkıcı sopalık bir mahlukata evrildiğini ortaya çıkarmıştır. AB’nin hayvancılığı geliştirme fonundan alınan bir hibeyle bu dönüşümün nedenleriyle alakalı bir proje başlatılmış; kısaca sığır diye adlandırılan bu insan müsveddeleriyle otantik insanları karşılaştırıp sonuçlarından da bu utanılası halin kaynağını keşfedecek bir metodoloji geliştirilmiştir. Otantik insanların bulunması için üç aşamalı bir arama-bulma-şaşırma survivorı organize edilmiştir. Görsel otantikliği bulmanın hedeflendiği ilk aşamada; türlü folklor kurslarından çağrılmış bir grup dadaş, gakkoş, kabadayı, keko, kızan, seymen, uşak ve yiğido türlü testlere sokulmuşlardır. Testler sonucunda otontik olma ile kıyafet arasında anlamlı bir ilişki bulunamamış, ayrıca deneklerin hepsinin kariyer kaygıları ve zenginleşme hayallerine sahip seri üretim mamulleri olduğu ve folklor kursuna da networking ve antidepresan amacıyla katıldıkları anlaşılmıştır. Kızanların hayli esmer olmalarına rağmen mütemadiyen çocukken sarışın-maviye çalan gözlü olduklarını söylemeleri; seymenlerin de kökenlerini rızkı Allah’tan bilen esnaf teşkilatı Ahiliğe bağlamalarına rağmen ömür boyu iş garantisi peşindeki memurlar olması dikkat çekmiştir. Hassaten uşakların ”deliye yatıp akıllıları oynatma” gibi bir kurnazlık becerisine sahip olmaları, kıyafet-karakter etkileşimi hakkında çarpıcı ufuklar açmış olsa da görsel otantikliği bulma amaçlı ilk aşamanın başarısızlıkla bittiği sonucuna varılmıştır. İşitsel otantikliğin hedeflendiği ikinci aşamada; türlü amatör korolardan derlenen kalabalık bir denek grubu teste sokulmuş; bunların yöresel tavır ve üslubu başarıyla taklit ettikleri, ancak türkülerin neden bahsettiğini anlamadıkları ve hatta türküleri gayet çağdışı buldukları fark edilmiştir. Yapılan detaylı kovuşturmalar sonucu bu işe yaramazların; torunlarına bakma işinden tüymüş emekli amcalar ve teyzeler olduğu, ayrıca hazır tuvali boyama marifetiyle kestirmeden ressam olma kurnazlığına soyundukları ve çakma tablolarını ona-buna hediye edip biteviye takdir talep ettikleri tespit edilmiştir. Böylece bu aşama da el elde baş başta bir pozisyonla nihayetlendirilmiştir. Son umut kapısı olarak başlatılan tatsal otantiklik konusunda ise bir sürü yöresel yemek ve kebap salonunun kapısı çalınmıştır. Buralarda kendilerini gurme olarak tanıtıp ıssız adam ayaklarına yatan protein yoksunu kavruk patronların; vücutlarını tuhaf pozisyonlara sokarak gördükleri her tabağa tuz-biber-kekik serpiştirdikleri ve en çok ciro yaptıkları Arap turistlerin arkalarından da ileri geri konuştukları gözlenmiştir. Ayrıca bu işletmelerde baklavaya bezelye unu, bala glikoz, peynire nişasta ve zeytinyağına da palm yağı katıldığı söylentilerinin ayyuka çıktığı; lakin otantiklikten beş kuruş çakmayan müşterilerin mekânda çektirdikleri otantik fotoğraflar karşılığı yolunmaya hazır oldukları şeklinde örtük bir mutabakatın olduğu belirlenmiştir. Buralarda, şahlıktan şahbazlık makamına ermek için kırsal süsü verilmiş bir dizi garsonun kullanıldığına da tesadüf edilmiş, yapılan hayret dolu yakın çekimlerde garson olarak kullanılan ze(rza)vatın yukarıda bahsi geçen folklorcular olduğu anlaşılmıştır. Yöresel gece diye lanse edilen etkinliklerde de yine zikredilmiş koroların türkü söyledikleri, üstelik koro üyeleriyle folklorcuların Anadolu Yanardağı adlı ve çok geniş kadrolu bir çalgı-çengi performansını çakma gurmelerin bıçak kıyması şovuyla birlikte planladıkları anlaşılmış; bunun üzerine bu ensest ilişkilerden iyice bıkılıp proje iptal edilmiş ve alınan hibe de masraf yazılıp bir güzel iç edilmiştir. Bırakın tam porsiyonu, görüntü-ses-tat konusunda çeyrek porsiyonluk bir otantik insanın dahi bulunamaması, başka bir çalışma modelini zaruri hale getirmiş; böylece otantik insanı bulma görevi pek şanlı Tuhaf İşler Proje Ekibine (TİPE) havale edilmiştir.

