BAŞLARKEN
Kantin sohbetleri, içi geçmiş çaylar, dersten kaçmalar, okul gezileri, fotokopicilerde sıra beklemeler sona erdi. Mezun oldunuz. Rüzgar gibi geçti, rüya ya da kabus bitti. Peki ya şimdi? Bir iş bulmanız lazım. Nereden mezun olduğunuz çok da önemli değil. Ne iş olsa yaparsınız veya yapacaksınız, sizden önce mezun olan ağabeyleriniz, ablalarınız gibi. Öncelikle hemen her gazetenin pazar günleri verdiği insan kaynakları ile ilgili ekleri alın. İş aramasanız, yüzüne bile bakmayacağınız bu kalın kağıt yığınını, dikkat ve huşuyla okuyun. Şaşırın, şaşkınlık yüzünüzden aksın. Siz okuldayken, neler neler olmuş. Ne anlama geldiklerini çok sonra bile anlayamayacağınız işler türemiş: İletişim Danışmanı ya da Sistem Analisti nedir, kimdir, ne yer, ne içer ve en önemlisi nefes alır mı? Marangoz, berber, taş ustası ve Çalışma Ekonomisi ve Endüstriyel İlişkilerci arayan kimse yok. Önemsemeyin. Gözleriniz kapayın ve insan kaynakları ekinin her hangi bir sayfasını açın. “Portakalı soydum başucuma koydum"u ekin üzerinde tatbik edin ve gözlerinizi açın. İşte doğru ilan. Sizi arıyorlar, sizi bulabilmek için hiç bir masraftan kaçmadılar, mesela bu ilanı verdiler. İlanı şöyle bir göz ucuyla okuyun, fark ettiniz mi bir isminizi yazmadıkları kalmış. Geleceğiniz bu işte. Üstün prezantasyon yeteneğiniz, takım çalışmasına yatkınlığınız ve liderlik ruhunuz sizi ve firmanızı zirveye taşıyacak. Başarı ufukta göründü bile. Ama önce bir C.V. (özgeçmiş) yazmanız gerek. Bilgisayarınız yoksa ki yoktur büyük ihtimalle, dayınızın bürosuna ya da o “çok kıymetli” arkadaşınızın evine gidin. Bilgisayarı olan herkesin, niye ise, bir C.V. dosyası kesin vardır. Dosyayı açın ve üzerinde gerekli değişiklikleri yapın. Gördüğünüz eğitimler bölümüne XYZ Colsulting Association’dan TQM Applications, The Sense of Humour of Team Working ve Career Oriented Approaches eğitimlerini aldığınızı yazın. Firmada bu eğitimleri almış birileri olsa da, nasıl olsa hiç bir şey anlamamış oldukları için bir şey sormayacaklardır. C.V.’nin altına referans olarak tanıdığınız en ünlü isimleri yazın. Korkmayın bu kadar ünlü insanları kimse aramaz, arasa da bulamaz zaten. Bilgisayarı olanın fax modemi de vardır. C.V.’nizi fakslayın ve dayınıza/arkadaşınıza kuru bir teşekkür edin, köprüyü geçtiniz.
Saat gece yarısı 02.00. Kapınızı yumruklayan biri var. Uyandınız ve hayırdır diyorsunuz, bir elinizde ne olur olmaz diye aldığınız ekmek bıçağı. Korkmayın postacı geldi. C.V.’nizi alan firma, acele telgrafla sizi merkezlerine davet ediyor. Yol ve konaklama masraflarınızı karşılayacaklar. Artık her şeye alışmış olan postacıya, tam da ekmek kesiyorken kapıyı çaldığını falan söyleyin. Sonra yatın ve uyuyun. Daha kargalar bile kalkmadı.
İşte büyük gün. Kırk dokuz katlı o muhteşem ucube binanın önündesiniz. Arabalar üst üste park edilmiş sanki, binanın etrafında bin kadar fastfood dükkanı, kasetçi ve kitapçı. Artık memleketinize faideli olma zamanınız geldi. İçeri girdiğinizde sizi didik didik arayan güvenlik görevlisini boş verin. Sizin kim olduğunuzu, pardon olacağınızı bilmiyor. Görüşmeye yalnızca beş dakika kaldı. O kocaman aynada kendinize bir kez daha bakın, otobüs şoförü dikiz aynasında kendinize bakmanıza izin vermemişti. Her şey çok güzel olacak. Birazdan adınız anons edilecek. Herkes yüzünü size çevirecek ve saygılı bir sessizlikle başarıya doğru o inanılmaz yürüyüşünüze şahit olacaklar. Bu sizin için küçük, ama insanlık için büyük bir adım. Beş dakika kadar geciktiler, herhalde kendilerini sizin için hazırlıyorlar. Kolay değil tabi. Yarım saat geçti, hala isminiz anons edilmedi. Kızmaya başladınız, hakkınız. İki saattir bekliyorsunuz. Burada sigara içebilir misiniz? Hayır içemezsiniz. Dört saat geçti, buraya neden geldiğinizi hatırlamıyorsunuz.
Hele şükür. İsminiz anons edildi. Yorgun bacaklarınızı sürükleyerek asansöre geldiniz. Otuz beşinci kata çıkana dek iki kere yere düştünüz uykusuzluktan. Otobüste uyumalıydınız, o adamı omzunuzda uyutmak zorunda değildiniz. Sizi içeri aldılar. Tam beş kişi var. Bir masanın etrafında toplanmışlar. En küçük, en bakımsız ve en kısa sandalyeyi size ayırmışlar. Tabure koysalardı bari. Etrafınızı sardılar. Her an saldırabilirler, ama siz feleğin ne çemberlerinden yüzünüzün akıyla geçmiştiniz. Tam karşınızdaki gözlüklü, kel ve göbekli adam liderleri olmalı. Kenarda ellerinde kağıtlarıyla duran o zayıf, silik bayanı boş verin. Katip gibi bir şeydir nasıl olsa. İşte başladılar. Dört bir yandan geliyorlar.
- Niçin bizimle çalışmak istiyorsunuz?
- Firmanıza getireceğim katma değerle, vizyonunuzda yer alan veya benimle birlikte artık yer alacak liderlik koltuğuna oturmak hedefine en kısa zamanda ...
- Ne kadar ücret istiyorsunuz?
- Gelecek yıl yazlığım, arabam, ...
- Kayda değer bir başarınız var mı?
- Hiç unutmam kimsenin kopya çekemediği Kıl Seyfi’nin bir sınavında ...
- Ne zaman çalışabilirsiniz?
- Pazartesi, Salı ve Perşembe günleri, saat 13.30-15.30 arasında.
- .......................
- .......................
İşte bitti. Özellikle kurumsal gelenek ve rekabetçi takım ruhu hakkında söylediklerinizden çok etkilendiler. İnsan kaynakları ekinin ilk sayfasını da okuduğunuzu bilmiyordum. Odayı muzaffer bir kumandan edasıyla terk ettiniz. İçerdekileri şaşkınlıklarıyla baş başa bıraktınız. Kolay değil tabi; bu topraklardan böyle değerli insanların geldiğini görmek. Siz uzaklaşırken içeri giren o gözlüklü, lacivert takım elbiseli çocuğun karşınızda hiç şansı yok. Nasıl da çekinerek girdi içeri, gördünüz mü?
Haftalar geçti. Hala cevap yok. Postacılardan şüpheleniyorsunuz. Hazmedemediler tabi. Köşeye sıkıştırıp tartakladığınız postacıyı da hiç gözünüz tutmadı. Bir dolaplar dönüyor ama ...
Posta kutunuzda bir şey var. Evet, bekle beni dünya geliyorum. Zarfı dikkatle açıyorsunuz. Zarfı ve kağıdı çerçeveletmelisiniz. Gelecek kuşaklar da bu anı teneffüs edebilmeli, örnek insanlar, örnek hayatlar. Filme bile alırlar sizin hayatınızı, kitaplar yazılır hakkınızda, Uğur Dündar hala sürdürseydi “İşte Hayatınız” programının en önemli konuğu olurdunuz, siz var ya... O da ne! Sadece teşekkür ediyorlar. Teşekkür edip, kayıtlarına alındığınızı belirtiyorlar. Hepsi bu. Zarfın içini karıştırıyorsunuz, yaldızlı bir kağıt olmalıydı buralarda. Zarf boş. Neyse. Zaten gözünüz hiç tutmamıştı o gözlüklü, kel ve göbekli adamı. Çağırsalar da hayatta gitmezdiniz. Sizi ne mühendisler doktorlar ister nasıl olsa, pardon bir şeyler karıştı galiba. Pazar’a iki gün var, gazete almalısınız. Belki de bu sefer şeftaliyi soyup başucunuza koymalısınız. O “çok kıymetli” arkadaşınızın telefonu neydi?
DEVAM EDERKEN
Gülümsüyorsunuz. Ne güzel. İş hayatında ilk gününüz demek ki. İnsan Kaynakları eklerinin bu kadar işe yaradığını ben de bilmiyordum doğrusu. Lacivert takım elbiseniz sizi açmış. Daha dün okul sıralarında dirsek çürüten siz değil miydiniz? Zaman ne çabuk geçiyor. Çok geçmeden bu parlak başlangıçla müdür bile olursunuz. Sonra gelsin arabalar, gelsin yazlıklar. Şimdi sizi bekleyen birinci sınıf bir eğitim var. Bu etkin eğitimin size ekleyeceği üstün mesleki niteliklerle, her şeyi yapmanız mümkün olacak. Dünyayı kaldırmak için de bir kaldıraç gerekmiyor muydu zaten.
İşte geldiniz. Sizin yaşlarınızda birbirinden şık beyefendiler, hanımefendiler. O uzun ve zorlu sınavları, mülakatları geçerek buralara kadar gelen geleceğin yıldız takımının parlak üyeleri. Size gülümsüyorlar. Siz de onlara gülümseyin. Dikkatli olun ama rekabet ilk günde başlar. Sizi içeri aldılar, şimdi bir konferans salonundasınız. Orta yaşlı bir beyefendi, bir tepegözün önünde ayakta bekliyor. Sırayla kendinizi tanıtmanız istendi. O gözlüklü hanımefendiye dikkat ettiniz mi okulunun ismini nasıl da bastıra bastıra söyledi. Ya o sizin gibi lacivert takımlı beyefendiyi duydunuz mu, İngiltere'de dil eğitimi almış. Biraz rahatsız oldunuz. Hiç unutmazsınız, İngilizceden bütünlemeye kaldığınız o yazı Limasollu Naci'nin kitaplarıyla geçirmiştiniz. Uyumayın. Sıra sizde. Çok iyi, bu hafif Amerikan aksanı size çok yakıştı ve eğitim de başladı.
Eğitmenin ne dediğini anlamaya çalışıyorsunuz. Dün akşam fazla uyuyamadınız ve göz kapaklarınız betondan dökülmüş gibi. Otelde kalmak sandığınız kadar keyifli değildi anlaşılan. Oturduğunuz koltukta yavaş yavaş kaymaya başladınız. Okula ne kadar da benziyor, bir de sıra olsaydı başınızı koyup uyumak için. Hayır sakın koyun saymaya kalkmayın. Eğitmeni dinleyin; “Finansal piyasalar.... 1,2,3,....müşteri tatmini......4,5,6,.........kaldıraç etkisi.......7,8,9...” ... Garip bir rüya görüyorsunuz; kırlarda lacivert takım elbiselerle dolaşıyormuşsunuz, konuşan bir kuş “senin işin de zor be ağabey” diyormuş. “HİZMETTE KALİTE” İrkildiniz. O eğitmenden böyle bir ses çıkabileceğine kim inanır ki. Gözleriniz sonuna kadar açıldı. Artık bir ara verilse... İşte ara. Hep birlikte geriniyor ve esniyorsunuz. İşte daha ilk günden bir ortaklık bilinci oluştu aranızda. Ne güzel.
Ne kadar çok cep telefonu var. İlginç. Sizin yok. En kısa sürede bir tane almalısınız. Herkes ayakta ve sabah ki o yabancı duruşlarından eser yok. Kimse kimseyi tanımıyor. Herkes herkesle tanışıyor. Hikayeleriniz birbirinizinkine benziyor. İşte çaylar geliyor. En güzeli de bu. Çayları ayağınıza kadar getiriyorlar. Okuldayken böyle miydi? Değildi elbette. Uzun kuyruklarda çile çekip, neredeyse su kadar berrak çaylardan alırdınız. Hep birlikte seviniyor ve çay içiyorsunuz. Ara bitti. İlk derste olduğu gibi değilsiniz. Deneyim kazandınız, bu kesin. Zulada bir koltuğa geçiyorsunuz. Eğitmenin sizi izleyemeyeceği bir yere ya da kesin boyun fıtığı olur. Konuşan kuş da ne demek acaba. Hayırdır inşallah.
Öğlen yemeği. Eğitim biterken yoğurt yememenizi tembihlediler. Yoğurt olmadan da oluyor nasıl olsa. Hep birlikte bir hamburgerciye gittiniz. Bütün bakışların üzerinizde olacağını düşünmüştünüz. Öyle olmadı. İki hamburger yediniz, lacivert takım elbisenizde kırmızı bir leke var artık, ketçap lekesi ve afiyet olsun.
Öğleden sonra ilginç bir eğitim var: Özgüvenin Geliştirilmesi ve Beden Dili. Dersi yaşlıca bir bey verecek. Kendinizi tanıtmanızı istediler. Her derse kendinizi tanıtarak başlayacaksınız anlaşılan. Yine aynı sözler, aynı tanıtım cümleleri. Şimdi de eğitmen kendinden bahsediyor. Yola sizin gibi başlamış o da. Sonra emekli olunca bir şirket kurmuş ve eğitmen olmuş. Gözleriniz parladı. Ne kadar da mümbit bir sektör bu. Eskimiş ayları kırpıp kırpıp yıldız yaptıkları gibi, eskimiş profesyonelleri de eğitmen mi yapıyorlar ne. Hepinizi ayağa kaldırdı ve ortada topladı. Resmen oyun oynuyorsunuz. İlkokulda gibi hissettiniz kendinizi. Teneffüsleri nasıl da iple çekerdiniz. Sakin olun. Artık kocaman bir adamsınız ve lacivert takım elbiseleriniz var. Oyun bitti. Ne kadar da keyifliydi. Umarım her gün gelir bu adam. Şimdi beden dili üzerine konuşuyor. Çok etkili bir dilmiş. Kendisini taklit etmenizi istiyor. Ellerinizi böyle sallayacakmışsınız, ileri geri yürüyüp emin bir ses tonuyla konuşacakmışsınız, gözleriniz çok önemliymiş. Kendinizi iyice kaptırdınız. Ellerinizi sallayıp duruyorsunuz ileri geri gidip gelirken. Alan biraz daha geniş olsaydı daha iyi gidip gelirdiniz ama neyse. Aman dikkat. Sandalyeyi görmediniz, arkanızdaydı tabi. Düştünüz ve yerdesiniz. Lacivert takım elbiselerle düşmek hiç de şık değil. Üstünüze kot falan olsaydı, afili bir tarafı bile olurdu bu düşüşün. Kalktınız. Herkes gülüyor. Ben de mi? Ne yapabilirim ki, komikti işte öyle düşmeniz. Neyse, düşmez kalkmaz bir Allah.
Gün bitti. Otele geri döndünüz. Yatağınızı toplamışlar. Takım elbisenizi çıkardınız. Yorulmuşsunuz. Akşam yemeğine kadar biraz kestirseniz, şu konuşan kuşu da görürsünüz belki. İyi uykular.
İLK GÜN
Yoruldunuz, ruhunuz yoruldu. Ama eğitim de bitti işte. Kurumunuzun üstün niteliklerinizi geliştirmek ve kurum kültürünü benimsemeniz için düzenlediği bu eğitimden geriye unutulmaz hatıralar kaldı. Hatırlar mısınız; daha ilk gün, hiç bir yerini bilmediğiniz bu şehirde otele geri dönmeye çabalarken kaybolmuştunuz, o trafik polisi otelin sadece 10 metre ilerde olduğunu söylerken kahkahalarla gülmüştü, polisin yanına gelen kokoreççi ve köfteci otelin levhasını gösterip “yazıldığı gibi okunur” demişlerdi, sonra hepsi kol kola girip sizi ortalarına almışlar ve koca göbeklerini sallaya sallaya halay çekmişlerdi, siz ağlamaklı olmuştunuz, sonra insafa gelip size otele kadar eşlik etmişlerdi, otelin kapısındaki görevli sizi diğer takım elbiseli arkadaşlarınızın yanına götürmüştü, herkes biraz ağlamaklıydı, herkes kaybolmuştu çünkü, hatta birisini itfaiye erleri getirmişti karga tulumba otele kadar, yaşlı bir amca bir başka arkadaşınıza takım elbiseli olmakla şaşkın olmak arasındaki doğru orantılı ilişkiyi anlatmıştı, yer yarılsa da içine girsek demiştiniz, ha ha ha. Tamam sustum. Ama ne kadar komikti değil mi? Yerinizde olsam takım elbisemi çıkarıp kırmızı bir burun takardım yüzüme ve ayaklarıma kocaman pabuçlar giyerdim. Peki, kimselere anlatmam bunları, siz yarın önemli adam olunca bir insan kaynakları dergisine verdiğiniz röportajda anlatacaksınız tüm bunları.
Eğitim bitti ve artık gerçekten çalışmaya başladınız. İşte ilk gün ve bölüm müdürünün odasındasınız. Ne içeceğinizi sordu, neskafe dediniz. Evet işte bu; profesyoneller neskafe içer, çay da neymiş. Neskafeyi içerken koltuğa döktünüz, ne kadar da amatörce. Bölüm müdürü neskafeyi koltuğa dökmenizi umursamadı niyeyse, uzun uzun planlarını ve sizin planlarınızdaki yerini anlattı. Onore oldunuz, gözleriniz yaşardı, keşke babanız da burada olsaydı, adam olmayacağınızı söyleyip dururdu ya.
Neyse, size masanızı gösterdiler; görünüşe bakılırsa birisi koltuğa kahve dökmüş, sonra yine dökmüş, sonra yine, takriben 50 fincan kadar. Kahve dökmek bir klasik burada anlaşılan. Masanızda sigara yanığı izleri, bir sürü, açık ve koyu kahverengi lekelerle kamuflaj malzemelerini hatırlatıyor. Bilgisayarı açtınız. Ama açılmadı. “O bilgisayar” dedi, biraz ilerde oturan orta yaşlı gözlüklü bey “öyledir, bazen açılır, bazen açılmaz. Yine de şükretmelisin, en azından bilgisayarın var.” Ne demekti şimdi bu? Hayırdır inşallah. Peki şimdi ne yapacaksınız? Bilgisayar oyunu da yok.
İşte biri geldi yanınıza, müdür yardımcısıymış, beraber çalışacakmışsınız, ekip çalışmasıymış, uyummuş, işbirliğiymiş, empatiymiş, falan, filan. Kulaklarınızın arasında uzun ince bir koridor olduğundan şüpheleniyorsunuz. Gelen sözler, geldikleri gibi gidiyorlar. Ama o da ne; “Göreviniz” dedi. Pür dikkat kesildiniz, aklınıza “Görevimiz İmkansız” adındaki o dizi geldi, dizinin başlangıcında böyle deniyordu başroldeki esas oğlana, sonra tehlikelerden tehlikelere atılıyor ve esas kızı kurtarıyordu. Sırtınızı dikleştirdiniz, evet dediniz, başlamaya, başarmaya, tırmanmaya, zirveye ortak olmaya, zirvenin tek sahibi olmaya hazırsınız. “... şu fotokopileri çekmek.” Sırtınız artık dik değil, biraz eğildi, yere paralel bir hale geldi hatta, literatürde buna sürünmek deniyor sanırım. Ama yılmayın, yıkılmayın, ayakta kalın ve çekin şu fotokopileri hemen. Hayır son cümleciği ben söylemedim.
