Yeni Şeyler

Kıymetli Karına ve Oğluna Geri Dön

 

Gloria Hilton ve beşinci kocası New Hampshire’de fazla kalmadılar, fakat onlara bir duş kabini satamayacağım kadar da az kalmadılar. Aslında asıl işim alimünyum doğrama pencere ve paravanlar yapmak, fakat bu işteki herkes kolaylıkla duş kabinleri de yapabilir.

 

Sipariş edilen duş kabini Glora Hilton’un özel duşu içindi. Bunun kariyerimin zirvesi olduğunu düşünüyordum. Bazı erkeklerden kudretli barajlar veya yüksek gökdelenler yapmaları, korkunç veba salgınlarını altetmeleri veya büyük orduları savaşa sokmaları beklenir.

 

Benden mi?

 

Benden de dünyadaki en ünlü insanın duş kabinini yapmam bekleniyordu.

 

. . .

 

İnsanlar Gloria Hilton’la nasıl tanıştığımı sorarlar. Onlara genellikle şöyle derim, “O kadını kendi gözlerimle bir kez gördüm, bir sıcak hava mazgalının aralıklarından.” Duş kabinini istedikleri banyo, zemindeki bir sıcak hava mazgalıyla ısıtılan banyolardandı. Mazgal ısıtma sistemine bağlanmamıştı. Sadece alt kattaki odanın tavanından ısı çekiyordu.

 

Mazgalın aralıklarından işitilebilen bağrışmalar başladığı sırada kabini kuruyordum. İşin oldukça hassas bir bölümündeydim; su sızıntısını önlemek için kabinin kenarlarına contaları yapıştırıyordum, bu nedenle mazgalı kapatmam imkansızdı. İstesem de istemesem de işim olmayan bu şeyleri dinlemek zorundaydım.

 

“Bana aşktan bahsetme,” dedi Gloria Hilton beşinci kocasına, “Aşk hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Sen aşkın anlamını bilmiyorsun.”

 

Mazgaldan bakmıyordum, dolayısıyla sesin arkasına yerleştirdiğim yüz, filmlerdeki yüzüydü.

 

“Belki de haklısın Gloria,” dedi beşinci kocası.

 

“Onurum üzerine yemin ederim ki haklıyım,” dedi.

 

“Şey –“ dedi, “bu sözün tartışmaya son noktayı da koyuyor. Gloria Hilton’un onuru gibi kutsal bir kelimeyle nasıl tartışabilirim ki?”

 

Adamın tipini biliyordum. Duş kabiniyle ilgili bütün görüşmeleri bu adamla yapmıştım. Adama aynı zamanda, iki banyo penceresi için iki Fleetwood Trip – L – Trak penceresi satmıştım. Bu pencerelerin perdeleri kendi kendine saklama özelliği vardı. Yaptığımız bütün görüşmelerde karısından “Bayan Hilton” olarak bahsetmişti. Bayan Hilton bunu istedi, Bayan Hilton şunu istedi. Sadece otuzbeş yaşındaydı, fakat gözlerinin altındaki halkalar onu altmışında gösteriyordu.

 

“Sana acıyorum,” dedi Gloria Hiton, “Aşık olamayan herkese acıyorum. Onlar dünyadaki en acınası insanlardır.”

 

“Sen konuştukça”, dedi, “sen konuştukça onlardan biri olduğuma emin oluyorum.”

 

Konuşan elbette yazardı. Karım aklına Hollywood’la ilgili bir sürü ıvır zıvır doldurmuştu, ve bana Gloria Hilton’un önce bir motorsikletli polisle, sonra bir şeker milyoneriyle, sonra Tarzan’ı oynamış biriyle, sonra menejeriyle ve en sonunda da bu yazarla evlendiğini söylemişti. İçlerinden sadece yazarı tanıyordum, George Murra’yı.

 

“İnsanlar sorunun ne olduğunu merak edip duruyorlar.” dedi Gloria.” Cevabı biliyorum. Çok basit: erkeklerin çoğu aşk kelimesinin anlamını bilmiyorlar.”