 

Bir teknisyen, bir laf ebesi ve iki insan azmanından oluşan TİPE, karşılarına kim çıkarsa konuşmak ya da dövmek için şehrin mutantan sokaklarına atılmışlardır. Laf Ebesi, yoldan çevirdikleri ilk metropol erkeği ile entelektüel karışımı adama, “Abi, ne ayak?” diye sormuş, cevaben de aslında inovasyonun ana tarafı Alman olan Güney Koreli bir herif olduğunu, Apple’ın çoktan beşinci sanayi devrimini bitirdiğini ve esas sorunun da Etilerin büyük büyük büyük dedeleri olan Mu medeniyetinin çöküşü olduğunu öğrenmişlerdir. Adam “yeneceğim seni orta gelir tuzağı” diye elini kolunu sallayarak bağırırken Teknisyen aldığı ses kaydını şakaklarını ovuştura ovuştura silmiş ve Azmanlar da adamı iyi bir pataklamışlardır. Bu esnada yoldan geçenler -bırakın müdahale etmeyi- olayı alkışlar eşliğinde cep telefonlarıyla çekip Youtube-Instragram-Facebook’a yüklemişler, bazıları hazır toplanmış kalabalığa 100 TL ver-1000 TL kazanlı Öküzbank saadet zinciri üyelikleri pazarlamış ve birkaç tırnakçı da araya dalıp siftah yapmışlardır. TİPE’nin tesadüf ettiği ikinci eleman; yaşı ve mimikleri olmayan genç kız karışık bir hanım teyze olmuştur. Laf ebesinin “Abla, ne ayak?” sorusunu ifadesiz bakışlarla karşılayan kadın, neden sonra “aslında kaşlarımı çatıyorum da, belli olmuyor” diye söze girişmiştir. Ardından da ayak numarasının 36,5, boyunun 1,68 ve yaşının 38 olduğunu, ancak kalıpların-cetvellerin-zamanın falan değişmesiyle ayak numarasının 39, boyunun 1.55 ve yaşının da 48’e dönüştüğünü büyük bir öfkeyle haykırmış, sonra birden sakinleşerek insanların artık biyoteknolojiyle 120 yaşına kadar yaşadıklarını beyan etmiştir. Kadına kınayan bakışlar atıp cık cıklamaya ve ellerini de “hadi hadi” diyerek sallamaya yeltenen TİPE, kadının sağlı sollu çanta vuruşları ve apartman topuk savuruşlarıyla erkekliğin onda dokuzunu ifa etmiş, yani bildiğiniz kaçmıştır. Japon turistlerin çektiği seri fotoğrafların ardından irfanın kalan onda birini göstermek için buldukları bir caminin avlusuna sığınan TİPE, neden sonra zerre ders almamış adımlarla ve “nerede ulan şu otantik insan” bakışlarıyla beton sahalara geri dönmüştür. TİPE’nin karşılaştığı üçüncü örnek, elinde Starbucks kartonuyla yaylana yaylana yürüyen bir genç olmuştur. “Birader, ne ayak?” sorusunu, “kimse bizi anlamıyor, neden çok çalışacakmışım, dönecek köşe nerede” sözleriyle karşılayan genç devamında da kulaklıklarını takıp sokağın ortasında kafasının üzerinde dönmeye başlamıştır. Laf Ebesi gence derhal Hüdayda oynayarak karşılık vermiş, Teknisyen elektrosazın sesine abanmış ve Azmanlar da genci omuzlarından kavrayarak tabelasında unisex kuaför yazılı sokaktaki berberin yanına çırak vermişlerdir.