İşte fotokopi makinesi. Ne kadar da büyük. Büyük kurumların fotokopi makineleri de büyük olur. Ne alakası var canım, teselli etmeye falan çalışmıyorum. Başladınız. Önünüzde dağ gibi bir kağıt yığını. Ne oldukları, ne işe yaradıkları, ne demeye böyle birleşip bir yığın haline geldikleri, kendi hallerinde ve mutlu ağaçlar olarak kalmak yerine neden böyle bir muameleye razı oldukları hakkında bir fikriniz yok. Toplamına bakılırsa, buraya geleceğiniz yaklaşık 1 yıl önce belliymiş. Her şeyi gelişinize göre hazırlanmış. 100 sayfa kadar çekmiş olmalısınız. Terlediniz ve ceketinizi çıkartıyorsunuz. Makinenin yaydığı ışık gözlerinizi kamaştırıyor, sanki çölde sürünen, “su, su” diye inleyen kayıp bir yolcusunuz, seraplar geçiyor gözünüzün önünden, kocaman deri bir koltuk görüyorsunuz, son model bir araba, kalabalıkların konuşmanızı beklediği azametli bir kürsü şimdi de. Gömleğinizin üst düğmesini açıp kravatınızı biraz gevşetseniz mi acaba? Ama kurumsal bir firma çalışanına yakışmaz. Devam ediyorsunuz, artık buna terlemek denilemez, sudan mürekkepsiniz sanki, H2O derler size bu alemde. Gömleğinizin üst düğmesini açtınız, kravatınızı gevşettiniz. Kollarınızı sıvıyorsunuz şimdi de. Nasıl becerdiniz bilmem, saçlarınız darmadağınık. Soluyorsunuz, soluğunuzu yan binadakiler bile duyuyordur muhtemelen. Ne yaptığınızın farkında mısınız? Ayakkabılarınızın arkasına basıyorsunuz. O da ne! Türkü söylüyorsunuz, kısık sesle; “Huma kuşu yükseklerden seslenir ...”
Neyse, bitti sonunda. Çektiğiniz fotokopileri götürüp teslim ettiniz. Nedendir bilmem, Rocky filmlerini hatırladım birden. Hani Rocky sopa yiyip duruyordu ya, gözleri şişmişti hani, düşüp düşüp kalkıyordu. Ama filmin finali bir türlü aklıma gelmiyor. Düşmeye devam mı ediyordu ne? Peki, bir de ben gelmeyeyim üstünüze, siz zaten kendinizi yeter adette ne yapıyorum, niye yapıyorum, emin miyim türünden sorular sordunuz zaten. Bir sabır taşı satıcısı var tanıdığım, indirim falan da yapar...... peki söz, kesinlikle sustum bu sefer. Gülmeyeyim mi? Gülmüyorum, aklıma bir fıkra geldi de, peki, biraz tebessüm belki, düşündüm de şu insan kaynakları dergisine vereceğiniz röportajda bunları da anlatabilirsiniz...
İşte o müdür yardımcısı yine geldi. Ters ters bakıyorsunuz. O da size bakıyor, maşallah çabuk kapmışsın olayı der gibi. Kağıtlarla dolu bir çuvalı işaret ediyor başıyla. Bunlar değerli evraklarmış, imha edilmeleri gerekiyormuş. Edin o zaman demek geçiyor içinizden, demiyorsunuz, ya sabır çıkıyor sadece dudaklarınızdan. Zil çalsa da çıksak artık cümlesi bile mümkünsüz artık. Yazık. Nasıl imha edeceğinizi anlatıyor sonra; önce dökümleri çıkarılacakmış bir makinede, sonra kıyılacaklarmış bir makinede, sonra bir daha kıyılacaklarmış aynı makinede, sonra yakılacaklarmış bir makinede. Artık ölmüşlerdir diyorsunuz. Ters ters bakıyor. Anladım diyorsunuz. Önce ceketinizi çıkarıyorsunuz, sonra kravatınızı. Şaşırıyor. Sonra gömleğinizi de çıkarıp bir atlet kalıyorsunuz. Ayakkabılarınızın arkasına basıyorsunuz sonra yine. İki yana mümkün olduğunca sallanıp çuvalı sırtlıyorsunuz bir hamlede. Çıldırmış gibisiniz. Bağıra bağıra bir türkü çığırarak uzaklaşıyorsunuz; “Huma kuşu yükseklerden seslenir, aman aman...” Arkanızdan bakakalıyorlar. Tozlanmış gibi üzerlerini silkeliyorlar. Neden sonra herkes yerine oturuyor, koltuklarına gömülüyor, koltuklarında gitgide küçülüyorlar sanki, onlar küçülürken bilgisayarları büyüyor, ortalık bilgisayardan geçilmiyor, huma kuşu arkasına bile dönüp bakmıyor, uçup gidiyor.
UZUN İNCE BİR YOLDUR KARİYER
İşte yine kalakaldınız. İşe başladığınız ilk günlere kıyasla daha fazla kazanıyor daha az yoruluyorsunuz, yetkileriniz daha geniş, daha çok sayıda kişi sizi görünce gülümsemek zorunda. Ama başka şeyler de var elbette; daha iyi görünmek, daha çok görünmek ve daha çok göstermek zorundasınız artık. İmajlar dünyası deyip elinizi kocaman sallamanız manidar olsa da feylozof olmanıza daha çok var. Cüzdanınıza bakıyorsunuz, kredi kartı koleksiyoncusu olmalıyım diyorsunuz. Posta kutunuza yığınla gelen faturaları, ekstreleri, ilanları hatırlıyorsunuz. Deri ciltli özel dosyanızda biriktirdiğiniz kartvizit yığınını düşünüyorsunuz neden sonra. Bu yığınlar arasında doğru orantılı bir ilişkinin varlığı gastritinizin nedeni olabilir mi? Hangi cep telefonunun kaç satırlık grafik ekranına sahip olduğunu, sonraki genel müdürün kim olacağını, Ağustos ayı gerçekleşen TÜFE ve TEFE oranlarını, insan DNA’sının çözüldüğünü biliyorsunuz. Web siteniz bile var. Tebessüm ediyorsunuz. İçinizden kocaman bir “Yuh be kardeşim” çekiyorsunuz. Sonra vakti zamanındaki planlarınıza dönüyorsunuz. CV’nizden her şeyi planlayarak, çoooooook öncelerden düşünerek yaptığınız anlaşılsa da tesadüfleri görüyorsunuz. Film şeridi gibi geçiyor hayatınız gözlerinizin önünden, seversiniz sinemayı. Kurulup seyre dalıyorsunuz, bir elinizde mısır eksik. Daha dün gibi, çocuksunuz ve misketleri yuvarlıyorsunuz. Misketlerinizin aylık artış/azalış oranı, daha etkin misket yuvarlama teknikleri, kendine ve misketlerine inanma konuları umurunuzda bile değil. Dizleriniz tozdan kapkara, çömelmiş yere biricik çocukluk arkadaşınız Haluk’la misket oynuyorsunuz. Bugün olsa yine oynarsınız, bir ara Haluk’a teklif etmeyi düşündünüz. Kocaman göbeğiyle nasıl da güleceğini tahmin edebiliyorsunuz. Kaldığınız yerden devam ediyorsunuz izlemeye; ilk kez okula gidişiniz, ilk kez okuldan kaçıp babanıza yakalanışınız, babanızın ”Bu çocuk adam olmayacak” söylenmeleri, Yerli Malı Haftasında bir kase kırmızı mercimek önünde sırıttığınız fotoğrafınız, okumayı söküp lime lime olana kadar gururla taktığınız kırmızı kurdeleniz, gittiğiniz ve bıkmaktan beter olduğunuz tüm dershaneler, ilk kez aşık oluşunuz ve sürüm sürüm sürünüşünüz, üniversite sınavını kazandığınızı öğrendiğinizde üzerinizden uçup gidiveren ve yerini tatlı bir yorgunluğa bırakan yükünüz, amfilerin ne kadar da büyük olduğunu görünce şaşkınlıktan kocaman açılan gözleriniz, tiyatro kulübüne katılışınız ve dört koca yılda sadece bir kez rol alışınız, o rolde de sahnede dut yemiş bülbüle dönmeniz, repliğinizi unutmanız, utançtan iki hafta derslere bile gitmeyişiniz, uyuya kalıp giremediğiniz bütünlemeler, girdiğiniz bütünlemeler, kaldığınız bütünlemeler, neyse güç bela mezun oluşunuz, artık çokça aklar düşmüş saçlarıyla ama bir şeyler yapmış olmanın gururuyla anne ve babanızla çektirdiğiniz mezuniyet hatırası fotoğrafınız, iş aramanız, iş bulamamanız, sonra iş beğenmemeniz, ilk işiniz, kazandığınız ilk para, ilk cep telefonunuz!, hani tek bantlı, 390 gr. ağırlığında ve sadece 4 saat konuşma süresine sahipti, sonra fakslar, e-mailler, fotokopiler, toplantılar, kravatlar ve laciler. İlk bölümü bitti filminizin. İkinci bölümün çekimleriyle meşgulsünüz bir zamandır. Daha çok ışık ve renk gerekiyor diye düşünüyorsunuz ve eskisi kadar iyi hikayeler. Fener şampiyon olursa bu yıl, albüme kravatsız daha çok fotoğraf takarsam, bastığım yerlere bir daha basmazsam, daha az monitör daha çok insan görürsem neden olmasın diyorsunuz. Biliyorsunuz her şey çok güzel olacak. Birinin haykırışıyla çıkıyorsunuz dalgınlığınızdan; “www.microsoft.com.’a yeni clipartlar gelmiş!” Yumruğunuzu sıkıp işte diyorsunuz, yeni clipartlar da gelmiş. Sonra, sonra kocaman bir “Yuh be kardeşim” çekiyorsunuz, bu sefer dışınızdan, herkes size bakıyor, sizse gülüyorsunuz.
İŞYERİNDE PERFORMANSINIZ NASIL ÖLÇÜLÜR
“... Performans Değerlendirme Sistemi, üstlerin astlarını adil bir şekilde değerlendirip bir sonraki dönemde geçerli olmak üzere hak ettikleri performans zammının objektif bir şekilde belirlenmesini, astın eğitim ihtiyaçlarının ortaya çıkarılmasını ve daha önemlisi üst ile ast arasında her daim yapıcı ve uyumlu bir ilişkinin sürdürülmesini sağlayan bir sistemdir.”
“Vay be!” dediniz içinizden, ne sistemler varmış dünyada. Yandaki arkadaşınızın sizi duymuş olmasından endişelenip şöyle bir baktınız. İçiniz rahatladı, horul horul uyuyor, salonun zula bölgelerine kendini atmayı başarmış diğerleri gibi. Ancak içlerinde garip bir sensor taşıdıkları kesin, konuşmacının alkışlanması gereken her an uyanmayı, alkışlamayı, sonra da yeniden uyumayı beceriyorlar Siz ne yazık ki onlardan biri değilsiniz. Faks çekerken makinenin üzerindeki bin çeşit düğmenin ne işe yaradığını, gelmiş geçmiş en büyük faks uzmanı görüntüsüyle keşfetmeye çalışırken salondaki zula bölgelere yerleşebilme imkanını kaçırışınız, belki de bu bir şans. Hatırlamıyor musunuz? Geçen sefer konusunu hala tam olarak bilmediğiniz o konferansta horlamanız, koltuğunuzda sanki yatağınızdaymış gibi bir o yana bir bu yana dönmeniz, bunlar yetmiyormuş gibi bir de bağıra bağıra “susun da bir uyuyalım” demeniz hala dillerde. Hatta konferanstan sonra arkadaşlarınız size bir uyku seti almışlardı, rahat edesiniz diye. Evet tabi, çok sıkıcı bir konu hakkındaydı o konferans. Ama belli ki bu ilginizi çekti. Ücret artışlarıyla ilgili tabi. Konferans bitti. İki ayrı amirinizin verdiği notların ağırlıklı ortalamasının nasıl hesaplandığını pek anlamadınız, ama sisteme inancınız tam. Artık bir profesyonel olarak kaliteniz, üstün performansınız ve yaratıcılığınız paraya dönüşecek, bunu biliyorsunuz, bundan eminsiniz. Peki ama belki de umduğunuz kadar iyi puanlar alamayabilir, daha düşük bir zamma razı olmak zorunda kala... Pardon, haklısınız. Herkes sizin ne kadar iyi olduğunuzu, siz olmazsanız hiç bir şey yapamayacaklarını gayet iyi biliyorlar tabi. Aslında sizin alacağınız puanı maksimum puan olarak belirlemeliler, hatta kim sizden daha iyi olabilir ki. Anlıyorum tabi. Siz var ya siz...
Biraz gergin gibisiniz. Hepsi hepsi bir görüşme bu canım. Üstelik 5 yıldır beraber çalıştığınız amirinizle. Yine de bu görüşme sonucunun ücretinizi doğrudan etkileyecek olması, sizi bir parça geriyor. Odasına girdiniz işte. Bir şey içmek isteyip istemediğinizi sordu. İstemediniz, bana sorarsanız iyi de yaptınız, şimdi maazallah dökersiniz falan. Karşılıklı hal hatır sormalarla başladı konuşma. Güzel. Gayet sakinsiniz, fakat amirinizin gözlerindeki pırıltı sizi rahatsız etti. Nasıl desem, sanki fareyle oynayan bir kedi gibi bakışları. Her neyse. Önündeki kağıtta sıralanmış maddelerden bahsedip, vereceği notu söylüyor size ve nedenlerini açıklıyor. Bu sırada farkında mısınız bilmem ama yüzünüzden düşen önce yüz, sonra beş yüz, işte şimdi de bin parça oldu. Kötü giyindiğinizi söylüyor. Nasıl yani diyorsunuz. Göbeğiniz pantolonunuzdan dışarı sarkıyormuş, bence haksız da sayılmaz hani. Bazen farklı çorapları aynı anda giydiğinizi, bazen ayakkabınız arkasına bastığınızı, gömleğinizin neredeyse her zaman pantolonunuzdan dışarı çıktığını söylüyor. Gömleğinizin üst düğmesini neredeyse her zaman açık bıraktığınızı ve bırakın ceket giymeyi ceketinizin bile olmadığını bilmiyor neyse ki. İletişiminizin kötü olduğunu söylüyor sonra üstüne bastıra bastıra. Daha geçen gün telefonla sizden yardım isteyen bir kullanıcıya bağırıp çağırmanızdan dem vuruyor örnek olarak, o kullanıcının unvanı müdür olmasaydı hatırlamazdı bile, biliyorsunuz. Ve arkadaşlarınıza hiç yardımcı olmadığınızı ekleyiveriyor son olarak sözlerine. Sizi şikayet ettiklerini fark ettiniz. Keşke zımba ve makasınızı isteyenlere verseydiniz, vermeseniz bile en azından bir zımba kadar değerleri olmadığını söylemeseydiniz, en azından bunu yaparken kabininizden itekleyerek çıkarmasaydınız onları, en azından kabin dışarı ettikten sonra zımbası olmayan bir çalışan, kılıcı olmayan bir savaşçı gibidir özdeyişini uydurmasaydınız. Çöktünüz. İçeri giren ve dışarı çıkan adamın aynı adam olduğuna inanmak zor. Ben bile zorlukla tanıyabildin sizi, gerisini düşünün.
Bordronuzu göndermişler. Verilen zamma bakıyorsunuz acı acı. Bu performans değerlendirme sistemini çıkaranın da diye başlayan cümleler geçiyor kafanızdan. İnsanlar puanla değerlendirilmiş mi canım? Hem sizin değerinizi anlayabilecek kadar değerliler mi diğer tarafta? Sonra Fenerbahçe’nin 3 gol birden yemesi Gençlerden adil mi. Sıkıldınız, hep Galatasaray, hep Galatasaray... Sonunda duydunuz. Yanınızdaki kabinde yaşayan yetkili zımbanızı ödünç istiyor. Kararsız kaldınız bir an. Neden sonra gözlerinizde fareyle oynayan bir kedinin bakışlarıyla zımbayı uzattınız, gülümsediniz üstelik. Durun tahmin edeyim... Zımba bozuk değil mi?
MASRAFLAR NASIL AZALTILIR
Her şey uyandığınızda başlamıştı zaten. Alarmlı saatiniz sustuğu için uyanamamış, kombi çalışmadığı için duş alamamış, mum ışığında tıraş olmaya çalışırken yüzünüzü kesmiş ve radyodan akan o leziz şarkılar yerine kimi gırtlaklıyorlar sorusunu akla getiren sesinizle yetinmiştiniz. Yağmurlar yeterince yağmamış, yağmayınca baraj gölleri dolmamış, dolmayınca türbinler dönmemiş, dönmeyince de elektrikleri kesmişlerdi. Olan buydu. Geç kalmışlığın verdiği bir yanı endişe diğer yanı umursamazlık kokan hareketlerle kendinizi sokağa atmış ve gelmiştiniz işte sonunda işe.
Mutlak çoğunluktan olmanın verdiği huzur ve güvenle pis pis baktınız müdürünüze, “zamanında geldin de madalya mı taktılar yaldızlı?” der gibi. Müdür dışında herkes işe geç kalmış. Ortalık tıraş olurken suratını dağıtmış beyler ve saçları süpürgeyi andırır hanımlarla dolu. İşte gerçek yüzleri diyorsunuz içinizden ve sırıtarak. Siz de pek parlak görünmüyorsunuz ama. Kabininize doğru yol alıyorsunuz ve geçiyorsunuz bilgisayarınızın başına. Işıkların yarısını söndürmüşler. Gün ışığından yararlanmak için mesai saatlerini değiştirirken, hiçbir yerden ışık, hava, ses, hülasa belki de hayat alamayan bu devasa gökdelenleri düşünmemişler. Ama en azından, parlayan monitörlerin yüzlerine vuran ışıklarıyla melek gibi görünüyor insanlar pırıl pırıl. Siz o devasa ve çok yiyip hiç spor yapmayan gövdenizle dev bir reflektör gibisiniz monitörünüzün önünde, bir güneş gibisiniz parıldayan ve gömleğinizin üst düğmesini yine koparmışsınız muhtemelen yutkunmaktan. Biliyor musunuz şekilden şekle giriyorsunuz çalışırken; şimdi mesela dokunsalar ağlayacakmış gibisiniz telefonda, amirlerinizden biri “olmamış” gibi bir şeyler diyor belli; aslan gibisiniz şimdi de, çömezin biri elinize düştü anlaşılan; düşünmeye başladınız biraz, “@” ya da “\” işaretini mi arıyorsunuz klavyede; sol gözünüz seğiriyor, biri zımbanızı alıp getirmemiş ve boş boş bakmaya başladınız sonunda, öğle yemeği vakti geldi, anladım.
Elinde servis tabaklarıyla bekleyen insanlar; yatılı okul ya da askerlik gibi bir şey aslında çalışmak. Haklısınız yemekler daha güzel, ama insanlar da şişman. Sıra size geldi, yemeklere göz gezdiriyorsunuz. Dört kap yemek aldınız, birileri koşarak sizi yakaladı, Bir kabı aldılar servis tabağınızdan, masrafları azaltıyorlarmış, içiniz bir hoş oldu giden tabağınızın ardından bakarken. Baklava da baklavaydı hani. Tam yemeğinizin ortasındayken öğlen arasının yarım saate indirildiği söylendi. Yemeğinizi alelacele bitirip koşarak, daha doğrusu göbeğinizi bir sağa bir sola sallayarak kabininize döndünüz, dişlerinizin arasında pilav, patlıcan musakka ve cacık artıkları. Elinize bir kağıt tutuşturdular, masrafların azaltılacağına ve tutumlu olmanın erdemlerine dair. Mesailer bir saat erken başlayıp, bir saat erken bitecekmiş, öğlen arası yarım saate indirilmiş, servisler azaltılmış, lüzumsuz ışıklar söndürülüp musluklar kapatılacakmış.
Gelirleri arttıramayanlar giderleri azaltır şeklinde özlü bir söz geçti kafanızın bir karış üzerinden, aklınız orada çoğunda biliyorsunuz. Sizi hatırlattı bu cümle birazcık; hani bordronuza bakıp bakıp canım almasam da olur, gül gibi yaşıyoruz ne güzel dediğiniz zamanları. Sonra fotokopi makinesine yöneldiniz, kocaman bir yazı karşıladı sizi; “Çekmesen olmaz mı, bir kez daha düşün!”. Hiç güleceğiniz yoktu, gülmediniz siz de. Sonra birbirine bağıran insanların arasından geçtiniz, kullanılmış kağıtları yazıcıda kullanmanın tasarrufa getireceği yarar ve yazıcıya getireceği zararları tartışıyorlardı. Yararlarından bahseden adamın, yazıcıyı tamire gelen adam olması kuşkulandırdı sizi biraz, ama çok da düşünmediniz. Sonra size de bir coşku geliverdi. Düşünmeye başladınız; ne gibi bir katkım olabilir benim de bu sürece diye. Sonra başına elma düşmüş ya da hamamda tası bir türlü suya batıramamış adam gibi bağırmaya başladınız. Neden daha önce aklınıza gelmemişti ki sanki; kağıtları zımbalamayacak, ortaokulda Türkçe öğretmeniniz Hayri Beyin öğrettiği gibi köşesinden yırtarak birbirine iliştiriverecektiniz. Tasarruf edilecek zımba telinin, ataşın haddi hesabı yoktu. Koşarak arkadaşlarınızla paylaştınız bu parlak düşünceyi. Herkesin güleceği vardı anlaşılan, akşama kadar güldüler.
