Yine Yeni Yeniden: Bir Bilgi İşlem Müdürünün Güncesi
“Artık gözlüklerinin saplarını çiğnemeyi bırakmalısın” dedi kendi kendine Cemil Bey. “Bu yaşa dek böyle entelektüel olamadıysan, olup olacağı - ve de varsa öyle bir şey - plastik zehirlenmesinden hastaneyi boylamak. Çerçevelere verilen onca para da cabası. Bunun sigorta teminatlarına da gireceğini zannetmiyorum.”
Bir sigorta şirketinde Bilgi İşlem Müdürüydü Cemil Bey ve buraya nereden düştüğü hususunda en ufak bir fikri yoktu. Ülkede daha bilgisayarın “b”si yok iken hasbelkader Matematik Mühendisliğini bitirmiş –nenesinin lafı ile “Matematik Mühendisliği de ne idiyse?” – yahu yeni teori mi bulacağım, hesap makinesi mi tamir edeceğim yoksa diğerleri gibi öğretmen olup aç mı kalacağım diye diye, artık talihin tekmesi, feleğin çemberi ve kaderin türlü kumpaslarıyla kapağı bir sigorta şirketine atıvermişti. O zamanlar daha basitti dünya. Tüfek, pardon bilgisayar icat olmamış, mertlik bozulmamıştı. Jöleli kafaları ve siyah kemikten gözlükleriyle yapay zeka, veri madenciliği ve müreffeh yarınlar diye diye gezen MATRIX bozması bilgisayar mühendisi delikanlılar yok idi. Ya da tayyörleriyle salınıp hepsi miyopmuş gibi uzaklara dalıp duran, öğlen yemekleri galeta ve sloganları “başarılı olup cam tavanı deleceğim” olan hanım kızlar da arzı endam etmemişti. İşte herkes efendi efendi çalışıyor, renkli televizyon taksiti ödüyor, pehlivan tefrikaları okuyor, Köle Isaura seyrediyor, biraz parası olanlar da yazın bir haftalığına denize kaçıp ıstakoz olup dönüyorlardı. Dolar yasaktı o günlerde. Boş arsalar vardı top oynanacak. Herkes daha kısa boylu, ekmek daha bir lezzetliydi. Balık bol, araba kıttı. Evlerin misafir odaları vardı, neredeyse hiç kullanılamayan. Üniversite okumak mühim bir şeydi, yedek subaylık afiliydi. Hayat pahalıydı yine ama kredi kartı da gelmemişti henüz. Paranız yoksa kuzu kuzu ay başını bekler, en fazla dost ahbaptan biraz borç alırdınız. Mutemetlerin önünde kuyruk olunur, maaşlar öyle alınırdı. Pazarda hakikaten fileyle dolaşırdınız. Şimdi karikatürü bile kalmadı. Ama şatafat o zamanlarda da vardı: ceketin önünü iliklemeler, hazır ola geçmeler, efen efendim sepet efendimler, Genel Müdür Beyefendiler ve kocalarının apoletini takıp gezen bilmem hangi üst düzey bürokratın hanımları. “İşte bir bu değişmedi” deyip hışımla açılan kapıya döndü Cemil Bey.
- “Wireless yine çalışmıyor” diye bir sinirle odaya daldı Derin Bey. Kurumsal Satış Müdürü, cancanlı takımlara müptela, kemik gözlüklü bir tıfıldı oysa.
- “Ananın karnından wireless la mı doğdun, o göbek kordonu neydi o zaman” diye düşünüp Cemil Bey “Bakarız Derin Bey” dedi, “endişe buyurmayınız.”
- “Buyurmak derken???” diye söylendi, ceketine nasılsa tutunmuş bir toz tanesini elleriyle kovalarken Derin Bey.
- “No problem yani” dedi Cemil Bey. Bu yeni nesil kesinlikle Türkçe bilmiyordu. Hem Derin de nasıl bir isimdiyse, Yusuf’un suyu mu çıkmıştı, ne pehlivandı ama.