 

Caddedeki insanlardan bir nane çıkmayacağını idrak eden TİPE, şanslarını bir de mekânlarda denemek üzere şehrin yüksek binalı-astronomik fiyatlı-eskinin gecekondu bölgesi olan çekim merkezine doğru yollanmışlardır. Binaların çelik-cam-uzun ve kaldırımların da otopark olduğu bu mekânda; apartman üniversitelerinin, Osmanlı nargile-demirhindi-latilokum atölye inisiyatifi adlı pahalı-kalitesiz-sıkışık kafelerin ve kendilerini retro jazz formunda klasik musiki icra hanesi olarak niteleyen müzikhollerin bulunduğu gözlenmiştir. Bu kafelerden birine dalan TİPE; çok sayıda göbekli-kravatlı-kurnaz bakışlı adamın Ankara havaları eşliğinde bir koltuk etrafında oynadıklarına, müzik kesilir kesilmez hep birlikte koltuğa hücum edip oturmaya çalıştıklarına, biri oturmaya muvaffak olunca kalan hepsinin oturanın elini öptüklerine, bir zaman sonra koltuğun ters yüz edilmesi marifetiyle oturanın koltuktan atılıp kalanların yine müzikle birlikte koltuğun etrafında dönmeye başladıklarına şahit olmuşlardır. Otantik adam bulma gibi deli saçması bir işe giriştiklerinden kimsenin kendilerini bu garabete şahit yazmayacağını düşünen TİPE; bir süre daha seyre devam etmiş, neden sonra gruptan gözlerini kestirdikleri birini karga tulumba paketleyip sessiz bir köşeye taşımışlardır. Laf Ebesinin “Dayı, ne ayak?” sorusunu adam, “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” bakışlarıyla karşılamaya çalışsa da bir dizi silkeleme faaliyeti üzerine bülbül gibi ötmeye başlamıştır. İlçesinde beyaz eşya bayii olan adamın çok uzaktan bir akrabasını örnek alarak ve köşeyi hemencecik dönerim hesabıyla bu sirke katıldığını, aylardır çoluk-çocuğunu göremediğini, Allah’ın her gecesi o mekân senin bu mekân deyip gezdiğini, ama hala o parlak ikbaliyle tesadüf edemediğini öğrenmişlerdir. Bir çaya 30 TL verilen bu mekânlardaki seyrüseferi sonucu, giydiği Damat-Tween-Sarar takım elbisesi dışında bir şeyinin kalmadığını itiraf eden adam, bir makam sahibi olmadan ilçesine geri dönmeye utandığını, zira kendisini kurban-davul-kürsü ile bekleyen hemşerilerine rezil olacağını itiraf edip hüngür hüngür ağlamıştır. Omzuna pat pat vurulup cebine de üç kuruş sıkıştırmak suretiyle en erken ilçe otobüsüne bindirilen adama oturduğu yerde oturması hususunda bir çift nasihat edilmiş ve böylece TİPE tarafından bir gün otantik adam olur ümidi ile ve Allah rızası için şehir dışı edilmiştir.

 