Ve bitti işte mesai. Koşarak servis aracına yetiştiniz. Tasarruf nedeniyle birleştirilen serviste sıkış sıkış ve o güne kadar görmediğiniz birçok semte de uğrayarak hayli geç bir vakitte döndünüz eve. Elektrikler kesik yine. Ağlayarak bir mum yaktığınızı sonra dalıp gittiğinizi hatırlıyorsunuz hayal meyal.
Her yeriniz tutulmuş olarak kalktınız koltuğunuzdan. Mum ışığında günlük yüz kesme ve çorabın tekini nereye atmış olabilirim faaliyetlerini icra ettikten sonra sokağa çıktınız. Daha gün ağarmamış ve horozlar olsaydı ters ters bakacaklardı size kesin. Sokak ışıklarından da tasarruf ettikleri için önünüzü göremiyorsunuz, o yüzden girdiniz o çukura eminim. Yarından tezi yok bir fener alacaksınız, ama şimdi bağırın biraz lütfen; “İmdat, beni bu çukurdan kurtaracak kimse yok mu?”
TOPLANTILAR
Lacilerinizi giymişsiniz yine. Hayret, gömleğinizin üst düğmesini bile iliklemişsiniz. Hayırdır? Önemli bir toplantıya mı giriyorsunuz? Anladım. Hani şu insanın katılınca kendisini de önemli, gerekli ve olmazsa olmaz insanlardan sandığı toplantılardan. Hayır canım, size bir kastım yok. Toplantı deyince aklıma gelenlerdi bunlar. Tamam sesimi kesiyorum. Bu arada toplantının konusu neydi demiştiniz? “E-Pazarlama ve Stratejimiz” Güzel konu. Demek şirketiniz çalışanlarının birbirlerine şiirli, resimli, filmli, karikatürlü, fıkralı, allı, morlu e-mailler göndermesinden ve internet üzerinden iş aramasından sıkıldı. Peki, şimdi çıkmalısınız. Tam arkanızdayım, bakalım ne menem bir şeymiş şu toplantı, merak ettim.
- A: “Öhö öhö. ___________ Öhö öhö!
- B: ? (Umarım doğru toplantıya gelmişimdir, o kadar çok oda vardı ki)
- C: ? (Niye sigara içilemiyormuş, ama niye ve homur homur)
- D: ? (Öksür, öksür, sen öksürdükçe bizim dikkatimiz artar.)
- E: Zzzzztt. (?)
- A: Bu toplantıda şirketimizin e-pazarlama stratejisini tartışacağız. Biliyorsunuz artık her şey internette.
- C: Tabi canım. (Afferim sana, ben de bu madalyaları verecek birini arıyordum, cık cık cık.)
- D: Patronun da bu konuya özel bir önem verdiğini söylemem gerekiyor. (Babamım patronla aynı ilkokulda okuduğunu da söylesem mi acaba?)
- A: (Şu mouseu ters çevirip bilyesini parmaklarıyla yuvarlayan adamdan patron olursa, bundan da haydi haydi Pazarlama Müdürü olur) Öncelikle hangi ürünlerimizi, hangi şartlarla internette pazarlayacağımızı kararlaştırmamız gerekiyor. Başarılı örneklerden yola çıkıp bunu belirleyeceğiz. Mesela Galatasaray, adamlar envai çeşit şey satıyorlar.
- E: Zzzzzzzzzzztt.
- C: Herhalde yani. Var mı başka takımımız, sesimizi Avrupa’da duyuran. Maşallah çocuklara. Avrupa Avrupa duy sesimizi....
- B: Fenerbahçe’yi saymazsak tabi. Manchester United’ı nasıl da sahaya gömmüştük.
- C: Ya ne demezsiniz, top Boliç’e çarpıp gol olmuştu.
- B: Bunu kesin bir dille yalanlıyorum. Boliç üstün futbol zekasını o müthiş ayağıyla birleştirip sarışın dev kaleciyi çökertmişti. Ayriyeten mümtaz bir kulübün şanlı bir neferi olarak....
- D: Fitbol ayrı bir olay tabi. Bu kadar sorun varken oyalanacak bir şeyler lazım. (Sosyoloji hocama minnettarımdır her daim.)
- C: Ya ya, enflasyon düştü diyorlar da ne oluyor. Yine aynı tas aynı hamam. Kaynak israfı yapılıyor beyler, kaynak israfı.
- A: Haklısınız tabi, ama toplantımızın konusu gereği ...
- B: İsteseler enflasyonu şıp diye düşürebilirlermiş demek ki, bakın.
- D: Fakat makro büyüme göstergelerinin ve IMF’nin çözümlerinin ışığı altında olayı değerlendirdiğimiz zaman.
- C: Tabi canım, her şey o IMF’nin başının altından çıkıyor. Cotterelli mi Motterelli mi, adı her neyse. Adamı krallar gibi ağırlıyorsun, ne oluyor adam kendini kral sanıyor.
- E: Hışşttt! Zzzzzzzzzzzzzzztt.
- A: Fakat e-pazarlama stratejimiz...
- C: Şimdi efkarlandım işte, ne vardı biz de şampiyonlar ligine kalsaydık. Ateşiniz var mı?
- D: Aman efendim her yer sigara içme yazısıyla dolu, olur mu hiç? Sonra şu duman detektörleri ...
- B: Boş verin canım her kurala uysaydık, buyurun efendim yakayım.
- C: Teşekkür ederim. Ben çocukken böyle değildi tabi. Alırdık gazozumuzu 2,5 liraya, değmeyin sonra keyfimize.
- B: Değil mi efendim. Nerde şimdi o eski erik ağaçları, tornetler ve yazlık sinemalar.
- D: Hiç unutmam bir gün Arif amca beni elma ağacında yakalamıştı da...
- B: Şimdi çıkın pazara bakın eriğin kilosu kaç lira olmuş.
- C: Ya ya, bir de enflasyon düştü diyorlar. Kaynak israfı yapılıyor beyler, kaynak israfı.
- G: Öhö öhö öhö. Yine her yeri duman içinde bırakmışsınız. Derhal odayı terk etmenizi rica ediyorum. Havalandırttıracağım...
- A: Eee bu durumda toplantıyı önümüzdeki Pazartesiye alıyorum.
- D: Bana uyar.
- C: Tabi canım, zaten Çarşamba Çarşamba toplantı mı yapılırmış.
- B: Anlaştık o zaman. Efendim akşam ne yapıyorsunuz, isterseniz şöyle bir boğaza uzanıp...
- C: Gayet münasip olur beyefendi, lakin bizim hanım...
- D: Ya hiç sormayın beyler. Bekarlık sultanlık derlerdi de inanmazdım.
- B: Kayınvalidem de bizde zaten üç haftadır.
- C: Zor iştir mirim, bilirim..........
...................................................
- E: Zzzzzzzzzzztt.
- Z: Bey amca uyan hadi uyan.
- E: ha hı hu? Zzzzzzzzzzztt.
- Z: Ayağını kaldır bari de temizleyim yeri. Şimdi bana bozuk atarlar.
- E: Ha? Bitti mi? Gittiler mi?
- Z: Bitti amca bitti, hepsi de gitti.
- E: E ben de gideyim o halde, hadi sana kolay gelsin.
- Z: Sağ olasın bey amca. Huma kuşu yükseklerden ses verir.
GÜLE GÜLE YA RAMAZAN
Saat çalmadı, bünyeniz müsait olmadı, geç kalktınız ve geç kaldınız. Değeri yokluğunda bilinen servisi ne de çok aradınız ofisinize ulaşmaya çalışırken. Aklınıza gelen her şeye bağırıp çağırdınız. Bir hışımla girdiniz ofisinize, peh peh peh peh, Kiziroğlu siz ağabey. Bilgisayarı açar açmaz uykunuz geldi, dokunmanızı bekleyen dosyalara kötü kötü baktınız, çay yok sigara yok, şimdi aslında annenizin babanızın yanında olmak vardı. Oysa sahura kalkarken ne güzeldi her şey. Davul sesiyle uyanmıştınız, mani söylüyordu davulcu son iki satırı hala aklınızda;
............................................
............................................
Haydi uyanın artık komşular
Daha dolaşacak çok ev var
Bir tebessümün gölgesi değdi sanki dudaklarınıza ve ışıltısı gözlerinize. Ama dosyalar aynı dosyalar, bilgisayarlar aynı bilgisayarlar ve müdürler aynı müdürler. Saate bakıyorsunuz beş dakikada bir; iftara kaç saat, kaç dakika, kaç saniye olduğunu hesaplıyorsunuz hiçbir işte olmadığınız bir süratle. Çocukken de böyleydiniz, hatırladınız şimdi. Kah ağlayarak kah tehditler savurarak sahura kaldırılmanızı sağlardınız. Annenizin, babanızın ve ablanızın gözünden uyku akarken, siz sofrayı süsleyen böreklere, zeytinyağlılara dalardınız şevkle. Ertesi gün öğlene doğru mükellef bir sofrada törenle açardınız tekne orucunuzu. İftara doğru annenizin elinize tutuşturduğu iki yumurtayla yumurtalı pide yaptırmaya koşardınız arkadaşlarınızla. Bir kaç dakika kala güç bela yetişirdiniz iftara. Fırıncıya, diğer müşterilere, arkadaşlarınıza söylenirdiniz, ama iştahınızdan da bir şey kaybetmemiş olurdunuz. Bacak kadarken de böyleydiniz hülasa.
Şimdi bir toplantıya girdiniz. Gözlerinizden uyku akıyor, ama direndiniz uykuya ve hiç dalmadınız toplantıda. Toplantıdan sonra elinize tutuşturulan ve muhtemelen yapacaklarınıza dair bir şeyler anlatan dokümanlara bakakaldınız, bunlar da ne ki? Amaaaan dediniz, üstelik elinizi havada sallayarak ve içinden benzer kağıtlar fışkıran çekmecenize tıkıştırdınız bu kağıtları da.
Öğlen paydosunda dışarı çıktınız, biraz hava almaya. Yürüdünüz, insanları seyrettiniz; birbirlerine anlatacak hep bir şeyleri olan öğrencileri, üzerlerine on ceket birden giyip dükkana mal taşıyan çırakları, selpakçı çocukları, simitçileri. Gördünüz işte, dünya dönüyor. Herkes bir şeylerin peşinde ve uğraşıp duruyor. Ne güzel değil mi?
Vakit yaklaştıkça saate bakma sıklığınız artıyor. Gelen telefonlardan usta hamlelerle sıyrılıyor, bilgisayar başında meşgul ve çok çalışır görünmenin ilmini yaşıyorsunuz. Gözleriniz kül tablasına kayıyor sık sık. Gömleğinizin üst cebine bakıyorsunuz nevale yerinde mi diye. İşte yemek siparişlerini toplayan çocuk da geldi sonunda. O geniş yüzölçümünüzden umulmayacak bir atakla ellerini sizden önce kaldırmış herkesi geçerek mönüyü havada yakalıyorsunuz. Bir kağıt parçasının ve bir dizi kelimenin insanı böyle mutlu etmesi ne güzel. İçinde kaymaklı kelimesi geçen her şeye takıldı gözünüz ve sonunda arkadaşlarınızın derin bir ohhh! ve hatta şükür sesleriyle, istemeye istemeye mönüyü devrettiniz bir sonrakine.
On dakika kaldı sadece, çabuk geçiyor zaman biliyorsunuz ve ömür de tabi. Masalara tabaklar konuldu bile, su bardakları, kaşıklar, çatallar. Güneşin battığı yere bakıyorsunuz, kızıl bir ışıltı son demlerini sürüyor, bir şeyler bitiyor ve bir şeyler başlıyor. Son beş dakika, dört, üç, iki, bir ve güm. Gözleriniz ışıl ışıl.
Saat çalmadı, bünyeniz müsait olmadı, geç kalktınız ve geç kaldınız.... Bu arada kutlu olsun bayramınız.
ÜRETİM
Şimdi bir hikaye uyduralım; diyelim ki haşmetli ağırlığınıza dayanamayıp tahta parçası haline gelmiş eskisinin yerine artık yeni bir sandalyeye ihtiyacınız var. Eliniz cebinizde, ıslık çala çala ve hatta adımlarınızla da ritim tutarak mobilyacıları dolaştınız. Kah içinizde bir kazıklanıyorumdur kesin hissi ya da yere otururum daha iyi söylenmeleriyle bulduklarınızın hiçbirini beğenmediniz. Nedir membaı sandalyenin deyip mobilyacılara düştü yolunuz, ormandan bir önceki durak olarak. Bir marangoz buldunuz ve nasıl bir sandalye düşlediğinizi anlattınız helecanla. O size şöyle bir tepeden baktı, bıyık altından hafifçe gülümsedi, hatta "tövbe tövbe" anlamında elini havada bile salladı. Sonra bilge bir edayla peki dedi, bir fiyat verdi, ne yapabileceğini ve ne zaman teslim edebileceğini anlattı. Anlaştığınız gün gelince parasını ödediniz, sandalyenizi aldınız ve keyifle kuruldunuz. Bu hikayedeki bütün kahramanlar ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı ve öyle de yaptılar; mobilyacı sandalyeyi istendiği gibi ve zamanında yaptı, siz parayı ödediniz ve sandalye de o koca gövdenizle üzerine oturmanıza ses çıkarmadı. Ne sıradan ve sıkıcı bir hikaye değil mi?
O zaman başka bir hikaye daha uyduralım, hayalin sınırı yok ki. Ama önce dekoru hayli değiştirmek lazım. Şu marangozu kenara çekelim lütfen. Siz de sandalyenizden kalkıp takım elbisenizi giyin hemen ve yüzünüzdeki o muzaffer tebessümü de siliversinler, hepsi hepsi bir sandalye canım İstanbul'u fethetmediniz ki, daha ciddi, hatta somurtmuş bir yüz lazım bize. Çok sayıda masa, koltuk, bilgisayar, telefon, yazıcı ve faks istiyorum, hepsini ortaya gelişigüzel dağıtın, iş yerlerini de böyle düzenliyorlar inanın. Parmaklarımızdan bir ekran yapıp bir bakalım ortalığa ... evet oldu gibi. Şimdi şık beyefendiler ve hanımefendiler istiyorum koltuklara. Bir kısım telefonlar aralıksız çalsın ve yan koltuktakiler telefonu kaldırıp "Tabi fakat ..., anlıyorum yalnız..., kurumsallaşmanın en zor yanı..., bu işteki ciddi deneyimim..." gibi bir şeyler gevelesinler. Diğerleri de bilgisayarlara gömülsünler. Herkes çok meşgul, anlaşıldı mı? Siz de şu koltuğa oturum bakayım. Şimdi parmak kameramızı yeniden kullanalım. Gayet nezih bir ortam, çalışan modern insanlar, bizi parlak geleceğe götürecek hummalı ve faideli çalışmalar işte burada yapılıyor. Görüntüyü yakınlaştırıyoruz; parlak ve genç bir beyefendi bilgisayarında bir şeyler yazıyor, ona güveniyoruz. Ve işte yine genç bir hanımefendi, telefonun diğer ucundaki kişiyi aydınlatıyor o pırıl pırıl sözleriyle. Şimdi de bu güzel ofisin müdürü, sevecen ama dikkatli bakışlarıyla elemanlarını gözlüyor, bu makinenin tıkır tıkır işlemesi onun azmiyle mümkün olabilirdi ancak, liderlik ruhu her yerinden fışkırıyor sanki. Birden bakışları puslanıyor, dikkatini bir noktaya odaklıyor, kötü giden bir şeyler olmalı. Bakışlarını izliyoruz ve kimi görüyoruz karşımızda bilin bakalım. Etrafınıza bakıp durmayın, sizi görüyoruz tabi ki! Bu mükemmel insanların içinde gömleğinin üst düğmesini açmış, saçları karman çorman, sigara içilmez levhalarının tam ortasında sigara içen, ne telefona ne de bilgisayara bakan sizden başka kimse var mı? La havle vela.... Her neyse. Şimdi size bir iş verildi, bir projenin tamamlanması için bir başka bölümden onay almanız gerekiyor ve olaylar gelişiyor;
- Müdür: Kurumumuzun karşı konulamaz ilerleyişinde bir mihenk taşı olan xyz projesini neredeyse bitirdik. Şimdi proje sonuçlarıyla ilgili olarak D bölümünden onay almamız gerekiyor. Derhal bir talep yazısı yazıla... (Uyumasına ses çıkarmasa mıydım yoksa, belki de en zararsız hali buydu.)
- Siz: Derhal efendim. Derhal bir ön komite toplantısı düzenleyeceğim. (Projenin hiçbir sürecinde yer almadım. Şimdi yazı yaz diyor, ne yazısı, niye ben, nasıl yani vesaire)
- Ön Komite: Harul hurul harul hurul (Yoğun çalışma ve tartışma sesleridir)
- Siz: Şimdi de son komite toplantısı düzenleyelim.
- Son Komite: Harul hurul zzzzzt zzzzttt! (Yoğun çalışma ve uyuklama sesleridir.)
- Muhasebe: Bu süreç toplam 153 çalışma saatine, 250 dosyaya, 2.350 A-4 kağıda patlamıştır. Artık uyanabilirsiniz.
- Siz: Yazıyı hazırlayabiliriz artık.
- Bilgisayar: tak tuk tak tuk
- Yazıcı: cızzzt cızzzttt (Nokta vuruşlu bir yazıcıdır bu)
- Siz: Buyurun efendim, yazı hazır.
- Müdür: Tamam oraya bırak.
Zaman geçer, proje bütün hızıyla ilerler, nice ön ve son komiteler birbirini izler ve yazı beklemektedir hala. Bir hatırlatma yapmalı belki de; Müdür Bey, Müdür Bey!
- Müdür: Hııı? O evet, öhö öhö. Yazı değil mi, nasıl da unutmuşum. Hımmm bir bakalım ... Güzel, olmamış, ehhh, fena değil, güzel, olmamış. Sizi buraya gönderin hemen.
- Mübaşir Siiiiiiz!
- Siz: Beni istetmişsiniz.
- Müdür: Yazıyı düzeltip getirin lütfen.
- Bilgisayar: TAK TUK TAK TUK. (kızgın parmakların klavyeyle iletişimidir.)
- Yazıcı: cıssst cısjjjjsssy (Toner bitmektedir.)
- Siz: Düzelttim, buyurun sayın müdürüm.
- Müdür: Evet şimdi olmuş. Hemen gönderelim.
- Siz: Fiyuuuut! Postaaaaa! Al bu yazıyı götür hemen.
Posta hızla yetiştirir yazıyı. Yazı diğer müdürün karşısındadır artık. Diğer müdür de doğuştan liderdir, bu açık.
- Diğer Müdür: Yahu ne gereği vardı şimdi onay istemişler. Cık cık cık. Diğer sizi çağırın hemen.
- Mübaşir: Diğer siz!
- Diğer Siz: Geldim efendim.
- Diğer Müdür: Al şu yazıyı oku, ne istemişler bakalım.
- Diğer Siz Proje yapmışlar. Mmmmmm. Niye yapmışlar ki, neyse. Olur mu diyorlar, bence olmaz. Kolay mı proje yapmak, sonra değiştirmek. Biz varken, bunlara mı kalmış değiştirmek. Üffff eklere bak, 50 sayfa. Yuhh! Okunur mu bunlar hiç, okunmaz, okunmaz. Ne diyelim? Gereği düşünüldü ve uygun bulunmadı. Güzel.
- Diğer Bilgisayar: tak tuk tak tuk
- Diğer Yazıcı: zzzzzzzz. (lazer yazıcı, iyi yazıcı)
- Diğer Siz: Yazı hazır, buyurun sayın müdürüm.
- Diğer Müdür: O kağıt yığınının üstüne bırak bakayım.
Zaman geçer proje kendi detayları arasında kaybolur, 25 yeni eleman şirkete alınır, 20 eski eleman daha çok para ve daha geniş masa veren başka şirketlere gider. Gökdelenin camları, halatlarla aşağıya sarkıtılmış iskeleler üstündeki coca-cola içmeyen temizlik işçileri tarafından 72 kez silinir gıcır gıcır. . Projeyi hatırlayan kalmamıştır neredeyse. Sonra bir gün...
- Diğer Müdür: Şu kağıdı da imzalayalım bakalım. Postaaaaaa!
- Mübaşir: Postaaaaaa!
- Bütün elemanlar: Postaaaaaa! (Performans değerlendirmelerine az süre kalmıştır.)
- Posta yıldırım hızıyla yazıyı kapar ve bir üst kattaki müdüre getirir.
- Müdür: Bu ne ya? Proje mi? Xyz mi? Mmmmmmmm ... Evet ... Ama o proje... Neyse. Sizi çağırın hemen.
- Mübaşir: Siiiiiiz!
- Siz: Beni istetmişsiniz.
- Müdür: Alın şu yazıyı, ilgili dosyaya klase edin lütfen.