 

“Anlamını öğrenmem için en azından bir şans ver,” dedi Murra.”Bir yıldır tek bir şey bile yapmadım, bir duş kabini ısmarlamak ve aşkın ne anlama geldiğini bulmaya çalışmak dışında.”

 

“Bunun için de beni sorumlu tutuyorsun sanırım,” dedi.

 

“Ne için sorumlu tutuyorum?” dedi.

 

“Evlendiğimizden beri bir kelime bile yazmamış olduğun gerçeğinden,” dedi. “Bunun her nasılsa benim de hatam olduğuna inanıyorum.”

 

“O kadar sığ biri olmadığımı umuyorum,” dedi. “Bunun bir tesadüf olduğunu biliyorum. Bütün akşam kavga ediyor, bütün günü fotoğrafçılar ve gazeteciler ve benzer arkadaşlarınla geçiriyoruz. Benim tükenmiş olmam gerçeğiyle onların hiç bir alakası yok.”

 

“Sen acı çekmekten hoşlananlardan birisin,” dedi.

 

“Yaşamak için akıllıca bir yol,” dedi.

 

“Sana dürüstçe söylemek istiyorum,” dedi, “Beni hayal kırıklığına uğrattın.”

 

“Biliyordum,” dedi, “Er ya da geç bunu söyleyecektin.”

 

“Şunu da söylemeliyim,” ded,, “bu komodiye bir son vermeye karar verdim.”

 

“İlk olarak benim öğrenmeme izin vermen nezaketini kanıtlıyor.,” dedi. “Louella Parsons’a bu durumu bildirecek miyim, yoksa zaten biliyor mu?”

 

Contayı duşun kenarına yapıştırdım, artık mazgalı kapayabilirdim. Demir parmaklıklardan aşağıya baktım, Gloria Hilton oradaydı. Saçını bigudilerle sarmıştı. Dağınık görünüyordu. Kaşlarını düzeltmeye bile zahmet etmemişti. Bir tür kombinezon ve önünü açık bıraktığı bir bornoz giymişti. Yemin ederim ki bu kadın kullanılmış bir kanepeden daha hoş değildi.

 

“Çok eğlenceli biri olmadığını düşünüyorum,” dedi.

 

“Benimle evlendiğinde ciddi bir yazar olduğumu biliyordun,” dedi.

 

Ayağa kalktı. Musa’nın Yahudilere vadedilmiş toprakların önlerindeki tepenin ardında olduğunu söylemesi gibi kollarını açtı, “Kıymetli karına ve kıymetli oğluna geri dön,” dedi. ”Artık seni yolundan alıkoymayacağım.”

 

Mazgalı kapattım.

 

. . .

 

Beş dakika sonra, Murra yukarı geldi ve ortalığı toplamamı söyledi. “Bayan Hiton duşunu kullanmak istiyor,” dedi. Bir erkeğin yüzünde böyle tuhaf bir ifadeyi daha önce hiç görmemiştim. Kıpkırmızıydı ve gözlerinde yaşlar vardı – fakat çılgın bir kahkaha onu zorluyor ve kahkahasını bastırmaya çalışıyordu.

 

“Henüz tam olarak bitirmedim,” dedim.

 

“Bayan Hilton’un işi bitti.,” dedi. “Ortalığı topla!”

 

Sonuçta kamyonuma atladım ve bir fincan kahve içmek için kasabaya gittim. Duş kabininin kapısı ahşap bir askıda kamyonumun arkasında açıktaydı ve gerçekten dikkat çekiciydi.

 

İnsanların çoğu bir kabin kapısı sipariş ettikleri zaman üzerinde en fazla bir flamingo veya denizatı resmi olmasını isterler. Massachusetts, Lawrance yakınlarında bir yerde olan fabrika kapı başında altı dolar daha alarak kapıya bir denizatı veya flamingo resmi yerleştiriyordu. Fakat Gloria Hilton kapının üstünde iki fit eninde büyük bir “G” harfi ve “G” harfinin ortasına başının gerçek boyutlardaki bir resminin olmasını istemişti. Başın gözleri kabinin zemininden beş fit iki inç yukarda olacaktı, çünkü duşta ayakta olduğu zaman gözleri de aynı yükseklikte oluyordu.