Köşedeki kokoreççide geçirilen kısa bir molanın ardından komşu mekâna dalan TİPE’nin dikkatini, bir koltukta oturan, elindeki kitabı okuyarak çevresine toplaşmış gençlere bir şeyler söyleyen kirli sakallı, kemik gözlüklü ve hâkim yaka gömlekli bir zat çekmiştir. Derbeder görünmenin ilmine varmış görünen bu şahsın; kuyruğu dik tutma-insan kafalama-önemli görünme üzerine bir nutuk çektiği anlaşılınca, “yan mekâna kariyer koçu gelmiş” yalanıyla gençler tez elden dağıtılmış, tırsan adama da kendinden emin adımlarla yaklaşılmıştır. Adam, Laf Ebesinin “Hoca, ne ayak?” sorusunu karizmatik koltuğuna yerleşme hareketiyle geçiştirmeye çalışsa da Azmanların “höt” diye bağırmalarıyla titreyip kendine gelmiştir. Bilmem ne fakültesi Türk Edebiyatı bölümünden terk olduğu anlaşılan adam; saçlarını boya marifetiyle aklaştırdığını, eski hocasının kadife blazer ceketini arakladığını, önce kestirmeden entelektüel gösteren klasik eserlerin özetlerini satan bir web sitesi kurmaya çalıştığını ve ama daha sonra gençleri etkilemenin daha kârlı olduğunu fark edip bilge guru ayaklarıyla bu koltukta oturmaya başladığını, mekân sahibi ile komisyon üzerinden anlaştığını ve sesini yeterince derinden-buğulu-eksantrik çıkaramadığı için daha kârlı diğer mekânlara sarkamadığını anlatmıştır. Otobüs kartını gösterip günlerdir tarhana çorbasından başka bir şey içmediğini anlatan adam; boğazına kadar çay-kahve-borca battığını, bilge adam enflasyonundan bıktığını, İtalya’da yaşasa kesin meşhur olacağını ve ama İtalyanca falan da bilmediğini söylemiştir. Teknisyenin alet çantasından çıkardığı tıraş makinesiyle kafası üçe vurulan adam af başvurusu için YÖK’e havale edilmiş, ders dışında eline kalem alıp şiir-deneme-aforizma yazması kesinlikle yasaklanmıştır. Nasibidir deyu bir de kötekten geçirilen adam mekândan derdest edilmiş, mekân sahibi de pahalıya çay-kahve satmak için böyle kıytırıktan aydınlara para vermemesi hususunda şiddet dolu bir nasihat faslıyla paylanmıştır. Paylama esnasında mekân sahibi; babasının burada bir gecekondusu olduğunu, imar affı ile kat-dükkân karşılığı müteahhite bu yeri yaptırdıklarını, babasının kendisini buraya dikip evde biteviye para saydığını, yer sofrasında oturmaktan da vazgeçmediğini söyleme mecburiyeti hissetmiştir.

 

Bu melanet yerden seri hareketlerle çıkan TİPE’nin gözleri, VALE önlükleriyle mekânların önünde bekleyen delikanlılara takılmıştır. “Abi bunları mı park edeyim” deyip elleriyle Azmanları gösteren ve gülen eleman peş peşe darbelerle hizaya çekilmiş, basgeri yapan diğer elemanlara atılan birkaç bakış sonrası Laf Ebesi elemana sormuştur: “Genç, ne ayak?”. Bir tabak jöleyle saçlarını göğe kaldırmış, ha düştü ha düşecek bir kot ile I Love NY yazan bir tişörtü kombi etmiş delikanlı; “abi, bunların hepsi salak” deyip konuya balıklama atlamıştır. Arabalarını başkalarına park ettirmenin buralarda racon olduğunu, arabaları götürüp arka sokaklarda çizdire çizdire istiflediklerini, 50 TL’den aşağı para bırakanlara arka sokağa yolladıklarını, yanında bir hanım olanlardan en az 100 TL tokatladıklarını, bunların hepsinin vur eline al ekmeğini tipler olduklarını, bir de her gece memleketi kurtarmaya çalıştıklarını, para karşılığı mühim adam gibi davranılmaktan gayrı bir amaçlarının olmadığını ve hepsinin de diğerlerinin gıybetini yaptıklarını bir bir şakımıştır. Kendilerine düşenin de kazı yolmak olduğunu söyleyen genç; VALE sahibinin kendisinden 5 yaş büyük amcaoğlu olduğunu, mekân sahiplerinin bazılarına para verip bazılarından haraç aldığını, kırmızı bir BMW’ye bindiğini, birazdan gelip hepsinin ağzını burnunu kıracağını, büyüyünce kendi VALE ekibini kurup toto-manita-ayakkabı topuğuna basma işlerine dalacağını ve yaşlanınca da tövbe edip hacca gideceğini anlatmıştır. Hakikaten de birazdan, gürültüsü artırılmış bir egzozla yanlarında biten amcaoğlu ileri geri konuşmaya ve tayfasıyla üzerlerine yürümeye kalkmış, ancak Azmanların kızılcık sopalarıyla aldığı darbeler sonucu yere kapaklanmış, patırtıdan sarı kırmızıya boyanmış BMW de hurdaya çıkarak payını almıştır. Tozun dumanın inmesi ardından TİPE, yerdeki elemanları toplayıp kiralanan bir minibüse tıkmış, bu delikanlıları çoban bulamayan Beypazarı köylerine mecburi hizmet etiketiyle postalamıştır. Birazdan sokağa ellerindeki VALE kartlarıyla sökün eden sinirli zevat da yine sopalar eşliğinde, önü arabalarla işgal edilmiş otobüs durağına kadar kovalanmış ve itilmek suretiyle gelen ilk belediye otobüsüne tıkılmışlardır. Ardından da TİPE kendisini lağvederek yıldızları saymak için en yakın dağa göç eylemiştir.