- Siz: (Yazıyı bir çırpıda okuyarak) Ama efendim, bu yazıyla hani mihenk taşı, üstün başarı, onca emek falan?
- Müdür: Derhal lütfen!
- Siz: (Cık cık cık) Peki sayın müdürüm.
Ne sıradan ve sıkıcı bir hikaye değil mi? Sandalye mi yapmalı acaba?
BAŞLANGIÇ VE BİTİŞLER
Fotokopi makinesi çalışıyor. Kağıtları hızla değiştirebilmek için kapağını kapatmıyorsunuz. Yüzünüzde flaşlar patlıyor durmaksızın ve siz de gülümseyip duruyorsunuz. Gözleriniz her yeri bir ışık yumağı içinde görüyor. Çocukken de yapardınız bunu, hatırladınız; kaçıp kaçıp demircilere gider, usta sizi yaka paça ve söylenerek ol mahalden uzaklaştırana dek kaynak çubuğunun yanarken çıkardığı o alımlı ışıltıyı seyrederdiniz. İşiniz bitti. Topladınız kağıtlarınızı ve masanıza doğu sallana sallana ilerliyorsunuz. Bu yolu kaç kez kat ettiniz acaba? Sayıların da bir sonu olabileceğinden kuşkulanıyorsunuz. O kadar uzun zamandır bu iştesiniz ki, evinizden daha ev, memleketinizden daha memleket burası sanki. Kapının ancak hafif yukarı kaldırılıp kapatılabildiğini, duvardaki şu çatlağın, kulakları çınlasın, Memduh Beyin masasını taşırken olduğunu ve o vazoyu aslında kimin kırdığını biliyorsunuz. Elinizi havada kocaman sallayarak, kimler geldi kimler geçti dediniz usulca. Ben duydum. Etrafınıza baktınız. Ofisteki masaların, koltukların, bilgisayarların çoğu bile sizden sonra geldi buraya. İlk gelen hepsini alır diye bir kural olsaydı, tartışmasız tek malikiydiniz buranın. Başka şirketlere, başka şehirlere, hatta başka ülkelere giden eski iş arkadaşlarınız geldi aklınıza. İlk bir kaç ay süren telefon görüşmelerinden sonra hepten unuttular sizi, pek tabi siz de onları. Kim bilir nerede ve nasıllardır? Hamdi örneğin, kesin bir yerlerde müdür olmuştur. Müdürlük postunun karizmasıyla ortalıkta gezinirken karşısına çıksanız ne güzel olurdu değil mi. Yüksek sesle “Vay Hamdiş” deyip karizmayı sıfırlardınız. Hatta daha da ileriye gidip ona faks çekmeyi bin bir zorlukta nasıl öğrettiğinizi anlatırdınız cümle elemanına. Kaç kez sayfayı ters koymuştu da karşı tarafa giden sadece boş bir sayfa olmuştu. Hakikaten komik adamdı. Ya Ayşe? Ne de kırılgandı ve ne de hüzünlü. Onunla iş yaparken, o koca hacminizden beklenmeyecek ölçüde incelirdiniz. Yine de mouse kullanmadaki tartışmasız beceriksizliğini yüzüne vurmaktan kendinizi alıkoyamamıştınız. O da sizinle tam 2 hafta hiç konuşmamıştı. Sonra elinizde kocaman bir kır çiçeği demetiyle ve herkesin ortasında önünde diz çöküp, affet şu koca çocuğu demiştiniz de küçük bir tebessüm koparabilmiştiniz. Şimdi evlenmiştir herhalde, çocukları vardır. Ve rahmetlik Veysi Baba. İşe başladığınızda bile yeterince yaşlıydı, o yüzden baba derdiniz hep. Her öğlen paydosunun ertesinde masasına geçip tatlı tatlı kestirirdi. Kimsenin varlığını bile bilmediği dosyaları bir yerlerden bulur buluşturur, neredeyse her şeyin evveliyatını bilirdi. Geleneksel “baba şu tekerleği nasıl bulmuşlardı, bir daha anlatsana” cümlenize hiç takılmaz, “daha çocuksunuz çocuk” der geçerdi. Yaş haddinden emekli oldu Veysi Baba. Emekli olduktan sonra bir kaç kez, emekli olduğunu unutup, sinekkaydı tıraş ve kahverengi takım elbisesiyle işe geldi. Sonra telefonlar, sonra da unutulmalar. Çok sonraları öldüğünü duydunuz, üzüldünüz.
Dosyalarınızı kutulara yerleştiriyorsunuz. Kalemliğinizi, kimselere vermeye kıyamadığınız zımbanızı, makasınızı dağıttınız biraz önce. Bağlanmak ne tuhaf şey. Her şey çok çabuk gelişti; bir telefon, bir görüşme, daha yüksek ücret, kulağa daha dolgun gelen bir unvan ve bir istifa mektubu. İş değiştiriyorsunuz. Bizleri unutma diyenlere gülüp geçiyorsunuz ve ekliyorsunuz “tabi ama siz de kimdiniz?” Başlayan her şey biter ve her bitiş yeni bir başlangıçtır nakaratıyla uzaklaşıyorsunuz ol mahalden. Dilinizde eskilerden bir şarkı; “Ben yalnız bir kovboyum.” Tesadüf müdür nedir bilinmez ama bir yandan da güneş batıyor. Haydi bakalım.
YİNELEMELER
Bir sabah, işte öyle her sabahki gibi bir sabah, biraz geç kalktınız yatağınızdan. Her sabah kafasına durmadan vurmanızdan serseme dönen çalar saatiniz bu sabah sizi uyandırmamaya karar vermiş. Kahvaltı nedir ve niyedir deyip bir sigara tüttürdünüz usuldan. Servis çoktan gitmiştir, arayıp hastayım başım ağrıyor ve zaten vesaire vesaire demeli mi diye düşündünüz. Vazgeçtiniz. Evde kalmak daha beter, insan ofiste uğraşla kaybediyor en azından kendisini. Televizyonu açtınız biraz korkuyla. Bin bir çeşit sabah şekeri arasından bir haber bülteni bulabildiniz kendinize. Dolar, mark kurlarını, hedeflenen büyüme ve enflasyon oranını, açıklamaları, eleştirileri, karşı eleştirileri, karşı açıklamaları ve hava durumunu dinlediniz bilmem kaçıncı kez şu ahir ömrünüzde. Hava, sanki her şeyle uyumlu olma çabasıyla parçalı çok bulutluymuş bugün. Şaşırmadınız, sakin sakin bir gömlek ütüleyip, pek tabi uyumsuz bir kravat seçtiniz. Yıllarla doğru orantılı olarak artan göbeğinizi pantolonunuzun içine sokuşturdunuz. Tozlu ayakkabılarınızı sildiniz. Evden çıkıp, sonra iki kere daha geri döndünüz apartmanın merdivenlerinden. Sırayla şemsiyenizi ve gözlüğünüzü alıp seri adımlarla dolmuş durağına yöneldiniz. Güneş bulutların arasından kendini gösterdi bir an, selamlaştınız. Etrafınızdaki insanlara baktınız, yeni bir günün heyecanını paylaşıyor gibi değiller. Çocuklar bile daha ölçülü geldi size koşturarak okullarına giderken. Dolmuşta isteksizce uzattı herkes bir öndekine dolmuş ücretini. Şoför teybi açmadı ve seri frenlerle çalkalamadı dolmuşun içindekilerini. Bu sefer müsait bir yerde diye bağırmanıza gerek kalmadı iki kez. Önüne bakan insanlar gördünüz ve onlarla birlikte yürüdünüz iş yerinize. Güvenlik Görevlisi giriş kartınızı unutmanıza ses çıkarmadı, geçici bir giriş kartı bıraktı avucunuza siz daha bir şey demeden. Asansörler daha yavaş, daha rutin çalışıyormuş gibi geldi. Ofise girdiğinizde kimse dönüp bakmadı size, müdürünüz bir kaşını hafifçe kaldırıp gözlüklerinin üzerinden süzmedi sizi. Masanıza geçip bilgisayarınızı açtınız. Sehpadaki gazetelere takıldı gözünüz, hiç biri daha açılmamış, okunmamış belli. Ama ortalıkta hummalı bir çalışma da görmediniz. Herkes kabuğuna çekilmiş, önlerindeki dosyaları sanki görmeden karıştırıyor. Gençlerden biri yıllık kıdem tazminatının ne kadar olduğunu sordu yüksek sesle, azarlayan bakışlar altında oturdu sonra yerine sessizce. Bir dosyaya boş boş ne kadar süre bakılabilirse o kadar bakıp öğlen yemeğine çıktınız sonra. Bir görev bilinciyle yeniyor yemek, gördünüz. Makarnayla oynadınız önce, sonra tuzluğu çevirdiniz biraz kendi etrafında, on beş dakikayı da bir elmayı soymakla geçirdiniz ve yemediniz elmayı. Ortalıkta duran şeyden herkes kadar siz de payınızı almışsınız. Dışarı çıkıp biraz hava alayım bari dediniz, yağmur yağıyordu. Yerinize döndünüz ve bıraktığınız gibi buldunuz her şeyi ve herkesi. Gayrı ihtiyari bir radyo açıldı, haberlerde aynı şeyleri, aynı seslerle ve aynı vurgularla dinlediniz. Paylaştıkça artan şey mutluluk muydu yoksa umutsuzluk mu? Ya emin olamadınız ya da hatırlamadınız. Hep birlikte oturdunuz mesai bitene dek ve hep birlikte kalktınız yerlerinizden zaman gelince. Asansörlere doluştunuz, suskundunuz ve ilerlediniz servislerin beklediği mahale. Ve o geniş boşluğu geçerken çocukları gördünüz hep birlikte, boyacı çocukları. Taşlarla yaptıkları kaleyi ve heyecanlı maçlarını izlediniz bir süre. Sonra Nihat Bey her nasılsa katıldı maçlarına çocukların ve ardından Süha Bey ve Kazım Bey. Neden sonra ceketinizi birine tutuşturmuş, kravatınızı çözmüş ve gömleğinizi dışarı salmış bir halde buldunuz kendinizi maçın içinde. Servisler geldi ve kimse yönelmedi servislere. Şoförler de maça dahil oldular çok geçmeden ve hanımlar kenardan izlediler maçı ve coşkunuzu. Terden sucuk gibi olana dek oynadınız, bir gol atıp bir de gol attırdınız. Güneş batmaya yakınken aranızda bir meşin top parası toplayıp çocuklara verdiniz ve servislere doluştunuz heyecanla. Yol boyu maçı konuştunuz, pozisyonları, atılan ve atılamayan golleri. Yol boyu yeni umutlar dediniz ya da başka bir deyişle. Durağınıza geldiğinizde kalanlara iyi bir akşam dilediniz tek tek. Koltuğunuzun altında bir ekmekle eve yürürken dudaklarınızdan bir cümle düştü, duydum; "hayat sevgilim hayat".
YÖNETME SANATI ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER
Sonunda oldu. Ne yapsam az size; yolunuza çiçekler döksem, alıp başımın üzerinde meydanlarda tur attırsam, kurbanlık satmaya çalışan bir satıcı gibi ellerinizi hararetle ve zıplaya zıplaya sıksam, ne diyeyim işte gözlerim doluverdi birden, atmıyorum inanın ki, hakikaten yani. Yıllardır beklediğiniz o muhteşem an geldi ve şunca yıllık çabalarınız bir A-4 kağıda sıkışıp gözlerinizin önünde arz-ı endam etti işte;.İzin verin de yüksek sesle okuyayım; "Yönetim Kurulumuzun takdiriyle Yönetmen unvanına yükseltilmeniz uygun bulunmuştur." Durun, lütfen tutmayın beni, ellerinizden öpeceğim ve ağlayacağım doyana kadar. Peki sayın büyüğüm, sesimi kesiyorum hemen ve pek tabi saygıyla. Eee şimdi ne yapacağız, makam arabanız var mı gezelim Boğazı şöyle bir ve ödenecek mi artık cep telefonunuzun kabaran faturası. Arayalım saatlerce tüm tanıdığı. Hayır mı? İlginç, oysa ben sanmıştım ki, yani büyüğüm falan da demiştim hatta, tüh, neyse o da olur.
Düşünüyorsunuz; neye benzer bir yönetmen, neye benzemeli acep. Sert mi olmalı çalışanlara, sonra tatlı sert mi, acı sert mi, baştan mı yıldırmalı gözlerini cümle alemin, göstermeli mi kim ve nelere kadir olduğunu? Yoksa bekleyip biraz ortalığı mı dinlemeli çaktırmadan ve sessizce? Anlamalı mı nasıl döner işler aslında, vesaire.vesaire ...
Ah, işte ilk gün. Ne zaman ciddi bir şeyler yapacağınızı düşünseniz giydiğiniz laciler yine üzerinizde, ayakkabılarınız boyanmış pırıl pırıl, durum bakayım, kravatınız dahi uyumlu. Evet, görünüş kallavi, ne yalan diyeyim. Tam yedi kişi, dile kolay tam yedi kişi sizi dinleyecek artık, sizin dediklerinizi yapacak, sizinle gülüp sizinle ağlayacak hatta, en azından bir kısmı, kariyerlerini yeterince düşünüyorlarsa tabi.
Kaşlarınızı hafifçe havaya kaldırıp, arkadaşlar diye söze başlamanızdan etkilendim doğrusu. Fark ettiniz mi bilmem, söylemek görevim ama şu köşedeki gözlüklü beyefendi kötü kötü baktı bir an size, ben söyleyenlerin yalancısıyım bulunduğunuz makama kendisinin geleceğini düşünüyormuş nicedir. Dikkatli olmak lazım tabi, onca senenin emeğini bir anda kaybetmek olmaz. Ben sözünüzü kesmeyeyim, evet ne diyordunuz, haklısınız tabi hep birlikte kazanacağız ve hep birlikte ulaşacağız müreffeh yarınlara, ne demek, tabi ki birbirimizi yukarı, daha da yukarı çekeceğiz hep, değil mi ki en zayıf halkası kadar güçlüdür zincir. Neler de bilirmişsiniz siz, saçı başı dağıtıp gömleğinizin üst düğmesini açtığınız ve size verilen işlerin hiç birini yapmadığınız o booooş günlerde düşünmüş olmalısınız bu lafları. Öhö öhö mü? Tabi ki her doğru her yerde söylenmez, ağzımdan kaçıverdi işte. Şimdi de işbirliğinden ve bir takım halinde uyum ve özveriyle çalışmanın erdemlerinden bahsediyorsunuz. Ne güzel. Bakın siz bunları anlatınca aklıma ne geldi; hani o projenin son gününde, proje sonuçlarının anlatılacağı demodan bahsediyorum canım, kaçırmayın gözlerinizi lütfen, demonun yapılacağı dosyayı kaybetmiştiniz hani. Her şey planlandığı gibi gitse kuşkusuz uyuklayacak, esneyecek ve hatta bir kenara kıvrılıp horul horul uyuyacak dinleyicilerin, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamış cin gözleri ve müstehzi gülümsemeleri altında, tıpkı bir öğretmen gibi tahtaya bir şeyler çizip anlatmıştınız projeyi. Sonra tahtada yer kalmayınca ve silgiyi de bulamayınca elinizin içiyle silip devem etmiştiniz resimli anlatımınıza. Elleriniz kapkara olduğu içinde kimse elinizi sıkmamıştı sonra. Müdürünüz bizzat masanıza kadar gelip kaç günlük izniniz varsa hepsini kullanmanızı, bunun herkesin hayrına olacağını söylemişti bir elinde sımsıkı tuttuğu uzunca bir cetvelle. Şu köşedeki delikanlıyı gördünüz mü, sizi hatırlattı bana şimdi; dağıtmış kendini, umursamaz, kıymetinin bilinmediğinde emin ve ne işim var burada diyen yorgun gözleri. Haklısınız, dağıttım şimdi biraz sizi. Ne bileyim, şaşırdım biraz sizi suyun öte yakasında görünce sayın büyüğüm, kolay gelsin.
GÜNLER
İşe gelir ve gidersiniz her gün. Otobüslerin, dolmuşların, vapurların, servislerin bezgin yüzlü insanlarını tanırsınız. Bir simit alıp vapurların peşi sıra ekmek parasına koşturan martıları beslersiniz bazen, çay içersiniz ayaküstü, boğaza emanet edersiniz gözlerinizi. Ya da ne bileyim, otobüsün arka sıralarına itiş kakış ulaşırsınız her sabah, kimseye yer vermemek için sürekli dışarı bakan liselileri gülümseyerek seyredersiniz, sonra otobüsün en arkasında gözlerinizi yollara devirirsiniz. Belki de arabanızın camlarını silmek için bir ellerinde silecek, diğerinde selpak ya da karanfil olan çocukların arasından geçer, kornalara kulağınızı tıkar, direksiyondaki ellerinizde bir eski ritim yolları aşarsınız. Bilirsiniz ki geçmektedir zaman, hatırlananlar unutulanların yanında ne de azdır. Saçlarınıza biraz daha kar yağar her gün doğuşunda, takım elbisenizi kaç kez kuru temizleyiciye verdiniz, kaç kez bağladınız şu kravatı bilmezsiniz. Bir yandan çorabınızın tekini arar, bir yandan içiniz de hala tepinip duran, ille de şeker isterim diye tutturan, sırf gülümsemek sırf gülümsetmek için türlü muziplikler yapan çocuğu duyarsınız. Bıraksanız bir gün tüm camları indirir, tüm kedilerin kuyruğuna teneke bağlar ve bütün duvarları boyar gönlünce diye korkarsınız. Kapılardan geçer, güvenlik görevlilerini selamlar, manyetik kartınızı okutup boynunuza asar ve asansördeki aynadan aksinize dil çıkarırsınız. Bilgisayarların, yazıcıların, faksların, projektörlerin ve fotokopi makinelerinin yanından süzülürsünüz. Gözlerine bakarak konuşursunuz hala insanların, sırıtma çıkartmalarından alıp yapıştırmazsınız ağzınıza ve gözlüğünüzün sapını yemeye uğraşmazsınız hiç. Sakin sakin, gider yerinize oturursunuz. Klavyenin tuşlarına basarsınız, ekrandaki küçücük simgeleri fareyle yakalarsınız, dosyalardan kağıtlar çıkarır ve dosyalara kağıtlar takarsınız. Telefonlar gelir ve gider, insanlar bir şeyler der ve siz ceketinizi çıkarıp koltuğunuza asarsınız. Elinizde tepsiyle beklerken yemekhanede, anlara bakar, umutları dinler, eleme takılıp kalırsınız. Bir ürpertiyle içersiniz kahvenizi, sigaranız söylenemeyen her şeyin sözcüsüdür. Ağır adımlarla volta atarsınız caddelerde, avlularda. Kalabalıkların arasında bir kendinizi taşırsınız bir de kendinizde olanı. Ve biter paydos, dönersiniz yerinize. Yine tuşlar, yine klavye, yine dosyalar. Rafet Bey gelir bazen yanınıza, yakın gözlüğü gömleğinin cebinden sarkmış bir halde ve tütünden sararmış parmaklarıyla, hadi der, hadi, uçtun yine sen. Neredeee dersiniz elinizi koccaman sallayarak. Gelen maillerinize bakarsınız, başında fwd yazanların hepsini el çabukluğuyla silersiniz, yine gelmemiş dersiniz, nedir beklenen, nedir gelecek, kimse bilmez, siz bilirsiniz. Ağır adımlarla kahve makinesine uzanırsınız, bir kahve alır, bir sigara yakar, gaz odasında zulaya kaçarsınız. Gaz odasının sakinlerinin bir adada kalsan bir başına ve üç şey alsan yanına ne alırsın sorusuna ters ters bakar, bir şey alırım, bir şey alırım, bir şey alırım dersiniz. Nedir diye sorsalar, söylemezsiniz, söyleyemezsiniz. Ve akşam olur, gün devrilir yeniden, zaman dersiniz, geçerse geçsin, baki olan ne. Masanızı toplar, kağıttan bir uçak yaparsınız. Ellerinde temizlik bezleri, büyük boy elektrik süpürgeleri ile gelen temizlikçilere bakar, kolay gelsin der ve ceketiniz sırtınızda çıkarsınız. Otobüsler, dolmuşlar, vapurlar, servisler getirir, bırakır sizi evinize her akşam. Gömleğinizi, ceketinizi, kravatınızı bir coşkuyla çözer gökyüzüne fırlatırsınız. Çayınız demlenir köşede usul usul, siz bir koltuğa gömülüp sönen ışıklara dalarsınız. Anlar gelir geçer gözlerinizden, insanlar gelir geçer, yaşlar gelir geçer, zaman gelir geçer. Herkes ve her şey işte uyudu artık derken, gözlerinizi ve ellerinizi sevinçle açar, aslolan zıddıyla kaim olmayandır dersiniz, doğru söylersiniz.