 

Lawrence’dekiler çılgına döndü.

 

Kahve içtiğim insanlardan biri de Harry Crocker’dı, su tesisatçısı. “Ölçüleri bizzat kendi ellerinle almak konusunda ısrar ettiğini umarım,” dedi, “böylelikle figür tam olarak olması gerektiği yerde olur.”

 

“Bu işi kocası yaptı,” dedim.

 

“Bazıları bütün şansı topluyorlar,” dedi.

 

Kontürlü telefona doğru ilerledim, Murra’nın evini arayıp geri dönüp işimi bitirmem için müsait olup olmadığını soracaktım. Telefonları meşguldü.

 

Kahveme bitirmek için döndüğümde Harry Crocker “Kasabada her hangi birinin bir daha asla sahip olamayacağı bir şansı kaybettin,” dedi.

 

“Neyi kaybetmişim?” dedim.

 

“Gloria Hilton ve hizmetçisi saatte iki yüz mil hızla kasabayı terkediyorlardı,” dedi.

 

“Nereye doğru gittiler?” dedim.

 

“Batıya,” dedi.

 

. . .

 

Böylelilkle Murra’yı bir kez daha aramayı denedim. Gloria Hiton’un gitmesiyle telefon trafiğinin de sona ermiş olacağını zannediyordum. Fakat telefon bir saat kadar meşgul çalmayı sürdürdü. Birinin telefonun kablosunu kopardığını düşündüm, fakat operatör telefonun çalıştığını söyledi.

 

“O zaman numarayı bir kez daha deneyin,” dedim operatöre.

 

Bu sefer telefon çaldı.

 

Telefonu Murra açtı. Ona sadece “Alo” diyebildim. Birden aşırı derecede heyacanlanmıştı. Heyecanı duş kabininin bitmemiş olmasından kaynaklanmıyordu. Heyecanlanmıştı çünkü beni John adında biri sanmıştı.

 

“John, John,” dedi, “Tanrıya şükür aradın!”

 

“John,” dedi tekrar, “ne düşündüğünü biliyorum ve böyle düşünmenden dolayı seni suçlamıyorum – fakat telefonu kapatmadan önce lütfen beni dinle. Beni terketti John. Hayatımın bu bölümü kapandı – bitti! Şimdi parçaları toplamaya çalışıyorum John,” dedi, “biraz merhametin varsa buraya gelirsin. Lütfen John lütfen, John lütfen.”

 

“Bay Murra - ?” dedim.

 

“Evet?” dedi. Sesi telefondan uzaklaştı, sanırım benim evin içinde bir yerlerde olduğumu zannediyordu.

 

“Benim Bay Murra,” dedim.

 

“Yani kimsin?” dedi.

 

“Duş kabinini kuran adam,” dedim.

 

“Çok önemli bir şehirlerarası görüşme bekliyorum,” dedi. “Lütfen telefonu kapat.”

 

“Afedersiniz,” dedim, “sadece ordaki işi bitirmemi isteyip istemediğinizi öğrenmek istemiştim.”

 

“Asla,” dedi. “Unut o kabini! Cehenneme kadar yolu var!”

 

“Bay Murra –“ dedim, “O duş kapısını geri alamam.”

 

“Bana faturayı gönder,” dedi. “Kapı sana hediyem olsun.”

 

“Nasıl isterseniz,” dedim. “Bir de iki Fleetwood Trip – L – Trak pencereniz var.”

 

“Onları çöpe at!” dedi.

 

“Bay Murra,” dedim,” sanırım bir şeye canınız sıkılmış -”

 

“Tanrım ne kadar da zekisin!” dedi.