 

Otantik insan ve sığırların karşılaştırması amacıyla başlatılan proje bu şekilde iyice yalan olunca, proje müdürü ekibi dağıtmış ve hüzünlü bir ifadeyle proje ofisi olarak kullanılan depodan bozma binaya kilidi vurmuştur. Proje ofisinin önüne bırakılmış proje müdürünün kayıtlarında, bundan sonra olanlar şöyle nakledilmektedir: “Bu esnada yanıma yaşlıca bir adam yaklaştı ve neye dertlendiğimi sordu. Ben de olup bitenleri detaylarıyla anlattım. Emekli bir devlet memuru olduğunu zannettiğim bu nur yüzlü adam; yan tarafta küçük bir kırtasiye dükkânı işlettiğini, burada da çocuk kitapları ve kırtasiye malzemeleri sattığını söyledi. Beni dükkânına davet edip çay ikram etti ve ‘ne varsa çocuklarda var’” dedi. Sonra dünyanın, ölümü hayattan uzaklaştırmamızla solduğunu anlattı. İnsanların, iyiliği özendirip kötülükten sakındırmak yerine tam tersini yaptıklarını söyledi. Nasihat müessesinin yıkılmasıyla insan olma gereğinin ortadan kalktığını anlattı. Nasihatin kendi menfaatleri için yalan söylemeye, ortada menfaat yoksa da aldırmamaya dönüştüğünü söyledi. Dünyayı cennet bellemektense insanı eşrefi mahlûkat bellemenin doğru olduğunu ve bunun için de evvela insan tekinin kendini eşrefi mahlûkat kılması gerektiğini anlattı. O anda otantik insanı da bulduğumu anladım. Projeye dâhil olmasını teklif edecekken durdum. Bunun iyi bir fikir olduğundan emin değildim. Zaten proje sonucunda bulacaklarımızı da söylememiş miydi? Elini sıktım ve teşekkür edip oradan ayrıldım.

 

Proje müdürünün kayıtlarının incelenmesin ardından bahsettiği dükkân aranmış, konuştuğu adam da kırtasiye dükkânı da adeta sırlara karışmıştır. Proje müdürünün Viva La Muarte diye bağırarak koştuğunu görenler olmuş ve ama kendisi de hiçbir yerde bulunamamıştır. Nice zaman sonra bir kahvede tesadüf edilen Laf Ebesine şehirde ne aradığı ve proje müdürünü görüp görmediği sorulmuştur. Laf Ebesi, buzlu limonata içmek için şehre şöyle bir uğradığını, buzunu dağdan getirdiğini ve proje müdürünün de kendileriyle birlikte dağda yaşadığını söylemiştir. Dağın nerede olduğu sorusunu ise gülerek, arayanların bulamadığı ve ama bulanların da arayanlar olduğu yerde diyerek cevaplamış ve gözden kaybolmuştur.

 

Sonra gökten üç elma düşmüş, hiçbiri de şehrin insanına nasip olmamıştır.