HAVA SICAK MI SICAK
Yoruldunuz. Tüm yılın her tür sıkıntısı birikti de birikti. Nefes alamıyorsunuz neredeyse, her sabah geç kalıyorsunuz işe, gömlek ütülemekten helak oldunuz, kravatınız artık “bırak beni gideyim” havalarında her daim. Çok çalıştınız ve sıkı bir tatili hak ettiniz. Karayolları Genel Müdürlüğü ve büyük gazetelerden birinin güç birliğiyle halkımızın kullanımına vakfedilmiş bir Türkiye karayolları haritası çıkardınız ortaya. Gözleriniz alışkın hareketlerle hemen güneye kaydı. Antalya’nın üzerinde bir çay lekesi var. Kardeşinizle birlikte tatilin rehavetine acilen girip kollarınızla yüzme hayallerinizi realize ederken fincanı devirmiştiniz geçen sene. Sonra battı balık yan gider deyip üstüne bir de güreş tutmuştunuz. Hayır kardeşiniz tuş etmişti sizi, yanlış hatırlıyorsunuz. Hatta koca göbeğinizin üstüne oturup, zıplamıştı birkaç kez. Bu sene yalnızsınız, kardeşiniz evlendi. Bodrum’un “B”si yok, etrafı kararmış bir boşluk onun yerinde. Ne kadar oldu? Dört yıl, beş yıl? Sigara düşmüştü, hatta halı da yanmıştı biraz. Annenizle ve babanızla kalıyordunuz. O sene fındığa gelmemenize bozulmuştu babanız. Siz her “ama baba” demenizde, ”benim zamanımda” diye başlayan cümleler kurmuştu artarda. Bodrum’dan hediye diye getirdiğiniz deniz kabuklarına bakmamıştı bile, ama o gümüş tabakayı hala kullanıyor, soranlara “oğlumdan” diyor keyifli keyifli. İzmir’in hemen üzerinden başlayan yırtıksa yeğeninizden hatıra. Ne yaramaz ve ne şirindi değil mi? Amerika’ya mı gitmişlerdi? Tamam hatırladım; Kanada. İki yıldır gelemiyorlar memlekete. Zor tabi gurbet, ekmek parası, hayaller vesaire. Gözünüzde tütüyorlar, annenizi torunun resmine bakıp ağlarken yakaladınız bir kaç kez. Tek torun, tek yeğen, kolay değil, anlarım. Kaçırmayın gözlerinizi lütfen, puslandılar mı biraz ne? İçinizi çektiniz belli belirsiz ve gözlerinizi haritaya devirdiniz yine. Ankara da ne kadar eskimiş değil mi haritada? Ne kadar çok giderdiniz eskiden, ne kadar çok insanınız vardı. Neredeler şimdi acep? Çoğu silindi sanki hiç olmamışlar gibi. Bazılarının e-mailleri mevcut, başında “fwd” yazan mailler gönderiyorlar, bazıları evlendi ve dünya meşgalesinde, bazıları küstü hemen her şeye. Ortak yanımız göbeklerimiz olmalı dediniz gülümseyerek, duydum. Ve Erzurum’a kaydı gözleriniz, sonra Tatvan’a ve geçip canavarlı gölü Van’a. Ne kadar da çok gezmişsiniz ya da ne çok insanınız varmış. Hüzünlendiniz. Şimdi 15 katlı bir apartmanın 12. katındaki bir stüdyo dairede yere oturmuş, haritanızla başbaşasınız. Yanınızda bilumum tur operatörlerinin, turizm acentelerinin broşürleri. Broşürlerden birine uzandınız, katlayıp katlayıp güzelim bir uçak çıkardınız. Sonra salondan balkona uzanıp, gökyüzüne savurdunuz heyecanla. Güzel uçtu doğrusu, çocukken de böyleydiniz. Bilmesem inanmazdım, tüm kızlar hayrandı uçaklarınıza ve tabiatıyla size. Bir ara posta güvercini niyetine de kullanmıştınız değil mi? Hatta o aşk mektuplarınızdan biri yanlış kızın önünde inişe geçince koştura koştura uçağı alıp doğru kıza sunmuştunuz iki büklüm ve dizleriniz titreyerek. Ne güzeldi o günler, ne güzeldi. Tekrar dönüyorsunuz haritaya, ama bakışlarınız artık biraz öfkeli. Güneş tepenizdeyken güneş gözlüklerini takıp kumlarda yatmanın keyfi ne olabilir diye düşündünüz. Yiğitliğe halel gelmesin diye kimselere söylemediyseniz de sudan da haz etmezsiniz pek, çünkü korkarsınız bilirim. Duş alırken bile tedirgin olduğunuza göre, koccaman denizden haydi haydi... Tamam canım bakmayın ters ters. Yoksa diyorsunuz şu alternatif tatillere mi bir bakmalı? Hani insanın kendi ülkesinde Fransız Fransız gezdiği, hani durmaksızın "bir mozaiktir benim memleketim " dediği, yerel türküler eşliğinde yerel yemekler yediği, cümle alem kendi halinde iken ayakta spor ayakkabı belde freebag ve boyunda koca fotoğraf makinesiyle gezdiği. Eh biraz komik bir tablo oldu bence de, ama ne bileyim bıyıklı yabancı olmaya gülünmez mi? Sanırım haklısınız, doğru seçenek hiçbiri. Kalktınız yerinizden. Nereden aklınıza geldi bilemem o ıvır zıvır çekmecesinden eskice bir fihrist çıkardınız. Sayfalarını karıştırdınız ağır ağır ve durdunuz çay ve sigara kokulu bir sayfada. Telefona uzandı elleriniz, selamladınız ahizenin öbür ucundakini. Konuştunuz. Ürkek bakışlarınız gülmeye başladı neden sonra. Uzun uzun konuştunuz, kahkahalar attınız peşi sıra, birkaç keşke geçti bakışlarınızdan, birkaç neden olmasın sonra, en sonunda da bir tane hayırlısı. Tamam dediniz en sonunda da, geliyorum. Telefonu kapattınız, yüreğiniz yerinde duramayan bir kuş. Haritaya baktınız son bir kez. Gideceği yeri bilmeyene harita ne yapsın dediniz ve gideceği yeri bilene harita ne lazım.
GELMELER VE GİTMELER
Bir şey bekliyor gibisiniz, fark ettiniz mi? Sanki klavyeye bir başkası dokunuyor, dosyaları karıştırıyor, imzalar dağıtıyor, telefonlarla konuşuyor ve yazıcıya yeni kağıt yerleştiriyor. Bir şey bekliyor gibisiniz, fark ettiniz mi? Yıllarca aynı işi yapıp ellerini, gözlerini, aklını, hülasa her bir şeyini otomatikleştirmiş işçiler gibisiniz bu sabah. Somurtmuyorsunuz, tebessüm de etmiyorsunuz ama. Çalışmadığınızı kimse söyleyemez, işte önünüzdeki kağıt yığını azalıyor hızla. Ama bakıyor da görmüyor gibisiniz, duyuyor da dinlemiyor gibi sanki. Kapıdan her girene aydınlanmış bir yüzle bakıyorsunuz, bir haber, bir haberci bekler gibi. Her telefonu ışıl ışıl bir sesle açıyorsunuz, her an hazır gibi aranmaya, buradayım işte tam buradayım demek için sanki. Ama yüzünüz soluyor sonra ve matlaşıyor sesiniz hemen. Pencerenin, panjurların örtemediği kenarından güneş ışıklarını salmaya çalışıyor. Uzaklardaki beyazlık, bir bulutun parçası olmalı. Hatta çocuk sesleri geliyor. Ve çaylar gelip gidiyor önünüze, yüzüne bile bakmıyorsunuz çayları dağıtan çocuğun. Müdürünüz gelip bir şeyler soruyor, gerekli cevapları veriyorsunuz bulunabilecek en kısa cümlelerle. Suskunsunuz, sakin olduğunuz kuşkulu, sanki bir şey bekliyorsunuz. Parmaklarınızı masaya vuruyorsunuz ara sıra, bir at koşuyor gibi. Gözlüğünüzü çıkarıp kravatınızla siliyorsunuz. Neden sonra bir boş kağıda rastlıyor gözleriniz. Kağıdı elinize alıp ters çeviriyorsunuz. Arkası da boş. Düşünüyorsunuz. Boş bir kağıt, ama bir kağıt, ama boş, ama bir kağıt. Kalemliğinizden afili bir kalem seçiyorsunuz, hani şu önemli imzaları atmakta kullandığınız siyah keçeli kalemi. Alışık el hareketleriyle iki dağ çiziyorsunuz kol kola. Dağların tam ortasına güneşi konduruyorsunuz, ışıklarını da unutmuyorsunuz. Güneş ya batmakta, ya da doğmakta, siz de bilmiyorsunuz. Sonra sağdaki dağın eteklerinden bir ırmak getiriyorsunuz aşağılara doğru. Nehrin tam da genişleyip kabardığı yere bir ev çiziyorsunuz; çatısı, bacası, hatta pervazları tastamam. Kapısını yarı açık bırakıyorsunuz evin. Sanki bir konuk gelecekmiş gibi. Evin yanına koccaman bir ağaç konduruyorsunuz. Bir kaç kuş uçuruyorsunuz sonra gökyüzünde. Her şey tamam işte, ama sanki bir şey bekliyorsunuz. Sonra kağıdı katlamaya başlıyorsunuz; katlıyorsunuz, kıvırıyorsunuz ve bir uçak çıkıyor kıvrımların arasından. Ayağa kalkıyorsunuz usulca, incinir miydi uçaklar? Panjuru sonuna kadar açıp, göğe fırlatıyorsunuz uçağı. Bir mektup mu bu yoksa? Uçak uçuyor, bir yerlere bir şey mi taşıyor ne? Arkasından el sallıyorsunuz. Herkes size bakıyor, siz herkese gülümsüyorsunuz. Dönüp geçiyorsunuz yerinize. Herkesin bakışları kendilerine dönüyor. Masalarına bakıyorlar, bilgisayarlarına, tel zımbalarına ve makaslarına. Bir an duruyor sanki her şey. Ve sonra her şey akmaya devam ediyor kaldığı yerden. Yeni dosyalar geliyor önünüze ve gidiyor önünüzden. Görüyorum ama, ince bir tebessüm asılı kalıyor dudağınızın bir kenarına. Öğlen paydosu gelip çatıyor. Bir pastaneye yollanıyorsunuz; frambuazlı pasta ve limonata. Güneş tepede ve hava sıcak mı sıcak. Ben mi yanlış hatırlıyorum? Sevmezdiniz yaş pastayı siz. Hatta doğum günlerinizde sizin için alınan yaş pastaya bile el sürmezdiniz. Hafızam da güçlüdür oysa. Şimdi de pastayı seyrediyorsunuz uzun uzun. Garson şüpheleniyor; bir şey mi var efendim? Ne güzel değil mi diyorsunuz, yaş pasta yani. Garson şaşırıyor önce, sonra bir ağız çabukluğu ile pastanelerinin ne kadar sıhhi şartlarda ne kadar leziz pastalar yaptığından falan bahsediyor. Bir el hareketiyle susturup, ikincisiyle yolluyorsunuz garsonu sizden uzağa. Ve biraz pasta, biraz limonata ve biraz pasta, biraz limonata. Parayı masaya bırakıp, ofise dönüyorsunuz. Müdürünüzü görüyorsunuz, kağıttan bir kayık yapıyor ve fark etmiyor sizi. Deniz olmalı diyorsunuz, bana gökyüzü düştü. Kağıtlar geliyor ve gidiyor önünüzden, telefonlarla konuşuyorsunuz, zaman geçiyor, akşam oluyor. Batıdan batıyor güneş, olsun diyorsunuz doğudan yükselir. Bir şey bekliyor gibi değilsiniz artık. Sanki, nasıl desem, bir şey biliyorsunuz.
TAŞINMALAR
Ortalıkta bir hareketlilik var bugün. Siz de mi fark ettiniz? Herkes dosyalarını toparlıyor; zımbalarını, makaslarını, ataçlarını, hülasa değerli tüm kırtasiye malzemelerini tornalara dolduruyor, hatta bir iki kişinin monitör ve bilgisayarların üzerine kurşun kalemle isimlerini yazdığını gördünüz. Hayırdır inşallah deyip, yerinize geçiyorsunuz. Bu koşuşturmanın başınızı döndürdüğünü görüp, amaaaaan deyip dosyanızı, bilgisayarınızı açıyorsunuz. Birileri yine ekran görüntüsünü değiştirmiş. Ne alaka ve nereden buldularsa koca bir Galatasaray logosu ekranınızı kaplıyor. Hafif gülümsüyor, omuzlarınızı geriye atıyor ve sonra birini düşürüyorsunuz. Birileri meydan muharebesi istiyor anlaşılan. Bir avcının gözlerini ödünç alıp o haylaz avı bulmaya çalışırken Müdür Bey kafanızın üstünde beliriyor. Siz neyi bekliyordunuz acaba, diyor. Anlamaz ve umursamaz gözlerle bakıyorsunuz, otobüs beklediğinizi söyleyip en kötü esprilerinize bir tane daha eklemeyi kuruyor ve hemen vazgeçiyorsunuz. Geçen gün gelen kalın dosyayla kimin cebelleşeceği henüz belirlenmedi ve gönüllü kurban olarak ortaya atlamak hiç de akıllıca görünmüyor. Soru dolu bakışlarınızdan sıkılan Müdür Bey, bugün yerleşim planının değiştirileceğini bilmiyor musunuz yoksa, diyor. Ne yerleşimi ve ne planı diye düşünüyorsunuz. İşte yerleşiğim burada ve önüme gelen dosyalarla güreşiyorum mütemadiyen, diyorsunuz en içinizden. Lütfen hemen dosyalarınızı ve ıvır zıvırınızı toplayınız, diyor. Şimdi sabah sabah o kardeş gibi bellediğiniz kırtasiye malzemelerine ıvır zıvır denmesi ne kadar can sıkıcı değil mi? Ama oflayarak da olsa diğerlerine uyuyorsunuz. Birazdan iki yetkili çıka geliyor, ellerinde kocaman bir plan ve peşlerinde tulum giymiş iriyarı iki adam daha. Kurumsal kültürü derinleştirme amacıyla yerleşim planlarında bir standardizasyona gidildiği ve özetle bu yüzden ofiste artık başka yer ve şekillerde oturacağınızı söylüyorlar. Kurumsal kültür dedikleri şeyi biliyorsunuz; geçenlerde iki günlük izin almaya çalışırken doldurdunuz üç ayrı forma ve bütün hafta içi çalıştıktan sonra hafta sonunuzu da rezil etmek amacıyla dağa götürüp her birinize hayatta tutmayacak üç fidan ektirmelerine kurumsal kültür deniyor. Lakin elden gelen bir şey yok. Dediklerine bakılırsa herkes unvanına göre bir yerlerde oturacakmış. Unvanınız ne kadar yüksekse o kadar geniş ve zula bir alan belirlemişler, dediklerinden anlaşılan bu. Yerinizde gözü olan Nihat Beyin başının altından çıktığını düşünüyorsunuz tüm bunların. Ve tulum giymiş o koca adamlar, masaları bir bir yükleyip, kravatlı adamların dediği yerlere götürüp bırakıyorlar. Sizin masanızı fazla kullanılmaz bir yer diye, yangın merdivenine çıkan kapının önüne bırakıyorlar. Yangın anında yangın merdivenlerine ulaşılmasını sağlamak gibi bir yeni görevinizin daha oluştuğunu kibarca anlatıyorlar. Peki diyorsunuz. Tulumlu adamlar iki saat boyunca ter içinde çalışıp masaları oraya buraya götürüp bırakıyorlar. Bu sırada Fatma Hanımın etajeri yere düşüyor ve ortaya bir ton zımba teli saçılıyor. Herkes suçlayan gözlerle Fatma Hanıma bakıyor, kaç haftadır zımba teli bulabilen yok. Depolamış demek ki suçlamaları fısıltılar halinde dolanıyor ortalıkta. Neden sonra tulumlu adamlar masanın birini düşürüp bacaklarından birini kırıyorlar. Ha ha ha, Nihat Beyin masası olduğunu anlayınca nasıl da keyiflendiniz. İşte sonunda bitti diyorlar. Herkes yerlerine gidiyor. Ve başlıyor bağrışmalar;
- Bu masa benim değil, benimkinin üstünde sigara yanığı izi vardı, diyor sertçe birileri.
- Bu çöp kutusu benim değil, benimki ezilmemiş daha pırıl pırıldı, diyor acıklı bir ses.
- Ben burayı sevmedim hiç, diyor bir başkası, yer değiştirmek isteyip istemeyeceğinizi soruyor,
Sonunda dönüp bir etrafınıza bakıyorsunuz. İnsanları görmeye alıştığınız yerlerde başka başka insanlar oturuyor. Dosyayı onaylatmak için kaç kez yanlış masaya gideceğinizden, her sabah önce eski yerinize, sonra da ite kaka yeni yerinize oturacağınızdan eminsiniz. Bu arada bilgisayarınızı networke bağlamamışlar, dosyalar bulamıyorsunuz ve henüz telefonları doğru yere bağlamamışlar. Dosyalarını yerleştirme çabasında insanlar ve diğerlerini. Ortalık bir karınca yuvasını andırıyor, tek fark kimse hakikaten bir şey yapıyor gibi değil. Masalardan kağıtlar uçuşuyor. Herkes gergin ve nereden çıktı bu iş diyor. Siz bunlara bakıp bakıp gülerken, birden yangın alarmı çalışmaya başlıyor. Komutayı ele geçirip herkesi paket misali yangın merdivenine iletiyorsunuz. Kimsenin kalmadığından emin olduktan sonra, hin bakışlarla Nihat Beyin masasına gidip o çok sevdiği kalemlerden birini yürütüyorsunuz. Ne güzel diyorsunuz yerleşim planının değişmesi. Kalemi bütün mürekkebini akıtacağı gömlek cebinize yerleştirip ol mahalden uzaklaşıyorsunuz.
BAKİ KALAN ÜZERİNE
Bir yorgunluk var sanki üzerinizde. Nasıl diyeyim; sanki saçlarınız daha bir ak, gözleriniz daha bir mat, dilleriniz daha bir sessiz ve ayaklarınız daha bir sürüklenir. Aldırmaz görünmeniz yanıltıcı, biliyorum. Ama bakar mısınız lütfen; işte yine aynı dosyalar, masalar, bilgisayarlar, iş arkadaşları ve ıvır zıvır falan. Ne ki değişen? Bakın itiraf edeyim; şunca zamandır tanışıyoruz, neredeyse 1,5 yıl olacak. Huyunuzu suyunuzu bilirim desem çok olmaz sanırım. Bir gölge gibi takip ediyorum sizi nicedir; evde, yolda, işte, yolda ve tekrar işte. Ezberledim mesela rutinlerinizi; her sabah köşedeki pastaneden iki poğaça almanızı, kaldırım taşlarını yürürken saymanızı, sonra neden sayıyorum ki diye kızıp sonra saymamaya çalışmanızı ve becerememenizi, köşedeki çiçekçi kadının tezgahındaki bazı çiçeklere ısrarla bakmanızı, sonra aydınlanan bir yüzle servise binişinizi vesaire. Ah evet haklısınız, yapraklar dökülmeye başladı. Hala yeşillik hakim her yerde ama, sarının egemenliği yakın. Tabi ki iyi tarafları da var; okullar açıldı mesela. Nicedir uzaklarda çınlayan çocuk sesleri artık yanı başınızda; uzun eşekler, kovalamacalar, önlüğün kuyruğundan yakalayıp koparmalar da cabası. İnanır mısınız demeyin bana lütfen, tabi ki inanırım ve de bilirim; bilseniz kabul edecekler, bugün bile gidip kaydolursunuz şu ilkokul denen şenliğe. Ama biliyorum elbet, geçmiş geçmiştir. Sabahtan beri yaptığınız tek şey; topladığınız kartvizitleri bir kartvizitliğe yerleştirmek oldu farkında mısınız? Hayır tabi ki hesap sormuyorum, ne haddime ki. Ancak bir açıklama ummak da hakkı insanın değil mi? Bu “ya sabır” mimiğiniz “no comment” diye özetlenebilir sanırım. Farkındayım, çiçeklere merak sardınız bir zamandır. Her sabah, diğer anlarınıza nedense isabet etmeyen bir aydınlık yüzle onları suluyor ve yapraklarını okşuyorsunuz. Güldürdünüz beni şimdi, elbette yaşlanıyorsunuz, baki olan kim ki. Size ağabey diyenlerden amca diyenlere doğru hızlanan bir kayış var, ben de duyuyorum nasıl çağrıldığınızı ve üstelik dediğiniz gibi sizin amca diyebileceğiniz pek kimse de kalmadı. O zaman bana amca diyebilirsiniz. Komikti doğrusu, niye somurtuyorsunuz ki. Aynen Türk filmlerindeki gibi. Ama anlaşılan mümkün olmayacak o tombul yüzünüzden bir tebessüm koparabilmek. Ne yapalım, bizimkisi de karıncanın yolculuğu misali, aslolan denemekti ya hani... Ama bu değil umduğum tebessüm, bu basbayağı alaycı bir gülüş oldu. Deneyip deneyip yenilmeye mi gülüyorsunuz nedir. Ah neyse ki telefon çaldı sonunda da kurtuldum kralım soytarısı rolünden. Kulak kabartmayayım mı? Peki, ama aşkolsun yani. Sesinizin rengi de biraz yumuşadı mı ne? Ah işte gözleriniz de parlıyor ve elleriniz hareketlendi birden, anlayamadım. Şimdi de ayağa kalktınız,bu hakikaten de şaşırttı beni şimdi. Ne oluyor, söyler misiniz? Başınızı yavaşça sallayıp kapadınız telefonu. Derin bir nefes alıp tekrar oturdunuz yerinize şimdi de. Ketumsunuz yine. Yoksa..., yoksa... Tabi ya. En başından bilmeliydim. Bir de utanmadan bunca zamanlık tanıklığımdan bahsediyorum. Gülümsediniz işte gördüm, bu alenen bir onaylama. Ne zaman yolculuk peki? İsterseniz önden gidip çantanızı hazırlayayım hatta ya da pasaport işlemleri falan. Ne gitmesi ve ne pasaportu mu? Nasıl yani? Şaşırma kotam çoktan doldu, bakın uyarıyorum. Tamam sustum, dinliyorum peki, hatta oturuvereyim şuracığa.