 

“Belki o kapıyı atmak anlamlı olabilir,” dedim, “fakat pencereler asla bir ruhu yaralamaz. Neden oraya gelip pencereleri monte etmeme izin vermiyorsunuz? Orada olduğumu farketmezsiniz bile.”

 

“Pekala, pekala, pekala!” dedi ve telefonu kapattı.

 

. . .

 

Fleetwood Trip – L – Trak ilk hat penceremizdi, dolayısıyla iş hıza ve kirliliğe gelmezdi. Banyo küvetinde yaptığımız gibi, çerçevenin etrafına tamamen conta yapıştırırdık. Bu nedenle Murra’nun evinde bir süre hiç bir şey yapmadan yapıştırıcının kurumasını bekledim. Fleetwoodlarla kaplanmış bir odayı ağzına kadar suyla doldurabilirsiniz, dışarıya bir damla bile sızmaz.

 

Yapıştırının kurumasını beklerken, Murra geldi ve bir şey içmek isteyip istemediğimi sordu.

 

“Pardon ben mi?” dedim.

 

“Belki de duş kabini monte edenler görev başında içmiyorlardır,” dedi.

 

“Sadece televizyonda,” dedim.

 

Böylece beni mutfağa götürdü, ve bir şişe, buz ve bir çift bardak çıkardı.

 

“Teşekkür ederim,” dedim.

 

“Aşkın ne olduğunu bilmeyebilirim,” dedi, “fakat, Tanrı aşkına en azından asla tek başıma sarhoş olmam.”

 

“Sarhoş mu olacağız,” dedim.

 

“Daha iyi bir önerin yoksa,” dedi.

 

“Bir dakika düşünmeliyim,” dedi.

 

“Bu bir hata,” dedi. “Hayatın çoğunu böyle berbat bir şekilde harcarsınız. Bu yüzden siz Yankiler bu kadar soğuk tiplersiniz,” dedi. “Çok düşünüyorsunuz. Bu yüzden nadiren evleniyorsunuz.”

 

“Önemsiz de olsa parasızlık da bir başka neden ,” dedim.

 

“Hayır, hayır,” dedi. “Durum çok daha derinlerde. Siz buradakiler devedikenini sağlam bir şekilde tutamıyorsunuz.” Bir devedikenini gerçekten sıkı ve hızlı bir şekilde yakalarsanız, elinize dikenin nasıl batmayacağını bana açıklaması gerekti.

 

“Devedikeni hakkındaki bu şeye inanmıyorum,” dedim.

 

“Tipik New England tutuculuğu,” dedi.

 

“Buralardan olmadığınız sonucuna varıyorum,” dedim.

 

“O mutlulukla müşerref olamadım,“ dedi.

 

“Böylesi de güzel,” dedim.

 

“Herkes sahte,” dedi.

 

“Bunun hakkında bir şey bilmiyorum,” dedim.

 

“Bu yüzden burda oturmaya karar vermiştik,” dedi. “Karımın –ikinci karımın- düğünümüzdeki bütün gazetecilere dediği gibi, ‘Sahte olan her şeyden uzaklaşıyoruz. İnsanların gerçek oldukları bir yere yaşamaya gidiyoruz. New Hampshire’da yaşayacağız. Kocam ve ben orada kendimizi bulacağız. O yazacak, yazacak ve yazacak. Bugüne kadar yazılmış en güzel senaryoyu benim için yazacak.’”

 

“Çok hoş,” dedim.

 

“Gazete veya dergilerde bununla ilgili hiç bir şey okumadın mı?” dedi.

 

“Hayır,” dedim. “Eskiden bu tip dergilere abone bir kızla çıkardım, ama bu yıllar önceydi. O kıza ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yok.”

 

Konuşma sürerken bir galon Old Hickey’in Özel Stok Sour Mash Boubon’un yarısı buharlaştı, çalındi veya başka bir şekilde hızla ortadan kayboldu.

 

Ve Murra’nın tüm söylediklerini sanırım dinlemedim, çünkü konuşmanın bir yerinde onsekiz yaşında evlendiğini ve telefonda beni John sandığı kişinin kim olduğunu söyledi.