 

 

 

Write a comment

Comments: 2
  • #1

    Masal Nasihat (Wednesday, 25 July 2018 13:24)

    Sonra gökten üç elma düşmüş, hiçbiri de şehrin insanına nasip olmamıştır. Zira artık şehirde insana rastlanmamaktadır. Bu da İsveçli bilim adamlarının, insani niteliklerdeki yüzyıllık değişimi konu alan araştırmasını doğrulamaktadır: Şehirdeki insan, kesinkes başka türlü bir mahlûkata dönüşmüştür.
    TİPE, göç eylediği dağda, dalları gökyüzünü avuçlamaya çalışan bir elin ince uzun parmaklarını andıran yaşlı ağaca sırtını vererek yıldızları sayarken, yüzüne çarpan rüzgâr kalbine bir gerçeği fısıldamışçasına, ansızın anlayıvermiştir insandaki bu dönüşümün müsebbibini: Şehir.
    İnsanları önce yutan sonra bir güzel çiğneyip posasını dışarıya atan, gölgesinden korkan, babasına güvenmeyen, çocuğunu kıskanan can sıkıcı sopalık birer mahlûkata dönüştürdüğü bu posalara hiçbir çıkış yolu bırakmamak için, mistik bir güç tarafından yönetilerek hazırlanmış gibi inanılmaz kurnazlıklara başvurabilen dev bir yaratıktır şehir. Büyük şehirlerin birbirine sımsıkı yapışmış dev apartmanlarını, dışarıdan asla görülemeyen içi boş kuleler, kimse anlamadan birbirinden ayırmayı başarır. Yemek kokularının, günden kalma konuşmalarla karışıp gökyüzüne karıştığı, evsel artıkların kimsenin ayak basmadığı dibine yıllarca yığıldığı boşluklar, apartman boşlukları. Oyuncak bebek bacakları, bulaşık bezleri, süpürge sapları. Çoktan gözden çıkarılmış ölü nesnelerin sonsuza kadar rahatsız edilmeden gökyüzünü seyrederek istirahat edebilecekleri karanlık taşlıklar. Belki bazen bir çocuk haykırışı ya da kavga eden apartman sakinlerinin duvarları yalayıp titreşen sesleri böler sonsuz bekleyişlerini. Boşluklara açılan onlarca pencerenin ardında birbirine teğet geçen farklı yaşamlar olanca güçleriyle hüküm sürerler. Ne kapalı kapılar ne de örtülü pencereler yetmez mahremiyeti korumaya. Apartman boşluklarında, ortak hazlar yemek kokularına karışıp, dipte hep birlikte umarsızca yatan artıkların üzerine akarak ayrı evlerin ayrı hayatlarını sonsuza kadar bir araya getirir. Bir banyonun su sesi başka bir mutfağın yemek kokusuyla kol kola girip başka bir pencereden bebek odasına girer; bir pencereden sızan aşk başka bir pencereden çıkar ve nefretle karışarak tekrar boşluğa döner. Sinsice başka pencerelere ulaşır, bir hayatı diğerlerine şırınga edebilmek için. Artık boşluklarda yaşanan bilinçsiz bir ortak yaşamdır. Şehirler mahremiyeti öldürür, boşluklarda çürümeye terk eder.
    Kimsenin ayak basmadığı ve aslında hiç kimsenin olan boşluklarda başlayan ortak yaşam gökyüzüne kavuştuğu anda şehrin her yerini sarar. Artık yüzlerce, binlerce, milyonlarca apartman boşluğundan gökyüzüne taşan ortak yaşam şehrin kalabalık meydanlarına, işlek caddelerine, dar sokaklarına ulaşmıştır. Boşluklar sinsice yaklaştırır yaşamları birbirine ve bu sayede şehirlerde yaşamlar birbirine sarılıp gelişir.
    Şehirlerde asıl olan kalabalıktır. Ne sokaklarda ne evlerde asla tek olamaz şehirli insan. Şehirler kişisel hayatlara komplo hazırlar. Apartman boşlukları, birbirine açılan sokaklar, yerin altını kontrol altında tutan metrolar ve kanalizasyonlar bu komplonun birer parçasıdır. Londra`nın altından geçen bir tren yapmayı taaa 1843 yılında Charles Pearson’nın kafasına kim ve neden koymuştu? Londra 1863 yılında ilk metrosuna kavuştuğunda buna gerçekten ihtiyacı var mıydı? Londra’yı taklit etmekte gecikmeyen New York hadi neyse de, dünyada metroya kavuşan üçüncü şehir neden İstanbul’dur? Fransız bir mühendisin yapmayı kafasına taktığı, İngilizler’in finansman sağladığı, İtalyan ustabaşı emrinde her çeşit Osmanlı işçisinin çalışarak ortaya çıkardığı Tünel açıldığında, zamanın şeyhülislamı “bu zir-i zemin arabalarında insan götürülmesinin caiz olmayacağı”nı buyurduğundan, ilk birkaç hafta sadece hayvanların taşındığına şaşırmamak mümkün müdür?
    - “Geçen yüzyılda bütün büyük kentlerin bir an önce metro yapımına başlamalarının nedenini kendinize sordunuz mu hiç?
    - Ulaşım sorunlarını çözmek için değil mi?
    - Ortada daha otomobil bile yokken, ulaşımın yalnızca at arabalarıyla sağlandığı bir zamanda mı? Sizin gibi zeki bir insandan daha ince bir açıklama beklerdim doğrusu”