Ne güzeldir karlı bir akşam vakti bir dostun uyandırması.
Nasıl deniyordu; tamam o zaman.
MIRILDANMALAR LAR LAR
Dışında mı kaldığınızı düşünüyorsunuz her şeyin? İşten eve, evden işe giden bir yol mu kayıtlara düşen sadece sizce? Anlayamadım, neler diyorsunuz? Bir şeyler mi eksik? Ne gibi? Gece olup uyumaya koyulduğunuzda, gün boyu yaptıklarınızdan için içinize sığmıyormuş gibi olmuyor mu nicedir? Ya da işten gelip bir solukta üstünüzü başınızı değiştirip sokaklara atmıyor musunuz kendinizi peşiniz sıra alevli bir coşkuyla? Aynı hikayeyi bilmem kaçıncı kez dinlemenin sıkıntısı gibi bir şey mi bu? Bakın hala anlamadım. Hadi yine fotokopi makinelerinden, bilgisayarlardan falan konuşsak? Ya da ne bileyim neydi şu geçenlerde işe yeni başlayan çömezin adı? Veya isterseniz zımba teli, zarf açacağı, belki de optik mouselar? Olmaz mı dediniz? Demek ki bunlar zaten daraltan hayalleriniz, çoraklaştıran düşlerinizi? Otomatikleştikçe, her gerçek şey kaçıyor mu? Gerçekten mi üstelik? Bir de ben üstünüze üstünüze gelip dayamayayım mı bu soru işaretlerini? Zaten siz de bir sürü var öyle mi? Ayıklamak mı bu yaptığınız? Mazur görün ısrarlı anlayışsızlığımı, lakin anlamadım hala hiçbir şey. Dönüp fark etmek zorlaştı demek kendinizi. Hem içerden hem dışarıdan bir kuşatılmışlık mı bu? Üstelik peşi sıra bir sürü kuru gürültüyü de mi getiriyorlar en içinize.? Bakın siz şu haylazlara. Peki, yapmayayım böyle münasebetsiz espriler. Sorun yalnızlık değil öyle mi? Aslında yalnızlık da, söylenegeldiği gibi değil demek ki? Bakın, iyice karıştırdınız kafamı ve zamanıdır sanırım sormanın; nasıl yani? Eskileri özlemle yad etmek kar etmiyor demek? Ya da geleceğe şirin gülücükler göndermek de pare etmiyor mu? Şimdi, burada ve hemen diyorsunuz yani? Demek kullanıla kullanıla eskimiş sözlerle de işiniz yok. Ne diyeyim, bir toparlama ve çokça dahil olma çabasıydı benimkisi. Siz bilirsiniz, şahit olarak bulunmam yeter diyorsanız. Gündem hep ödünç alınan şeylerden mi? Ve bu gündemle mi hesap soruyorlar yaşarken? Gündemsizliğe tahammül yok öyle mi? Ya da hemen faydaya dönüşmeyen gündemlere gündem denmiyor. Onlar deyip sıyrılmak işin içinden, kolay yol demek? Ben diyememenin, dememenin sahtekar çaresi mi "onlar"? Aslında ne varsa sizde var iyi ve kötü adına öyle mi? İyi, kötü ne gelse başınıza hak mı ediyorsunuz? Hatta bazı iyi şeyler bir tür avans veya hediye mi? Demek bunlara da nimet mi deniyor? Sorun ne biliyor muyum? Tabi ki hayır, siz soruyorsunuz, ben soruyorum. Bilmek için pek de müsait bir ortam değil bence bu. Tam aksine mi? Demek sorular bollaştıkça mı ulaşır kişi bilmeye? Peki ya kaybolmak desem? Kaybolmaz demek hakikaten soran. Soruları da mı ayıklamalı? Bazı sorular cevap bulmak için değil mi? İnsan oyalayabilir mi kendini bir zaman olmayan sorularla? Hatta cevaplarla mutmain dahi olabilir mi bir süre? Bakın bu hakikaten ilginç. Çünkü mutlu olmak için bir tarif gibi geldi bu bir süre dediğiniz işler. Demek mutluluk denmez mi buna? Olsa olsa uzatmaları oynamak öyle mi? Güvenli cam kavanozlar altındakine yaşamak denmez mi? Güvenli, aslında 0-5'ken maç 6-5 olacağına inanmamak mı? Bitse de evimize gitsek diyoruz demek ki? Ama sormuyoruz öyle mi; hangi yüzle döneceğiz eve? Niye tekrar edip duruyorsunuz "ne yapmalı", "ne yapmalı"yı? Aslında "ne yapmalı" değil mi bu? Sadece "haydi bakalım" mı? Bazen kendini yüreklendirmeli mi kişi? Hatta en çok da gereken bu mu? Kendisiyle konuşmazsa unutur mu kişi çünkü kendini? Ve aslında bilir mi ne yapacağını? Bir dakika durun şimdi, yani nasıl ve yani nereye?
Yakalayın kulaklarından soruları
Ekmeğinize katık, çayınıza şeker edin cevapları
Gidecekmiş gibi kalın
Ve gidin bazı bazı
GÜNLER GÜNLERİN ARDINDA
Yağmur yağıyor. Yağmur çok yağıyor. Kaç gündür rüzgarın kovalamasıyla bir türlü toparlanamayan bulutlar alt ediyor rüzgarı sonunda. Bulutlar rüzgara rağmen yağıyor, rüzgar yağmura aldırmadan esiyor. Arabalar geçiyor peş peşe, aldırmadan kenarlarında yürümeye çalışanları. Silecekleri hoşça kal der gibi siliyor camlarını, bazıları da nanik yaparak sanki. Bir yerlere ulaşmaya çalışanlar tek sıra geçiyor kaldırımlardan. Bazıları dükkanların, pencerelerin önünde seyrediyor sürüp gideni. Bir seyyar satıcı, arabasının üstüne örttüğü muşambayı kontrol ediyor, içerde terlemiş meyveler sebzeler. Buğular çıkarıyor her nefes verişinde. Biraz dargın gökyüzüne takılıyor bakışları, müşterilerini kaçırmış. Ama hafif de gülümsüyor, zabıtalar da sevmiyor yağmuru. İhtiyar bir çift, belleri bükülmüş geçiyorlar tam da oradan. Mandalinanın kilosunu soruyorlar bir de portakalın. Aldıkları cevaptan belli ki kızmış söylene söylene uzaklaşıyorlar. Bir belediye otobüsü geçiyor sonra, camların buğusundan içerdekiler birer gölge. Sadece küçük bir çocuk, kucağında annesinin, cama evler, cama güneşler, cama ağaçlar çizmekle meşgul. Satıcıyı görüp gülümsüyor, satıcı da karşılık veriyor ellerini sallayarak. Akşam yaklaşıyor. Güneş görünmese de bulutların ardından, seyreltip bulutları ve ışıklarını salarak bazı bazı ortalığa gitmedim, buralardayım diyor. Rüzgar denizi getiriyor bazen, tuzlu ve martı sesli bir koku. Yağmur bulduğu her fırsatta toprağı hatırlatıyor geçenlere. Kaldırımların kenarında, belli ki kendilerini taşkın bir nehir sanan sular hızla akıyor. Sürüklüyorlar önlerine ne çıkarsa, yani sigara paketi, yani ihtimal bir çocuğun düşürdüğü ve annesinin bakışlarından ürkerek ve ama üzülerek de alamadığı yarısı yenmiş bir lolipop ve yani hükmü geçmiş, gündemden düşmüş bir gazetenin tek bir sayfası. Ellerinde bir, çantalarında elli şemsiye taşıyan kavruk adamlar köşelerde beliriyor ansızın; “Şemsiye, şemsiye, ucuz, ucuz, vesaire, vesaire.” Belli ki yazdan kalma, belli ki hikayelerden çıkıp gelmiş yüksek topukların üzerinde genç bir kız karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor. Akıntıyla, gölcüklerle savaşıyor, yağmur yağmasa yüzlerine bile bakmayacağı yükseltilerden, birikmiş kum tepeciklerinden medet umuyor. Umduğunu bulamadan çorapları ıslanmış, yüzü ağlamaklı geçip gidiyor. Orta yaşın biraz üstünde bir teyze ellerinde bir marketin koca isimli torbalarıyla kızı izliyor, biraz mütebessim, biraz buruk ve biraz puslu. Sonra aldırmadan akan suya, yığılan kumlara koca adımlarla bir çırpıda geçiyor karşıya. Ayaklarında, boyacı çocukları yıldıracak kadar uzun siyah çizmeler. Sokak lambaları yanmaya başlıyor peşi sıra. Hava alacakaranlık, yağmurun umurunda değil, rüzgarın da. Işıklar kendilerini aydınlatıyor bir, bir de önlerinden düşen yağmur damlalarını. İlerde bir dükkandan dumanlar savruluyor göğe. Dumanların önünde bazıları kuyruk olmuş bekleşiyor, bazıları kuyruğa ekleniyor. Neden sonra yüzünde muzaffer bir eda ile bir adam çıkıyor; kollarının altında hala dumanları savrulan pideler, üzerinde imrenmiş bakışlar. Adamdan hemen sonra çıkan bir çocuk kuyruktakilere gülerek seyirtiyor, geçip gidiyor adamı. Işıklar daha uzakları aydınlatmayı başarıyor yavaş yavaş, güneş istirahata çekiliyor hızla ve yorgun. Saçları belli ki yağmurdan dağılmamış bir genç adam suları dahi görmeden ilerliyor hızla. Kulaklıklarından kısık bir şarkı dağılıyor. Silkerek omuzlarını çantasını, yerine yerleştiriyor, durmaya gerek görmeden. Pidelerini taşıyan adama çarpıyor, özür diliyor. Sonra aceleci bir minareden ilk ezan dağılıyor gökyüzüne, diğerleri izliyor onu peşi sıra. Seyyar satıcı mırıldanarak bir şeyler söylüyor ve arabasının altından çıkardığı yarım ekmek arası bir şeyleri yiyor. Fırıncı bir pideyi bölerek hala kuyrukta bekleyen insanlara dağıtıyor, kendini unutmadan. Seyyar satıcı iç cebinden bir sigara çıkarıyor. Boğuşup rüzgarın bin türlü hamlesiyle yakıyor. Buğu ve duman beraber savruluyor artık yağmura. Arabalar geçiyor yoldan, insanlar yürüyor ıslanarak ve gün işte böyle akşama kavuşuyor.
BENDEKİ HALLER TÜRLÜDÜR TÜRLÜ
Gördüm ki eskilerden bir tat taşıyorsunuz hep içinizde. Özlüyorsunuz belli ki yitip giden bir sürü şeyi. Oysa bir zamanlar yaşarken şimdi özlediklerinizi, başka özlemler sarardı etrafınızı, hatırlıyorsunuz. Garip bir durum bu, yoksa insan asla tatmin olmayan mı?
Öyle hemhalsiniz ki kendinizle, içinize sızabilene aşkolsun. Bu duvarları ya siz yükseltiyorsunuz ya da kendi kendilerine boy veriyorlar etrafınızda. Laciler var üzerinizde ve elinizde kemirdiğiniz bir gözlük çerçevesi, ya da kalabalığın ortasında uzaklara yönelmiş puslu bakışlarınız, ya da ne bileyim ortasında gibisiniz hayatın ama dışında kaldığınız da doğru. Aklınızda bir soru; yoksa başkalarının üzerinden mi ulaşır insan kendine?
Her şey ya çok düzenli ya da çok karışık, henüz anlayamadınız. Düzenli olunca bir güven ama ve de sıkıntı, karışık olunca bir endişe ama ve de umut, heyecan. Tam da bir yol ayrımı, neye bakmalı, güvene mi umuda mı? Ya neyi tercih etse diğerinde aklı kalıyorsa insanın?
Ne yapacağını bilenler var etrafta. Görüyor ve şaşırıyorsunuz. Basit matematik hesabıyla, bir sürü ihtimalden birini nasıl seçiyorlar diyorsunuz. Bir feylesof bakışıyla da, aynı nehirde iki kez yıkanamaz ki insan.
Biriktirmek ve kök salmak, kök salmak ve düzen. Doğru, fakat rahatsız edici geliyor bu ilişki. Nerede durmalı acep diye durdunuz bir an. Ya durmak diye bir şey yoksa aslında ve her şey bir yolculuk üzereyse?
Kar yağıyor dışarıda. Sokaklar bembeyaz. Nicedir gelmemiş olan o beyaz kış geldi işte ansızın ve üstelik gülümseterek. İnsanlar canlı kardan adamlara dönüşüyor biraz yürüyünce ve mağrur arabalar itilmeye, yol gösterilmeye mahkum. Ellerinde eldivenler koca adamlar kartopu oynuyor. Tuz döküyorlar yollara, kar aldırmadan tuzu da örtüyor. Tanıdık hepsi, çocukluğunuz böyle geçti. Ve bu bir çocukluk arkadaşıyla karşılaşmak kadar heyecan verici. Yürüyorsunuz sakin. Bir mola istiyorsunuz elinizle hayattan. Kar yağsın üstüme, üzerine ilk basan ben olayım yeni yağan karın, üşüyeyim ve kızarsın kulaklarım, ellerimde bir karıncalanmayla köşedeki pastanede alayım soluğu ve gelsin bir fincan sıcak salep. Sorular bir tarafta kalsın cevap da istemez bir süre. Bazen kendiliğinden oturur her şey yerli yerine. Teslim olmak, teslim almak mı yoksa tüm soru ve cevapları? Emin değilsiniz ama gülümsüyorsunuz.
BAHARA ÖVGÜDÜR
Akşamları hala serin ve hatta soğuk bazı, ama yapraklanıyor ağaçlar işte. Bir ömrün öyküsüne denk düşüyorsa bir tek yıl, işte yeni doğdunuz sayılır şimdi. Yani biraz yabancı ve ürkeksiniz bu yere, el gibisiniz az çok, serinliğinden ve bazı bazı soğukluğundan belli. Ama cesursunuz da ve emin, korksanız açar mısınız soğukta hiç?
Ben diyeyim otuz yıl önce, siz ne derseniz deyin, başlamış bir yolculukta hem aynı hem ayrı duraklara uğruyorsunuz. Eksiltmeleri var bunun, tamamlamaları, bir de tortuları elbet. Ve ama görüyorsunuz; geliyor gelmekte olan ve ayaklarınız daha bir kavi, oturuşunuz daha bir yerli.
Güneş doğuyor. Sabah sokağının arsız efendileri martılar, kedilere zerre aldırmadan volta atıyorlar. Çöp torbaları tepesi delik deşik edilmiş yorgun yüzleri ve kirli arabalarıyla sokakları arşınlayan adamlarca. Güneş, mavi kızıl bir gökyüzüne ilk ışıklarını yolluyor usulca. Rüzgar bir yolunu bulup sokakların arasından denizi getiriyor içerilere. Gün ortası hay huyunun sesini tümden kestiği vapurların boğuk sesleri yankılanıyor binaların duvarlarında. Birazdan bir simitçi geçecek yoldan, birazdan ilk kapı açılacak sokağa, birazdan okul servisleri tozunu atacak martıların. Biraz durup dinlemeli şimdi, vakit hala varken.
Sokağın tek mücevheri, her nasılsa bin türlü beladan yırtmış koca meşe, tomurcuklanmaya durmuş dallarını seyrediyor. Böyle miydi eskiden de dalları? Hatırlıyor, değildi; inceydi kırılacakmış gibi, şimdi gülüp geçtiği rüzgarlar kökünden sökecekmiş sanırdı narin gövdesini, korkardı gecelerin soğuğundan ve günün kavurmasından. Ne kadar çok üşüdü, ne kadar çok susuz kaldı, ne kadar kana kana içti Allah rızası için dökülen suları. Şimdi gövdesi yücelere uzanıyor, etrafını kuşatmış binalardan bile yüksek ve her sene olduğu gibi karşılıyor baharı; gülümseyerek. Dallarının uzandığı balkonlara haberler taşıyor; ha geldi ha geliyor.
Bir ekmek arabası yanaşıyor köşedeki bakkalın önüne. Şoför sakin açıyor kapısını arabanın; iki kasa ekmek çıkarıyor dışarıya. Kasaları bırakınca dükkanın önüne, dönüp bakıyor gökyüzüne, hafiften bir türkü söyleyerek; “fincanın etrafı yeşil”. Birazdan bir araba daha, bu seferkinin elinde gazeteler yığın yığın. Derin bir nefes alıyor ve bırakıyor; ya sefer deyip dönüyor yoluna. Ve en sonunda camdan ve ince süt şişeleri diziliyor kapısına bakkalın. Uyanmamış henüz tamamen belli, hem esniyor hem yıkıyor yüzünü rüzgarla.
Saatlerin zilleri çalmaya başlıyor derinden ve dört bir yandan; uyanın uyanın. Bakkal seslerin ortasında gelip açıyor dükkanını besmeleyle. Birer ikişer geliyor sabahın ilk sakinleri, ellerinde ekmekler, gazeteler, süt şişeleriyle dönüyorlar. Sokak sükunete dönüyor bir an için. Sonra ellerinde boyları kadar çantalarıyla çocuklar, annelerinin pencerelerden sarkan huzurlu bakışları altında sokağı sarıyorlar. Kravatlarını bağlayan adamlar izliyor peşlerini. Herkes ve her şey hareketleniyor. Koca meşe giderlerken kulaklarına üflüyor; ha geldi ha geliyor. Hepsinin yüzü gülüyor.
CUMARTESİLERDEN BİRİ
Hafta içinin karmaşası bol, gürültüsü yoğun havasını ite ite ulaştınız Cumartesi gününe. Bir ara uyanıp işe geç kaldığınızı düşündünüz. Neden sonra günlerden Cumartesi olduğunu hatırlayıp uyku ile uyanıklık arası çocuklar gibi şenlendiniz ve yeniden daldınız. Nice zaman sonra uyandınız, pek de erken değil. Tembellik yaptınız bir süre. Uykudan bile daha güzel sanki bu tembellik. Yüzünüzü yıkadınız ve çay suyu koydunuz ocağa. Pijamalarınızın üzerine bir mont geçirip gazete ve ekmek almaya yollandınız bakkala. Sokak sessiz. Bir kaç çocuk oynuyor, bir kedi çocukları uzaktan süzerek havanın ısınmasını bekliyor ve gökyüzünde bir kaç çift martı. Kaynayan suyun fokurtusu karşıladı sizi, montunuzu fırlatıp rastgele yumurta koydunuz bir de ocağa. Donattınız masanızı usul usul. Yumurta rafadan, peynir Ezine, kabukları soyulmuş ve ince ince dilimlenmiş domatesler, çiçek balı, taze kaymak ve Gemlik zeytinleri. Nihaleye bıraktınız çoktan demlenmiş çayı. Ağır ağır oturdunuz yerinize. Bir an eliniz kumandasına uzandı televizyonun sonra vazgeçtiniz. Elinizde gazeteler. Yıllardır sürdürdüğünüz merakınızı yinelediniz; ne yazıyorlar da 70 sayfa oluyor bu gazeteler. Gazeteyi okumayı bitirince de dinmedi merakınız. Sonraki hafta sonuna kadar bir kenara bırakıp merakınızı ne yapmalı nasıl etmeli bugün deyiverdiniz. Kritik bir an bu biliyorsunuz. Cevabının tüm hafta sonu sürecek bir sıkıntıyı da getirebilir peşi sıra, hiç bitmesini istemediğiniz bir keyfi de. Ve düşünüp, düşünüp yürümeye karar verdiniz.