 

Murra’nın John hakkında bir sürü şey söylemesi hüzünlüydü. “John,” dedi, “benim tek çocuğum. Onbeş yaşında.” Murra’nın gözleri yaşardı, güneydoğuyu gösterdi. “Sadece yirmiiki mil uzaklıkta _ o kadar yakın ve o kadar uzak ki,” dedi.

 

“Annesiyle birlikte Los Angeles’da yaşamıyor mu?” dedim.

 

“Tatillerde evet,” dedi, “fakat Mount Henry’de okuyor.” Mount Henry yakınlarda çok iyi bir erkek hazırlık okuluydu. “New Hampshire’a gelme nedenlerimden biri de ona yakın olabilmekti.” Murra başını salladı.”Onun er ya da geç bir telefonuma çıkarak, bir mektubuma cevap vererek bana döneceğinden emindim.”

 

“Fakat bunu hiç yapmadı mı?” dedim.

 

“Hiç,” dedi Murra.”Son defasında bana ne söylediğini biliyor musun?”

 

“Hayır”, dedim.

 

“Annesinden boşanıp, Gloria Hilton’la evlendiğimde son olarak bana şunları demişti, ‘Baba, sen bir alçaksın. Yaşadığım sürece senden bir kelime bile duymak istemiyorum.’”

 

“Bu, bu gerçekten büyük bir laf,” dedim.

 

“Dostum –“ dedi Murra boğuk bir sesle, “gerçekten büyük bir laf.” Başını öne eğdi. ”Kullandığı kelime –alçak. O kadar gençken, doğru kelimeyi kullandığından nasıl da emindi.”

 

“Bugün onunla mı görüştün?” dedim.

 

“Okul müdürünü aradım ve ona bir aile faciasıyla karşı karşıya olduğumuzu söyledim. Müdür John’un beni aramasını sağlamak zorunda kaldı.” dedi Murra.

 

“Tanrıya şükür, her şey yolunda gitti,” dedi. “Ve hatta düşünmediğim kadar iyi, John yarın beni görmeye karar verdi.”, dedi.

 

Konuşmanın bir yerinde Murra bir ara istatistiklere bakmamı söyledi, bakacağıma dair söz verdim. “Sadece istatistiklere mi, yoksa bazı özel istatistiklere mi?” diye sordum.

 

“Evlilik hakkındaki istatistiklere,” dedi.

 

“Neyle karşılaşacağımı düşünmek korkutucu,” dedim.

 

“İstatistiklere bakarsın,” dedi Murra, “ve insanların –tıpkı ben ve ilk karımın yaptığı gibi- sadece onsekiz yaşında evlendiklerini ve sürdürme şanslarının %50 olduğunu göreceksin.”, dedi.

 

“Evlendiğimde onsekiz yaşındaydım,” dedim.

 

“Hala ilk karınla mı birliktesin?” dedi.

 

“Yirmi yıldır,” dedim.

 

“Hiç gençlik günlerinin, hovardalık günlerinin, büyük bir aşık olduğun günlerin alçıya alınmış olduğunu hissettin mi?” dedi.

 

“Şey,” dedim, “New Hampshire’da o günler genellikle ondört onsekiz yaşları arasında olur.”

 

“Açıklamama izin ver,” dedi. “Diyelim ki bütün bu yıllar boyunca evliydin, evli insanların kavga edegeldiği o berbat konularda kavga ediyordun, çoğu zaman kırılmış ve endişeli bir haldeydin –“

 

“Anladım,” dedim.

 

“Ve diyelim ki film yapımcıları senin yazdığın bir kitabın haklarını satın aldılar ve senaryoyu yazman için de seni tuttular ve Gloria Hilton da bu filmin yıldızı olacak,” dedi.

 

“Bunu hayal edebileceğimi sanmıyorum,” dedim.

 

“Pekala –“ dedi, “iş hayatında başına gelebilecek en büyük şey ne olabilirdi?”