  • #2

    Masal Nasihat (Wednesday, 25 July 2018 13:27)

    Ve dehlizler… Her şehrin altında yılan gibi kıvrılarak tüm şehri alttan çepeçevre kuşatan, şehirdeki her haneyle bağlantısı olan, şehrin tarihi kadar eski dehlizler. Aşağıda neler olup bittiğini bile düşünmeden üstüne basılıp geçilen ızgaralar. Şehrin ansiklopedik anlamı: Nüfusu belli bir büyüklüğü ve yoğunluğu aşan, ekonomisi tarım dışı etkinliklerde yoğunlaşan ve kendi nüfusundan başka, etki alanı içinde yaşayanlara da hizmet sağlayan yerleşim çeşidi. Bu kısacık tanım dahi zavallı şehir insanının ne büyük bir oyunla karşı karşıya olduğunu göstermiyor mu? Tarih, politika, ekonomi, sosyoloji hatta psikoloji bilimlerinin elele vererek insan hayatını hiçe sayma pahasına nasıl şehir yaşamı üzerinden yükseldikleri apaçık ortada değil mi? Medeniyete adını veren şehirler insanları kendisine, kendisini de uygarlığa köle yapmış. Uçar göçerlikten yerleşikliğe, ilkellikten uygarlığa, tarım ekonomisinden kapitalizme… buralardan da kim bilir nerelere geçişi sağlayan şehirler bir çeşit coğrafi yerleşimden ziyade nefes alan canlı kocaman bir yaratığa benziyor. Ve bu kocaman yaratık, albenili bedeninde taşıdığı kocaman memeleriyle, doğurduğu mahlukatı emziriyor, herbirinin kulağına meşrebine uygun birer ninni söyleyerek. Ve bile isteye ruhlarını şehre teslim eden, gölgesinden korkan, babasına güvenmeyen ve çocuğunu kıskanan bu mahlukat, nasıl tek bir vücut haline getirildiklerini bile anlayamadan, apartman boşluklarını görmeyerek, metrolarda koşuşturarak, şehrin gizli dehlizlerinden habersiz sokakları arşınlayarak, kendi olmayı bilemeyen benlikleriyle yaşıyorlar. Tek kişilik dünyalar yok olurken, yaşanan ortak bilinç insanın yalnızlığını bile şehrin uğultusunda eziyor. Ve insanlar ufalıp mahlûklaşırken şehirler hep büyüyor.
    Arayanların bulamadığı ve fakat bulanların da arayanlar olduğu dağda, -sadece ve sadece- bulmuş olmanın rehavetine kapılmadan, aramanın tadını kaçırmadan yaşayanlar şunu biliyor:
    Şehrin çarklarını çevirmekten yorgun düşmüş ayakları uçan bir balonun peşine takılıp, apartman boşlukları ile kalorifer dumanları arasından sıyrılıp, asırlık ağaçların en üst yapraklarına küçük hışırtılarla değerek uzaklaşıp, bilinmedik renkte balıkların kaynaştığı berrak bir sahilin yumuşak dalgalarıyla kumların birleştiği noktaya ulaştığında, sedef bir deniz kabuğuna iğne oyası gibi işlenmiş bir mesaj onları beklemektedir: Yarınki doğum günlerini kutlayan bu mesaj, deniz kabuğunu kulağına dayadığında duyulan “ömrüne bereket” tınısıyla iletilmektedir.