O sırada yangın alarmları haykırmaya başladı. Birileri bir yerde sigara içiyor olmalıydı. Herkes, alarmı kapattırmak için telefonlara atladı. Ama heyhat, binanın yangın söndürücüleri devreye girdi. Herkesi ve her şeyi bir temiz yıkadı. Kimileri bilgisayarını ceketiyle örtmeye çalıştı, kimileri de yeni yapılmış saçlarını örtmeyi tercih etti. Yangın merdivenlerini gösteren neonlar yanıp söndü biteviye. Tez zamanda, afili her şey çözündü. Olmayan yangından ödü patlamışlar dışarı koştururken, Cemil Bey inanılmaz bir hızla odayı terk eden Derin Beyin ardından masasına kuruldu. Nüfuzunu kullanıp ve odasının daracıklığı mazeretiyle, tepesindeki muslukları iptal ettirmişti. Birazdan kadim dostu Ahmet Bey de yanına çıkageldi. Fırsattan istifade bir sigara tellendirdiler. İşte sonra, Destek Kıtaları Komutanı, pardon İdare İşler Müdürü Hilmi Bey -ki Cemil Beye göre - hangi akla hizmetse - saçını ayakkabı boyasıyla boyuyordu- suç mahallini teftiş etti. Üç otuz paraya bir paravan şirketten kiralık temizlikçiler sökün etti. Sular çekildi. Çıtkırıldım hanımlar ve sorun yokken kahramanlaşanlar döküldü. Ayılanlar bayılanlar, fırsattan istifade iş çıkar mılar, şaşırmışlar, dosyayı save ettim miler, falan ve filan.
Neyse ki Genel Müdür Beyefendi yurtdışındaydı. Şirket satılalı beri bir ayağı dışarıdaydı zaten. Ama adamlar cimriydi, ekonomi sınıfta uçuyordu garibim. Üstelik anlayıp anlamadığı belli olmayan bir sürü yeni direktifle dönüyordu her seferinde. Neyse ki adamlar da burada olup bitenlerden bir şey anlamıyordu.Mesela her yıl zarar etmelerine rağmen neden trafik ve kasko sattıklarını, herkesin kahve ve çayını kendi kendine almak yerine niye bu işi yapan ve üstelik gayet itibarlı görevlilerin olduğunu, niye neredeyse kimsenin – ki Cemil Bey de dahildi buna- shish kebab, Turkish delight ve belly dance dışında İngilizce bilmediğini, niye sürekli toplantı yaptıklarını ve Power Pointin bu kadar revaçta olduğunu, takım bilincini artırmak için yapılan her hafta sonu gezisinde neden güreş tuttuklarını, acenteleri Tayvan’a götürmenin neden bu kadar önemli olduğunu, neden karlılıkta dipte oldukları halde toplam üretimle bu kadar gururlandıklarını, neden Hasar Müdürünün sürekli harpten çıkmış gibi dolandığını, Finans Müdürünün her daim kara kara düşündüğünü, Hazine yetkileriyle Kral olmak arasında fark olmadığını, koltuk büyüklüklerinin unvana göre büyüyüp küçüldüğünü, acentelerin her kafalarına estiğinde Genel Müdürlüğü bastıklarını, sektör dergilerinde neden hep gururlu, umutlu ve güçlü olduklarını söylemeleri gerektiğini, neden durmadan sırıtarak fotoğraf çektirdiklerini, bankacılar karşısında neden süklüm püklüm olduklarını, neden, neden… Adamlar nedenleri tüketemeyip, ama anlaşılmaz bir şekilde sektörle birlikte büyüdüklerini görünce vazgeçmişlerdi gelmekten. Ama Genel Müdür Beyefendiyi zırt pırt çağırmalarına engel değildi elbette bu.
En son yumurtladıkları, acenteler de dahil olmak üzere tüm satış ekiplerini izleyecek bir satış yönetim sisteminin uygulanmasıydı. Genel Müdür Beyefendi, artık hangi “Business”, “Management” veyahut “Consultancy” dergisi veya firmasından aldığı türlü sloganları makineli tüfek gibi sıraladığı bir e-postadan sonra projeyi Satıştan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Deva Beyin deneyimli ellerine emanet ettiğini söyleyip sıyrılmıştı işin içinden. Deva Beyin de ondan az kalır yanı yoktu. Bir sabah Cemil Beyin odasına uğrayıverip kendisine ne kadar güvendiklerini, şirketin yılmaz abidelerinden biri olduğunu falan filan söyleyip projeyi nazikçe Cemil Beye kaktırıvermişti. Dostlar alışverişte görsündü vesselam. Cemil Bey de, nevzuhur teknolojilere en yatkın Burak ile bölümün yeni tıfılı Selçuk’u karşısına alıp projeyi tekmeleyivermişti. Önce Avrupa’daki merkezinde kullanılan sistemi getirmeye niyetlenseler de, çeviri ve yerelleştirme astarının yüzden pahalıya geldiğini anlayınca çark etmişler, internet üzerinden böyle bir sistemi sunan bir Fransız firmayı kullanmaya niyetlenmişlerdi. Ama çok geçmeden adamların ve sistemlerinin hakikaten Fransız olduğunu anlayıp yerli birkaç firmayla görüşmüşlerdi. Yerlilerin de satış sisteminden anladıklarının gıda, kozmetik veya ilaç satmaktan ibaret olduğunu görünce hızlı bir tornistan ile el elde baş başta kalakalmışlardı. Sözün özü, sistemi kendileri yazmaya karar vermişlerdi. Aslında işin özü basitti. Hepi topu, birbirlerini mantıklı bir şekilde izleyecek aktivitelerden oluşacak bir sistem yazıp gerekli zamanlarda başka birilerini e-posta ve kısa mesajla bilgilendireceklerdi. Burak ile Selçuk, hakikaten herkesi şaşırtıp tez zamanda bir sistem oluşturmuşlardı. Şimdi sorun şu acayip Türklerin, eğer yasal olarak zorunlu değilse kalan Türklere hiçbir şey ifade etmeyen bir kağıt parçası olan poliçeyi nasıl sattıklarını keşfetmekti. Genel Müdür beyefendinin aşkı “brain storming” ile Deva Beyin acente sevdası birleşince herkes kendisini bu işin nasıl yapıldığına dair ve son 3 yılın en başarılı beş acentesinin katıldığı bir analiz toplantısında buluvermişti.