Sırtınızda küçük bir çanta, üzerinizde kot, güneş gözlükleri ve spor ayakkabılar. Ama 25 yaşında değilsiniz artık. Dikçe bir yokuştan iniyorsunuz. Çevrede bazısı metruk, bazısı yeni binalar, hatta bir çeşme, bir türbe ve bir de kalabalık bir simit fırını. Dönüp sağa karşınıza alıyorsunuz Kılıç Ali Paşa Camiini. Rivayet o ki; Kaptan-ı Derya olan Kılıç Ali Paşa devrin padişahından bir yer ister cami yaptırmak için. Padişah şakayla karışık tüm deryalar senindir, daha ne istiyorsun deyiverir. Öfkelenen paşa da doldurup denizi öyle inşa eder camii. Bir selam verip Paşaya içinizden Karaköy’e dönüyorsunuz. Ağır ağır yürüyüp Galata Köprüsüne varıyorsunuz. Köprüde onlarca adam, ellerinde oltalar zamanı tüketiyorlar sıkıntılarıyla birlikte. Bin tane işporta tezgahı olmalı Eminönü Meydanında ve onlara aldırmayan binlerce güvercin Yeni Cami önünde. Hepsini aşıp birer birer Cağaloğlu’na vuruyorsunuz adımlarınızı. Hafif dik ve uzun bir yokuş bu. Sağında soluna banklar ve kuş evleri duvarlarda. Sultanahmet’e çıkıverdiniz işte. Bir tur atıp Dikilitaş ve Alman çeşmesinin etrafında dönüyorsunuz. Her yerde Japon turistler. Köfte yiyorsunuz, adettir yemeseniz olmaz. Ve tramvay yolundan istikamet Beyazıt. Bir nargile mi tüttürmeli elmalısından diye sorup vazgeçiyorsunuz. İstanbul Üniversitesinin alamet-i farikası olan kapısında soluklanıyorsunuz bir müddet. Lise yıllarınızı hatırlıyorsunuz; ne de güzel görünürdü o kapı dergilerin kapaklarında ve ne ümitleri gizlerdi ardında. Gülümseyip, bir de elinizi sallayıp hafiften giriyorsunuz Tahtakale’ye. Alışveriş merkezlerinde bulunmayan türden bir dingin kargaşa hüküm sürüyor hala burada. Çoğu orta yaşın üzerinde kadınlar, yanlarında kah çocukları kah her hallerinden bu kalabalıktan sıkıldıkları beli kocaları, onlar kepçe her yer kazan dolaşıyorlar. Üç-beş çift laf ettiğiniz her esnaf, eski tadı yok bu işlerin ağabey deyip dalıyorlar söze. Sonra tüm suçları tezgahtaki mallara şöyle bir bakmak olan genç bir çifti neredeyse kollarından tutup kıran kırana bir pazarlığa sokuyorlar. Bırakıp kendi haline dünyayı süzülüyorsunuz aradan. Yorulmuş ayaklarınızın sızlanmalarına dayanamayıp bir taksi çeviriyorsunuz. Ve evdesiniz işte yine.
Koltuğunuz yerli yerinde, siz de. Evi ev yapan terliklerinizi geçirmişsiniz ayaklarınıza. Hava kararıyor yavaşça, birazdan akşam ezanı okunur. Böyle uzun yürümelerin yaşamaya benzer bir tadı var; gelip gidiyorsunuz işte. Bir sigara tüttürüp usuldan salıyorsunuz kelimeleri; “eşref-i mahlukat nedir bildim”.
SIKILDIM ÇOK
Parmaklarınızın üstüne yükselip ve sonra bir ayağınızı havaya kaldırıp bir tur atıyorsunuz etrafınızda. Çocukken kolayca yapılan bir sürü şey gibi bu da zorlaşmış. Neredeyse düşüp bir yerinizi incitecektiniz. Kaldığınız yerden devam ediyorsunuz yürümeye. Parkın içinden geçiyorsunuz. Her yer yeşil, yaz kapıda bekliyor ama hükmünü sürdüren şimdi bahardır. Tek tük seyyar satıcı var ortalıkta, fazla insan olduğu da söylenemez. Gün ortası tabi; herkes ya işte ya okulda. Sizse işten kaçıp güneşe, havaya ve toprağa vurdunuz kendinizi. Bir çocuk geçiyor yanınızdan, elinde boyundan büyük bir bisiklet. Bir bankı destek alıp biniyor bisiklete ve iki yana sallanarak uzaklaşıyor ağaçların arasından. Siz uzanıp gömleğinizin üst cebine bir sigara yakıyorsunuz. Yaşlanıyorsunuz; yüreğinizi yerinden oynatan şeyler durmaksızın azalıyor. Giderek bilindik bir maceraya dönüştü hayat; hafta içi iş güç ve akşam televizyon, hafta sonu uyku ve bol bol yemek. Nicedir silkinip bir şeyler yapmak istiyorsunuz. Geçen yıl hafta sonları bir marangozda çalışmaya niyetlenmiştiniz; parasız hem de. Kollarını kullanıp ter akıttığı işlerin insanı nasıl da hafiflettiğini düşünmüştünüz. Konuştuğunuz marangoz sizi baştan ayağa süzüp ve hatta gözlerini iyice çıkmış göbeğinizde bir an tutup, alay edip etmediğinizi sormuştu. Siz ne münasebet ve devamı bir sürü şey derken, size bir çay söylemiş, piyasaların kötülüğünden bahsetmiş, okumuş bir adam olmanın iyiliklerinden ve keşke o da okusaymışdan söz etmişti. En son hatırladığınız hayırlı işler diyerek oradan kaçışınızdı. Sonra madem dışarıda mümkün değil, ben de kendi kendime yaparım deyip evin bodrumunu bir atölyeye çevirmeye başlamıştınız. Elden düşme ve küçük bir kaç makine, biraz kereste, sunta, tutkal vesaire. Bu planınız da önce apartman yöneticinizin gürültü kirliliğinden bahsetmesi ve ardından da belediye zabıtalarının baskın yapıp çalışma ruhsatınızı sormasıyla sona ermişti. Artık böyle bir işe kalkışmazsınız. Ama ne yapmalı ne yapmalı diyorsunuz, nasıl iyi hisseder insan kendini. Sinemalar, kafe sohbetleri yetmiyor; kafe sohbetlerine götürecek pek kimseniz de yok zaten. Sonra, işte her zaman yaptığınız gibi, birden vazgeçiyorsunuz böyle planlardan yapmaktan. İşte on küsur yıldır çalışıyorsunuz, yıllık izniniz senede şu kadar, servisiniz ve yemekhaneniz var, takım elbiseleriniz dizi dizi, çalar saatiniz, çalar radyonuz ve cep telefonunuzun çalma özelliği de mevcut. Önünüze çıkma şansızlığına uğramış büyükçe bir ağaca okkalı bir tekme savuruyorsunuz. Ayağınızı iki elinizle tutup zıp zıp zıplamanız, ağacın bu şansızlıkla ilgilenmediğinin açık bir delili. Topallayarak en yakın banka uzanıyorsunuz. Yakınlarda bir başka bankta bir teyze elinde örgü sizi süzüyor gözlüklerinin üzerinden, biraz da ters ters sanırım. Ağacı tekmelediğinizi görmüş olmalı. Uzaklarda çimlerin üzerinde de genç bir çift güneşleniyor. Sorun yok gibi, işte her şey yerli yerinde. Ama siz ısrarla karnınızda büyüyen sıkıntıyı hatırlıyorsunuz. Lisedeyken, fotokopi fanzin marifeti ile bir edebiyat dergisi çıkarmıştınız arkadaşlarınızla birlikte, onu hatırlayıp gülümsediniz. Oysa ne de kötü bir dergiydi; ağdalı cümlelerinizle derin bir adam olduğunuzu zannetmiştiniz. Hatta cümlelerinizi Türk filmi seslendirmeleriyle taklit eden arkadaşlarınıza “sanatçı zaten toplum tarafından anlaşılamaz” diye çıkışmıştınız bile. Şimdi on küsur yıllık bir iş deneyimi, eksilmiş saçlar ve çıkmış bir göbek ile bir sürü hatıra arasından bula bula bunu bulmanız garip değil mi? Gördüm kızdınız bana ve bunu da gördüm, haklı olduğumu düşünüyorsunuz üstelik. Hep tutunacak bir şeyler lazım değil mi? Tutunacak gerçek bir şey yoksa da, hatıralar ne güne duruyor sanırım. İçin için biliyorsunuz ama öyle mi; bugün ve şimdi var. Yani bankta ayağının birini ovalayarak oturan şişko bir adam mı? Ha ha ha; gülümsettim işte sizi. Güneş batıyor ağır ağır. Niyetinizi anladım; akşama kuru fasulye, acı biber turşusu ve fıstıklı baklavadan oluşan bir mönü düşlediğiniz. Nereden mi anladım? Ne zaman üzülseniz halinize hep bunu yapıyorsunuz da. Durun fırlatmayın ayakkabınız, daha yürüyecek çok yolunuz var. Demek mönü bu akşam değişik; kahvaltı sadece. Siz yarın iş değiştirmeye de kalkarsınız şimdi. Hadi bakalım; tebdil-i şeylerde hayır varmış.
YOLCULUK
Solgun görünüyorsunuz bugün sanki biraz. Biriktirip biriktirip gün yüzüne çıkarmışsınız bir şeyleri desem. Ya da derin bir nefes alıp, nereden nereye babından, olan ve olmayan şeylere ellerinizi salladığınızı söylesem. Belki de puslanmış gözlük camlarınızın ardından belirginleşmiş, her şeyi netleşmiş olarak görmeye başladığınızı düşünsem. Çok konuştum değil mi? Hepsi birer tahmin elbette, haklısınız. Söz çıkmazsa ağzınızdan, boşlukları doldurmak yanınızdakine düşüyor, buna ne çare? Her bir şey akarken, durmak ne mümkün, öyle değil mi? Ben de bir hareket üzere, durağan boşluklarınıza hareket veriyorum kelimelerle hepsi hepsi. İşte bir parça gülümsediniz. Evet güneş doğuyor ve batıyor, insanlar sokakları dolduruyor ve boşaltıyor, avazı çıktığı kadar bağıran simitçi, bir telaşla akşama kaç saat, tablasında kaç simit kaldığını hesaplıyor. Ne güzel değil mi, aslında her şey ve herkes bir yerlere gidiyor. Belli ki ilginizi çektim bir parça, gözlüğünüzü kravatınızla silmeye başladığınıza göre. Tamamlanmak ve tamama ermek sözleri üzerine kafa patlatmıştım bir vakitler de, hani siz telefonlar, bilgisayarlar ve fakslarla cebelleşirken. Elbette, görünmez yoldaşların vakti bol oluyor. Dedim ki kendime; kişi planlar yapar, kurgular kurar, boşu doluya doluyu boşa koyar ve ama sofrasına geleni yer. Ne kadar ilginç değil mi; sofraya haberli habersiz gelenlerden, onca dağınık şeyden yani böyle bir hikaye çıkması. Feylozof kesildim başınıza değil mi, ne kadar gülseniz az.
O da ne, bir fotoğraf albümüm mü elinizdeki. Eskileri mi karıştırıyorsunuz, hayat bir film şeridi gibi, düzelteyim bir fotoğraflar geçidi halinde gözlerinizin önünden geçiyor anlaşılan. Ne kadar çok anı biriktirmişsinizdir bunca yaşamışlıktan sonra, keyifli olsa gerek yad etmek. Bir sürü ilk vardır şimdi o anılarda. Her ilkin bir sonu mu var dediniz. Anlamadım. Biraz buruk bir gülümseme oldu dudaklarınızdaki, hayırdır inşallah.
Yerinizden kalktınız. Güneş ekranınızı görmeyi engelliyor, panjurları kapattınız. Makineden bir kahve aldınız, gaz odasına yollanıp bir sigara çıkardınız cebinizden. Asansörün yanından geçerken gözleriniz takıldı bekleyenlere, kimse aldırmıyor "sadece gideceğiniz yöne ait tuşa basınız" levhasına. Yangın çıkışı yazılı kapıyı itekleyip kesif bir dumana dahil oluyorsunuz. Neyse ki her yer dolmamış henüz. Usulca bir koltuğa gömülüp, sigaranızı ateşle buluşturuyorsunuz sonunda. İnsanları süzüyorsunuz. İşte Ayşe Hanım; kendi burada ama kafası kim bilir nerede. Oğlu Amerika'da okuyordu değil mi, onu mu düşünüyordur acaba. Ya da sabah servis saatlerinin erkene alınmasına içerliyordur her zamanki gibi kimseye bir şey demeden. Koca kül tablasını görmemekte ısrar edip her yerini küle bulayan Rahmi Bey de yanındakilerle hararetle konuşuyor; öyle olmaz böyle olur, iyi özetledim sanırım Rahmi Beyi. Her zaman muhalif miydi her şeye Rahmi Bey, düşündünüz ve kafanızı salladınız. Daha hala çömezlik mertebesinde gezinen Serdar, yine iş değiştirmeyi düşünüyor olsa gerek. Bugün Pazartesi ve iddiaya girersiniz ki yine bir sürü yere özgeçmişini yollamıştır. Nerede yanlış yaptığını düşünüyordur şimdi de. Hani gelip bir gün masanıza okulda ne kadar başarılı ve sosyal bir öğrenci olduğundan bahsetmişti. Ailesi de Bursa'lı mıydı ne? Hatta, değil mi, annesiyle babası gelmişti iş yerine, oğulları nasıl bir yerde çalışıyor merak ve endişesiyle. Ve babasının göğüsleri kabarmıştı, oğlunun hakikatli bir parçası olduğunu görünce işin. Annesi lüzum dahi görmemişti gözyaşlarını gizlemeye. Kapı açılıyor ve yeni birileri daha giriyor gaz odasına, bazılarını tanıyorsunuz bazıları yeni simalar. Yerinizden yine kalkıp yollanıyorsunuz odanıza, siz odayı terk etmeden başka birileri giriyor kapıdan içeri.
Yerinize oturuyorsunuz. Sizi bekleyen dosyalara, e-maillere şöyle bir tepeden bakıyorsunuz. Her şey yerli yerinde diyorsunuz usulca, her şey yerli yerinde ve her şey gidiyor işte, ne güzel. Hayat diyorsunuz kendi kendinize, aslında mutlu bir dönüş yolculuğu ve masanızda hala açık duran fotoğraf albümünü kapatıp çekmeceye koyuyorsunuz.
DEVR-İ ALEM
Kaldırım taşlarının üzerinde, ellerini bir ip cambazı gibi iki yana açmış her an düşecekmiş gibi yürüyordu. Güneş tepede bir yerde yakıp kavuruyor, insanlar gölgelere daha bir yanaşıyordu. Hiç kedi yoktu ortalıkta. Erken sayılırdı daha saat, yolların tenhalığı bundandı belli. Yürüyüşü açık otoparka çevrilmiş bir kaldırımda sona erdi. Yüzyetmişiki kaldırım taşını hiç düşmeden yürümeyi becermiş, ancak yüzyetmişüçüncüsünde tıkanıp kalmıştı. Omuzlarını silkip sıçradı kaldırım taşından. Etrafına bakındı kısa bir an, sonra elinden uçurtması alınmış bir çocuk gibi oturuverdi kaldırıma. Arabaları saymaya niyetlendi, o kadar az araba geçiyordu ki başlamadan vazgeçti. Binaları seyretti, balkonsuz ve çamaşırları pencereler arasına kurulmuş iplere serili evleri. Önünden koca bir tezgah arabası ile geçen eskiciyi seyretti, boştu arabası ve tizdi eskicinin sesi; “eskiciiii, eskici”. Asfaltı seyretti, karınca bile yoktu. Ne bulabilirlerdi ki diye gülümsedi. Neden sonra ayağa kalktı ve ezilip kaldırımın kenarına fırlatılmış bir kola tenekesine sağlam bir tekme savurdu. Teneke gitti bir arabanın kapısına çarptı ve yere düştü. Araba tiz sesle bağırmaya başladı, alçalıp yükselen, kesik kesik, titreşimli garip seslerle. Bir an evlerde bir hareketlenme oldu ve atletleriyle bir kaç adam belirdi pencerelerden. Biri bağıra çağıra elindeki anahtarlığı salladı ve araba suspus oturdu kaldı azar işitmiş bir çocuk gibi. Her yer önceki sakinliğine döndü. Sıkıldı hayal kurmaktan, şüphe etmekten ve saymaktan. Pencereyi kaldırım taşlarının, olmayan kedilerin, tembel adamların ve yakıcı güneşin üzerine kapattı. Bozkırların ve buğday tarlalarının Temmuz güneşi altında yükselen buğuları ve cırcır böceği sesleri kayboldu. Ayağa kalkıp televizyonu açtı, kapattı, turladı odaları birer birer ve sandalyesinde sonladı turunu. “Ya şimdi” dedi ya da “şimdi” dedi aslında. Kapıyı açınca deniz girseydi içeri ve hatta bir gemi ne güzel olurdu. Gözlerini kapadı, açtı. Bir kumsaldaydı. Etrafına bakındı; deniz, kum, güneş ve ince bulutlar. Kumları karıştırıp deniz kabuğu topladı, denize savurdu hepsini. Dalgaların kumsala sürüklediği yosun parçalarına doladı ayaklarını, memnun kalmadı. Bulutların güneşi bir an örtmesini fırsat bilip tişörtünü çıkardı ve denize bıraktı kendini. Korkmadı bu sefer sudan, enli kulaçlarla, su boyunu geçsin geçmesin umursamadan, uzaklaştı kıyıdan. Geriye dönüp baktığında kumsalın yavaş yavaş gözden silinip, denize karıştığı gördü. Her yer denizdi şimdi, o da. Üzüldü önce, gidecek bir yer bırakmadığı için, gidip gelmelerini hatırlayıp üzüntüyü azat eyledi. Neden sonra paçalarını sıktı ve araya karışmış küçük bir balığı yerine bıraktı. Bu sefer yerinden de kalkmadı. Oturdu uzun uzun. Pencereyi yeniden açtı. Öğlen sularıydı artık. Bakkalın önünde birikmiş çocuklar dondurma beğeniyor, kediler arabaların tavanına çıkmış güneşleniyorlardı. Şaşırmadı, kalakalmadı. Pencereyi kapadı. Güneşe baktı, önce gözlerini aldı sonra sarı sarı damlamaya başladı. Damladıkça her şey sarılaştı az ya da çok. Eski filmleri andırdı sokak ve insanlar. Döndü baktı ardına; ne de çok sarartmıştı geçmişini. Eskiden olsa kalan sağlar derdi, demedi. Ağabeylerin, ablaların, üzerinde yürürken düştüğü okul duvarının yanından geçti. Sokakları hatırladı, sokaklar üzerinde yaşananlarla çıkıp geldi. Kah güldü, kah üzüldü. Bir tren düdüğünü öttüre öttüre geldi, ensesinde bir rüzgar hissetti, dönüp baktı pencere rüzgardan açılmıştı. Vapur sirenleri hatırlattı boğazın yakınlığını. Bu güzel bir şeydi.
Yeniden pencereye uzandı elleri, kolunu tuttu ve vazgeçti. Sokağa tepeden baktı; sokak, sokak gibiydi işte. Kapının zili çaldı, açtı, kimse yoktu. Kapı kolunda bir torba kuru pasta ve kısa bir not; geldim yoktun. Düşündü; yok muydum? Karar verdi vardım ve varım. O zaman, dedi, terliklerini bir çırpıda giyip kapıdan çıktı, merdivenlerden indi, hızla yokuşu çıkıp bir sağına baktı bir de soluna. Oradaydı, omuzlarını düşürmüş gidiyordu yavaş yavaş. Heyy dedi. Döndü, baktı, gördü. Nereye? Gülümsedi bu sefer ve geri dönüp önce yürüdü, sonra adımları hızlandı ve koştu. Yanına gelince boynuna sarıldı, nerelerdeydin dedi. Ellerini iki yana açıp pencere dedi, pencere bozulmuş, ama yaptım, her şey yolunda şimdi.