- “Vallahi” dedi, son 3 yılın şampiyonu ve görsen sadaka vereceğin kılıktaki Mehmet Amca, “ben adamları korkutup satıyorum.”
- “Nasıl” yani dedi, Derin Bey, “tehdit mi ediyorsunuz?”
- “Öyle de denebilir” deyip sakallarını çekiştirdi Mehmet Amca. “Korku dağları bekler ve bu milletin en anladığı şey korkutulmaktır. Şimdi, Allah korusun, bir sel olsa deponu bassa, kaskosuz-trafiksiz sarhoşun biri arabana çarpsa, kamyonetin tozu çıksın diye yola üç-beş kat serilmiş paspaslardan kayıp evin birine dalsa ne halt edecen? Ama sigortan olsa ne olurdu? Oh keyif keka, bırak sigorta şirketi düşünsün ne halt edeceğini.”
- “Çay çok önemli”diye atıldı Atıl Bey, son beş yıldır sıralamaya bir girip bir çıkıyordu. “Müşteri her geldiğine çay, kahve ikram edecen, poliçesi ne kadarmış önemi yok. Hah, sen gidersen de çayını kahvesini içmeden ayrılmayacan adamın mekanından, ayıp olur. Ama Genel Müdürlük hiç yardım etmiyor, neden çayımızı şekerimizi Genel Müdürlük karşılamıyor? Zaten verdiğiniz yazıcı da bozuk çıktı. Fotoğraf basılamıyor.”
- “Aslında”, dedi Vahip Bey, “sunum çok önemli, ben şahsen bütün satışçıları güzel kızlarla değiştirdim. Müşteri, eğer erkekse tabi, ne satın aldığını bilmeden aval aval kızlara bakıp her şeye olur diyor. Kadınsa zaten alır mı almaz mı Allah bilir, ama kesinlikle kendisi değil.”
- “O Tayvan gezisini, pintilik etmeyip bir hafta değilse iki hafta yapıverseydiniz” dedi Volkan Bey, ki saçlar jöleli, gözler sürekli pırıltılı, kol saati altındı, “o zaman üretimin tavana çıktığını görürdünüz.”
- “Şahsen” dedi Hacer Hanım, ki toplantıdaki tek kadındı ve babadan kalma acenteliği küçültmekle meşgul idi,”Facebook ve Twitter çok önemli. Mesela Facebook’da şirketin bina resimlerini yayınlasak, Twitter’da her 100. poliçe sahibine Galaxy vereceğiz desek veya en güzel sevda şiirleri yarışması yapıp ilk üçü parasız poliçelendirsek…”
- “Çay”, dedi yine Atıl Bey, “Twitter’ da “çaylarşirketten” diye bir isim alsak, ama kesin almışlardır. O zaman “çaylarşirketten1972”’yi alırız, şirketin kuruluş yılı hesabı.”
- “Ya da şu güzel hanım evlatlarımızı” diye ekledi Mehmet Amca, “ağlamaklı bir sesle müşterilere göndersek, işte dünya fani sonu belli mi olur, siz gelin sigortanızı yaptırın, arabanızı çalarlar, eviniz yanar, işiniz batar deseler.”
- “Aslında neden Tayvan’dan satışçı ithal etmiyoruz” dedi Volkan Bey, “ucuz da olur.”
- “Ama harçlarını falan Genel Müdürlük karşılamalı”, dedi Atıl Bey, “hem çayı da güzelmiş diyorlar Tayvan’ın.”
- “Belki de” diye araya girdi Hacer Hanım, “Facebook’tan müşteri bulanlara ilave komisyon vermelisiniz, destek önemli. Ya da on kilo çay.” gülümseyip Atıl Beye döndü.