ÇAM AĞAÇLARI
Yan yana dizilmiş uzun çam ağaçları vardı. Taştan örülmüş, eski ve ama sağlam bir duvarla ayrılmışlardı toprağı örten asfalttan, denizi kesen binalardan ve arabalardan ve insanlardan. Öyle uzundular ki; etraflarını çepeçevre kuşatmış binaları tepelerinden seyrederler ve bir yolunu bulup denizden kopup gelmiş imbatı karşılarlardı en yukarıdaki dallarının uçlarıyla. Güneş yukardayken huzur veren gövdeleri, birer heyulaya dönüşürdü karanlık çökünce. Sıcak yaz günleri balkonda uyuyan çocuk köklerini söküp üzerine geleceklerini zannederdi rüzgar esince. Balkondan aşağı bakardı o zaman dünya bildiği gibi mi hala diye ve görürdü gecenin bir vakti yokuştan zorlukla çıkan siluetleri. Sonra kafasını yeniden yastığına bırakır ve yıldızları sayardı. Sayıma çay ve sigara eşlik ederdi bazen ya da karanlığı aralayan balkon ışıkları. O zaman parmaklarının ucuna basa basa gelen bir adam hadi uyu artık derdi. Griye çalan beyaz saçları ile anlamazdı hiç uyunması için yaratılmış gecenin oturularak tüketilmesini. Çocuk bazen kızar, bazen umursamaz ve bazen de olur derdi gözlerini kapayarak. Sonra balkonlarda yatan herkesi kavuran güneşin ışıkları ile açardı gözlerini ve çamları bulurdu yine karşısında. İçerden gelen tıkırtıları duyunca anlardı adamın mutfakta tek başına çay demlediğini ve kahvaltı sofrasını donattığını. Yokuşta hareketlenmeler başlardı birazdan; zorlana zorlana çıkmak bu sefer yalnız insanlara değil arabalara da düşer ve çamların düşen kozalakları yuvarlana yuvarlana yeni sesler eklerdi boşluğa. Adam hızla kahvaltısını tamamlar ve dışarı çıkardı sonra. Çocuk balkondan başını uzatır küçük ve seri adımlarla adamın yokuştan inmesini seyrederdi. Çamların dallarına bir sürü kuş konar, gevezelik eder ve akşamın serinliğini beklerdi. Çocuk kah elinde bir kitap balkona uzanır, kah elinde bir sigara balkon demirlerine dayanır, kah elinde bir sürahi su balkonun çiçeklerini sulardı. Akşam çökerdi sonra, güneş doğardı yeniden, akşam yine gelir güneş yeniden dağıtırdı karanlığı Zamanı gelince bavulunu toplar çocuk, aşağıya iner ve yokuşu çıkardı ağır ağır. Bu sefer roller değişir, adam çocuğu seyreder, çocuk uzaklaşırdı. Değişmeyen çamlar olurdu ve onları her şeyden ayıran taş duvarlar. Havalar soğurdu ardından, kar düşmese de çamların üzerine, kesilmek bilmez yağmurlar başlardı. Ve sonra çiçekler açardı yeniden, kuşlar uçardı ve beyaz bulutlar dolanırdı çamların üzerinde. Çocuk yine gelirdi, bu sefer yokuştan aşağı inerek. Kapıyı adam açar ve parmaklarıyla sus işareti yaparak gelişini müjdelerlerdi herkese. Yıllar geçerdi.
Dirseklerimi çürüttüğüm doğru değil bayım. Şans ya da tevafuk diyelim ulaştığımız sonuca isterseniz, ya da bir tür ödül, hak etmeden alınmış. Biliyor musunuz bayım, nicedir planların bir işe yaramadığını düşünüyorum, plandan daha büyük bir şey var sanırım. İşte orada buluyorsunuz kendinizi, bazen de burada. Biraz hile yapınca mümkün tabi her şeyin bir plan dahilinde yapıldığına inanmak. Ama ne zaman bulsa insan kendini bir balkonda, çam ağaçlarına bakarken ve üstelik artık kendisine uyu diyecek yokken, başka bir şey olduğunu yeniden hatırlıyor bayım. Lakin unutuyor güneş tekrar doğunca. Yıldızları sayarken buralı olmadığına açıkça kani olan, güneş tepedeyken her daim buralı olan dağları kaldırmayı planlıyor yeniden ve yeniden. Bir tür döngü diyelim isterseniz buna bayım, hani yılların geçirildiği cinsten. Pişman mıyım diye sorarsanız bayım, hayır derim açık yüreklilikle. İçreyim çünkü hepsiyle diye de eklerim biraz düşünüp, ne varsa buralı olan ve olmayan. Ama öğrendim bayım sükutun dipsiz bir sessizlik olmadığını ve öğrendim yine sükutun teslimiyetten geldiğini, bulanların teslim olduğunu ve esirgenmediğini huzurun ve mutmainliğin teslim olanlardan. Bayım ben geldim tıpkı sizin gibi ve gidiyorum işte. Ne güzel şey değil mi?
Çocuk yine yokuştan indi. Ama bu sefer bavulsuz, bir arabada, arkasında adamla. Önce balkona baktılar birlikte ve sonra çam ağaçlarına. Yokuş yine aynı yokuştu, çam ağaçları yine aynı. Dedi ki çocuk şad ol, ben de yürüyorum işte.
KAYIP
Çok diken var. Üstelik yokuş. Taşları da görmezden gelmek faydasız. Ayrılıp keçi yolundan, çalılara yöneldiniz. İki elinizle, boyu geçen çalıları aralayıp nerede olduğunuza baktınız. Dağ olmasına az kalmış bir tepe bu. Ortalarında bir yerlerindesiniz tepenin. Uzaklarda güneş batıyor ya da doğuyor. Tepenin yamacından geçip ufukta kaybolan yolun üzerinde toz bulutları görüyorsunuz. Birileri geliyor olmalı ya da gidiyor. Gördükleriniz arasında kayda değer sadece bunlar var. Çalıları yerlerine bırakıp yolu tutturuyorsunuz yeniden. Çok diken var. Üzerinde bu kadar çok ayağın gezindiği bir yerde dikenler nasıl oluyor da olabiliyor. Bu ilginç bir soru ya da çok sıradan. Kaç zamandır yürüdüğünüzü bilmiyorsunuz, nereden gelip nereye gittiğinizi de. Sıkıcı bir durum. Omuzlarınızı silkiyorsunuz mütemadiyen. Sıkıntıyı uzaklaştırır mı? Belki, belki de değil ama. Kimse yok ortalıkta. Büyüklü küçüklü, yalın ve ayakkabılı bunca ayak izi. Yolcularının birbirini görmediği kalabalık bir yolculuk bu. Zaman zaman durup ortalığı dinliyorsunuz. Ses yok, rüzgar yok, ağustos böcekleri bile yok. Oysa yaz ya da yaz olmalı. Sıcak ortalık çünkü. Uzaklaşılan yolculuklar da vardır, varılanlar olduğu kadar. Bu hangisi? Yoldaki bir taşı tekmeleyerek cevaplıyorsunuz soruyu. Kırmızı kayalar artıkça çalılar da azalıyor. İyice yukarılara çıktınız. İşte bir düzlük, üzerinde öncekilerin bıraktığı türlü fazlalıklar, artıklar. Siz de size düşeni yapıp önce dinleniyor sonra hafifliyorsunuz bırakıp bir şeylerinizi. Yola devam hemen ardından. Yukarıdaki ışık kaynağı güneş olmalı, parlak çünkü. Ama belki de dolunay. Ayakkabılarınızı çıkarttınız, hatta çoraplarınızı. Çorapları ayakkabıların içine sokarak, ayakkabıları da birbirlerine bağlayıp omzunuza atarak devam ediyorsunuz. Yol türküleri yok ağzınızda. Kuru kuru yürüyorsunuz. Artık çalıların tamamen tükendiği bir yerde bir kayanın üzerine tüneyip tekrar bakıyorsunuz etrafa. Yüne toz bulutları ve yine doğan ya da batan bir güneş. Bir de kırmızımsı bulutlar eklenmiş. Hepsi hepsi bu. Siz yürüyorsunuz; sıkıntı ve mutluluktan nasibiniz yok.
- “Nereye?” diyor birileri.
- “Buraya” diyorsunuz.
- “Sonra?” diyor birileri.
- “Oraya” diyorsunuz.
- “İyi” diyor birileri.
- “Fark etmez” diyorsunuz.
Bugün erken kapandı kepenkleri dükkanların. Bir ılık yağmur başladı hafiften.Toprak koktu. Çok geçmeden otobüsler getirdi yorgun işçileri, öğrencileri. Öğrenciler yine de koşuşturdu biraz. Sonra herkes evine, köşesine çekildi. Gün batarken ışıklar yanmaya başladı, önce sokaklarda sonra evlerde. Perdelerin arkasındaki siluetler masalara oturup yemeklerini yediler.Dinlemiş yüzlerle olmasa da, dinlemiş yüreklerle süzüldüler koltuklara. Müzikli sesler dolaştı bir süre ortalıkta. Küçük siluetler kalktı önce koltuklardan, onları büyükleri izledi. Parlak ışıklar yerlerini soluk ışıklara bıraktı. Birkaç köpek aralıklarla havladı, ta ki horozlar ötene kadar. Otobüsler tekrar geldi sonra, tekrar açıldı kepenkler.
- “Ama herkes nasıl böyle?” dediniz.
- “Çünkü biliyorlar” dedi birileri.
- “Neyi” dediniz.
- “Nerede olduklarını” dedi birileri.
Gözlerinizde hafif bir ışık belirdi. Bir türkü sokuldu dudaklarınıza. Adımlar duyuldu yakınlardan. Güneş doğuyordu, Çok diken vardı, ama çok da çiçek.
SIFIRDAN KAÇ BİRİ TUT
Elimi cebime soktum. Parmaklarımla yakaladım gazete parasından bakiye bozukluğu. Çevirdim, ufaladım ve sıcacık oldu. Sonra havaya fırlatıp ucundan, seyrettim düşüşünü ve yakalayıp zapt ettim elimin üstüne. Usulca kaldırdım diğer elimi. Yazı gelmişti ve bu, tura gelmesi kadar anlamlıydı. Olacak mı olmayacak mı? Bir bulutla harelenmiş akıllarıyla yürüdü insanlar. Parmaklarının ucuna bastı bazıları olacağı korkutmamak için, bazıları koşuşturdu yakalamaya. Bazıları oldu, bazıları hayır. Omuzlarımı kaldırıp, keskin bakışlar fırlattım. Sanırım komiktim ve de korkmuş. Bir daha fırlattım havaya bozukluğu, ama bu sefer yakalamadım. Sen git bir mazgal deliğinden terk et dünyayı. Oldu mu şimdi? İşte bu hesapta yoktu. Bayağı güldüm bu sefer. İnsanlar önce yanındakilere baktı, sonra vitrin camlarından ve çaktırmadan kendilerine. Bir sigara yakıp yürüdüm. Bir para çekme makinesini geçtim. Önünde kuyruk vardı ve üzerinde bir yazı. Sonunu okudum yazının; "kimseye söylemeyin". İnce uzun bir kız, uzun enli bir oğlanla geçti yanımdan. Oğlan önce omuz attı, sonra ters ters baktı. Bir kullanma kılavuzu; kendini. Muhalif gazeteler sokaklara çıkmıştı; önce gür sesli çocukların ellerinde, yolun biraz ilerisinde yerlerde sereserpe. Kalın, büyük, siyah kelimeler; "yeter", "artık" ve "haklıyız". Merak eden yok mu; duvarı yapanla yıkan ya da kazığı çakanla söken nasıl aynı olabildi?
***
Neden ağrımasın ki başınız; istasyon binalarından ibaretse yolculuğunuz. Üstelik malumunuzdur, raylar hep biter.
***
Kadın masum yüzünü takındı. "Sen beni sevmiyorsun." Adam omuzlarını geriye attı. Şaşırmış ve incinmiş bir ifade kondurdu yüzüne. "Olur mu hiç öyle şey." Kadın yüzünü yere düşürdü. "O zaman benim sevdiğim kadar (gibi) değil." Adam kaşlarını çatmayı münasip gördü. "Sen benim ..." Oysa yukardaydı güneş, ısıtıyordu. Rüzgar esiyordu hafiften rüzgar gibi. Toprak kabarmıştı, bahardı yaklaşan. Ve sular gürlüyordu derinden derinden. Oluyordu yani bir şey; sürüyordu, sürüyordu. Kadın ani bir hareketle arkasını döndü ve yürümeye başladı. Adam koşarak ellerini yakaladı kadının. Kadın direnmiş gibi yaptı, adam ısrar ediyormuş gibi. Bir kuş uçtu alçaktan. Gagasında bir dal. Bir kedi iştahla seyretti kuşu, sonra tekrar yattı kaldırımın kenarına. Bir banka oturdular, kadınla adam. Bir kaç söz karşılıklı. Kadın gözlerini yaşarttı ve başını adamın omzuna bıraktı. Adam ellerini aldı, kadının saçlarına koydu. Kadın sarstı omuzlarını bir kaç kez. Adam omzuna dikleştirdi. Yeter zamanın geçtiğine karar verdiler ve kolkola uzaklaştılar ol mekandan. Satranç; şah ve mat. Peki ya yol?
***
Bakın bayım, biraz paradoksal ama kimse ellerini kaldırıp teslim olmaz ve kimse ellerini kaldırıp teslim olmadı. Veciz bir sözle bitirmek isterim; "Güneş gözlükleri ruha iyi gelir."
KARIŞIM
Kimselerin olmadığı bir yerlerde, hafiften esen rüzgara dönüp, bağıra çağıra ve mütemadiyen yumruklarını sıkarak ve hatta olur da birilerine değer diye kızgın bakışlar yollayarak dört bir yana, şiir okumaktı bu. Birileri hayat demişti buna, birileri dudak bükmüştü, birileri görmezden gelmiş ve birileri de hakikaten görmemişti. Savunma uzun sürerdi, saldırı da. Oysa işte ağaçlar yeşilleniyor, sararıyor, çırılçıplak kalıp bembeyaz bir örtünün altında uyuyorlardı. Sabah saatlerinde otobüsleri doldurup duran insanlara bakıldı. “İşte budur” demenin fırsatlarını kollayanlar izlendi merakla. Kendinden emin, endişeli, sakin, ruhsuz, deli, becerikli, düşünceli ve rahat çehrelerle doluydu her yer. Karışık gibiydi uzaktan bakınca, yaklaşınca keşmekeş. Ne olduğu değil, nasıl görüldüğü önemliydi. Sanrılar ipleri eline almış, gerçekleri sürüyorlardı istedikleri yere. Ama gerçeklerin de aldırış ettiği yok gibiydi hakikiye. Bir tırpanla onca ekini alaşağı etmek kolaydı da; mesaiye kalınıyordu, işte yemek, çay ve biraz televizyon, sonra mecbur uyku, ne zaman kalıyordu değiş(tir)meye ne de takat. Sonra bilinen son; bir başka bahara kalıyordu her seferinde vuslat ve hava sürekli soğuyordu. Ya üşüdüğünü de unutursa insan ya da fark etmezse? Artık ne gülen çocuklar meydanlarda ne de yeşil saçlı bir bahar.
***
Bir yerlerde de soluk almak gerek.
***
Kızıl saçlarını sallaya sallaya, annesini ve babasını anlattı. Hastaydı annesi ve babası umursamaz olmuştu bir zamandır. Kardeşleriyle refakatçi kalıyorlardı annelerinin yanında sırayla. İşte doktorlarla konuşmalar, hasta yatağının yanındaki sandalyede uyuklamalar, sabaha karşı avluya çıkıp sigara içmeler ve vesaire. Güneş doğunca da işine dönüyor ve çalışıyor/uyukluyordu. Daha kötü durumda olan hastalardan bahsetti, avluda ölümü ağlayarak karşılayanlardan ve şükrettiğinden; annesi iyileşiyordu. “Hastane öyküsü bitince” dedi içinden, “aynı tas aynı hamam”. Sihirli bir değneği beklemiyordu nicedir sanırım, gönderecek gülücüğü yoktu yarına, sürdürüyordu sadece. Tekrar çocuk olmak isteyeceğini düşündüm; büyüklüğün keyfi yok ise geçmiş en rahat sığınak. Böyle böyle yürüdüm yanında, sonra herkes kendi evine. Bir şeyler atıştırdım. Çay demledim ve içtim. Televizyonu açtım, insanın içini acıtan bir film. Çocuklarını arayan bir babanın hazin öyküsü. Hepsini izleyemedim. Uykum geldi, erken kalkacaktım. Perdeyi aralayıp karanlık gökyüzüne baktım, sakindi. Sonra bir an donakalmışım, dilimde bir cümle; “çok kurcaladılar ya içimi”
***
Bana sorarsanız; biraz zaman, biraz mesafe, biraz kaygı ve çokça niyet, biraz dirilik ve bolca sabır, biraz biliş ve ama çokça duyuş, sükunet, biraz gülümseme çokça ıslak gözler. Bana sorsaydınız; biraz gidin derdim, çok karıştınız durulun biraz. Çok eğlendiniz, durun biraz. Çok konuştunuz, susun biraz. Bana soracaksanız; sormayın hiç derdim, akrebin derdi de biter yelkovanla.
***
Kimselerin olmadığı bir yerlerde, hafiften esen rüzgara dönüp, bağıra çağıra ve mütemadiyen yumruklarını sıkarak ve hatta olur da birilerine değer diye kızgın bakışlar yollayarak dört bir yana, şiir okumaktı bu. Oysa başka türlü bir şey, benim istediğim.
EVVELE MEKTUP
Yıllar yıllara, yollar yollara ulanıyor. Çocukken balkondan top oynayan amcaları seyrettiğim bahçeyi yeni okul binalarıyla doldurmuşlar. Oncacık boyumla çıkıp üzerinde gezindiğim, gezinirken bacaklarımı çalılara, ağaçlara taktığım duvarı yükseltmişler ki artık değil çocuk, bir büyük bile çıkamasın. Aynı bahçede kurtarmamış mıydım ben ablamı hain dikenlerin saldırısından kahramanca ve yine aynı bahçede bir taşla yarılmamış mıydı kafam ilk kez? Meydandan uzaktaki tepedeki şehitliği göremedim bu sefer, aramızda binalar kocaman ve dizi dizi. Yaşlı adamın eliyle döndürdüğü külüstür atlıkarıncanın yerinde yeller esiyor, parkı da küçücük bırakmışlar. Her bir bayramda eşraf ve ahalinin doluştuğu, benim parıltılı bir gülümsemeyle uygun adım geçen herkesi izlediğim ve hatta bazı bazı o küçücük boyumla katıldığım meydan, artık bir meydan değil. Orada kadife lacivert ceketimle ve pırıl pırıl ayakkabılarımla annemin, babamın ellerinden tutardım ben. Pideciyi aradım, hani iftarları binbir şenlikle götürürdü babam bizi ve demirden taslarla ayran içerdik. Onu da kapatıp eczane yapmışlar. Raylarla yolun birleştiği yerde inip kalkan bir köprü vardı. çın çın ederek. Sökmüşler.
Ama doğduğum ev duruyor hala yerinde, büyüdüğüm evin balkonuna yine omuz vermiş aynı ıhlamur ağacı ve avlusunda babamla odun kestiğim, kömür taşıdığım ev de eskisi kadar sağlam. At arabaları her zamanki gibi sokaklarda, arkalarına takılmak geçmedi içimden değil. Ve sanırım o amca da beni hatırladı ya da ben onu.
Öyle geçtim işte yollarından doğduğum şehrin yıllar sonra. Her bir köşesinden bin şey akın etti; kah güldü gözlerim kah doldu. Bir şeyler değişmiş, ama kalmış bir şeyler de geriye. Benim gibi ve benim kadar. Yoksa neden güneş gözlüğü olsun gözlerimde?
Böyle diye diye verdim kafa kağıdımı aldım başka kağıtları. Şimdi de yürüyorum işte, ama bu sefer nereye gideceğim belli.
***
Buraya kadarmış dedi. Bundan sonra başka bir şey artık. Bundan sonrası başka bir sahifesi artık ömrün. Artık düşlerin bir kısmını geride bırakmak, yapılabileceklerin bir kısmını yapıp kalanları hiç yapmamak var. Ama başka düşleri de var yolun; odun kesmesek bile artık avlusunda bir evin, o küçük adamın elinden tutup yürümek var, o küçük adamın kocaman hatırlayacağı ağaçlara salıncaklar kurmak ve o küçük adama kalemi nasıl tutacağını öğretmek var. O büyük adamı özlemek varsa da hep, yolun sonunda o büyük adam olmak var.
***
Bir çay, bir sigara, bir eski şarkı eşliğinde yürümek ne kadar tanıdık ve ne kadar yeni. Üstelik kış geliyor; demek kar yağacak, demek geceler uzun, demek bir dost gelip uyandıracak.