- “Facebookta kamera açılıyor mu” diye sordu Vahip Bey, “Kızlar Facebookta kamera açıp poliçe satsa…”
- “Burada kimse toplantı salonunu çaylamıyor mu?” diye sordu Atıl Bey.
- “Wireless neden çalışmıyor burada” dedi Hacer Hanım, “Facebook’a nasıl gireceğim?”
- “Şu Finanstaki kıza iş teklif etsem, Halim Bey bozulur mu? diye sordu Vahip Bey.
- “Bir daha charter ile Tayvan’a götürmeyin” dedi Volkan Bey, “geçen sefer 28 saatte gittik”
- “Hepsi israf” dedi Mehmet Amca, “şu toplantı salonuna koyduğunuz eşek kadar televizyon yerine komisyonları zamanında ödeyeydiniz...”
Cemil Bey elde kalanları sıraladı içinden; “çay, Twitter, güzel kızlar, Tayvan, kahve, Facebook, ölmüş eşek kurttan korkmaz. “Ben anlamıyorum bunların nasıl sattığını, alemin gavurcukları nasıl anlayacak” diye söylenerek toplantıyı nihayetlendiriverdi.
Burak ile Selçuk, derlenip toplananları yazdıkları sisteme eklediler. Buna göre acentenin müşteriyi her ziyaretinde kaç çay-kahve içtiği ya da müşteriye kaç çay-kahve içirildiği sisteme girilecekti. İçilen çay-kahveye göre bir satış tahmini oranı olacaktı. Notlar kısmına da –Atıl Beyin düzeltme isteğiyle - müşterideki çayın-kahvenin soğuk olup olmadığı girilecekti. Eğer görüşme olumlu geçmişse ve şirketin satışçısı güzel bir kızsa satışçıya bir SMS gönderilip müşteriyi araması sağlanacak, sistemde de satışçıya bir arama görevi atanacaktı. Bu görevde, aramada kullanılacak standart bir script olacak ve satışçı müşteriyle konuşmasına talihin ne yaman felaketler getirebileceği ile başlayacaktı. Satış olumlu sonuçlanırsa acentenin Facebook ya da Twitter hesabından “bitti bitiyor, gitti gidiyor”lu bir mesaj yayınlanıp kalan müşteriler özendirilecekti. Ayrıca, o günün en başarılı acentesinin hesabından 100. müşteriye hediye Tayvan gezisi haberi verilecekti. Son olarak acentelerin görüşme sayısı, satış sayısı, çay tüketimi, satışçının güzellik katsayısı ve günlük Twitter mesajı arasında bir alaka kuracak bir algoritma yazılıp bunu baz alan satış başarısı öngörü ve sonuçları Üst Yönetime raporlanacaktı.
Sistem üç gün kullanılabildi. Acentelerin yoğun “ne halt ediyorsunuz” aramaları, Genel Müdür Beyefendinin “ben bu raporlardan bir şey anlamıyorum, neden çay içmek bu kadar önemli” yakınmaları, sistemin hayata geçmesiyle başlayan Deva Beyin tatili ve Finans Müdürünün tazyikiyle SMS’lerin gönderilmesinde ucuz olsun diye az az kontör alınıp SMS falan gönderilememesiyle sistem sizlere ömür oldu. Yabancılar da sistemle birlikte satışların düştüğünü görünce geri adım attı. Atıl Bey ülser oldu. Vahip Beyi karısı boşadı. Volkan Bey portföyünün tamamını başka bir şirkete geçirdi, Tayvan’a 3 hafta götürüyorlarmış. Hacer Hanımın acentesi battı, yerine sosyal medya danışmanlığı şirketi kurdu. Mehmet Amca hacca gitti, ölürüm –mölürüm diye korkuyormuş. Derin Bey iPhone’nun yeni modelini aldı ve herkese gösterdi. Microsoft, Burak ile Selçuk’u başarılı yazılımlarından dolayı Dubai’ye götürdü, sigortacılığa özel satış sistemi Microsoft’tan diye bir başarı öyküsü bastıktan sonra. Cemil Beye de Ahmet Bey ile birlikte yeni SPK raporlarını yazmak düştü.
“Ahmet” dedi Cemil Bey, “bir daha sağda solda kaçak göçek sigara içme. Bak bir ayda 3 kez alarmı çaldırdın. Yakalayacaklar seni en sonunda. Çok gerekiyorsa zıkkımlanman, dışarı çık ya da benim odaya gel.” “Boşver” dedi Ahmet Bey, “Hanım yine mutfakta sigara içerken yakaladı geçen, artık her akşam, üstümü kokluyor. İçersem bir daha börek yokmuş”. “Kahpe felek, kör talih, bahtsız kader” dedi Cemil Bey. Radyoda “No Woman No Cry” çalıyordu.