 

Bir süre düşünmek zorunda kaldım. “ Sanırım Conners Hotel’ın her bir penceresine Fleetwoods satabilseydim, bu en büyük işim olurdu. Orada beşyüz ya da daha fazla pencere olmalı,” dedim.

 

“Güzel’” dedi. “Diyelim ki bu işi yaptın. Cebin ilk kez para gördü. Karınla henüz kavga ettin, onun bayağı biri olduğunu düşünüyorsun ve kendine acıyorsun. Ve Gloria Hilton o hotelin müdürü . Gloria Hilton filmlerinde baktığı gibi bakıyor.”

 

“Dinliyorum,” dedim.

 

“Beş yüz Fleetwoods’u kurmaya başladın,” dedi, “ve bir sonraki pencereyi aldığın her seferde, Gloria Hilton bir camın arkasından, sanki bir Tanrı ya da ona benzer birşeymişsin gibi sana gülümsüyor.”

 

Evde içecek bir şey kaldı mı?” dedim.

 

“Ve bu durum üç ay boyunca devam ediyor”, dedi. “Ve karına, uzun zamandır tanıdığın, artık kızkardeşin gibi olmuş karına döndüğün her akşam, incir çuvalını doldurmayacak bir konuda dırdır edip duruyor –“

 

“Bu ev Fleetwoods pencereleri olmadan da çok sıcak,” dedim.

 

“Sonra birgün Gloria Hilton ansızın sana dönüp şunları diyor,” dedi, “ “Mutlu olmak için yürekli ol benim zavallı sevgilim! Ah, sevgilim, biz birbirimiz için yaratılmışız. Benimle mutlu ol! Sen pencereleri takarken, benim dizlerimin bağı çözülüyor. Seni böyle mutsuz görmeye, bir başka kadına ait olduğunu görmeye, eğer sadece bana ait olursan seni ne kadar mutlu edebileceğimi bilmeye dayanamıyorum!” “

 

. . .

 

Daha sonra Murra ile birlikte devedikeni aramak için dışarı çıktığımızı hatırlıyorum. Murra bana elimi acıtmadan devedikenlerinin nasıl toplanacağını gösterecekti.

 

Devedikeni bulup bulamadığımızı hatırlamıyorum, bir sürü ot kopardığımızı, onları eve fırlattığımızı ve durmaksızın güldüğümüzü hatırlıyorum. Fakat sanırım o otlardan hiç biri devedikeni değildi.

 

Sonra birbirimizi dışarda kaybettik. Bir süre bağırıp durdum, fakat sesi zayıfladıkça zayıfladı, sonra da eve döndüm.

 

Eve nasıl geldiğimi hatırlamıyorum, fakat karım hatırlıyor. Dediğine göre kaba ve sert bir ses tonuyla onunla konuşmuşum. Ona Conners Hotel’e beşyüz Fleetwoods sattığımı, ayrıca birara çocukluk evllilikleri hakkındaki istatistiklere bakması gerektiğini söylemişim.

 

Sonra üst kata çıktım, duş kabininin kapısını söktüm, karıma Murra ile kapıları değiş tokuş edeceğimizi söyledim.

 

Kapıyı kenara koydum ve sonra uyumak için küvete uzandım.

 

Karım beni uyandırdı ve ona çekip gitmesini söyledim. Ona Gloria Hilton’un Conners Hoteli’ni satın aldığını ve onunla evleneceğimi söyledim.

 

Ona devedikenleri hakkında çok önemli bir şeyler anlatmaya çalıştım, fakat bir türlü devedikeni diyemiyordum, neden sonra tekrar uyudum.

 

Karım üzerime şampuan döktü, soğuk su vanasını açtı ve misafir odasına yatmaya gitti.

 

. . .

 

Ertesi gün öğleden sonra saat üç sularında, çerçeveleri yerine takma işini bitirmek, duş kabininin kapısına ne yapacağımız konusundaki uzlaşımızı, eğer uzlaştıksak tabi, keşfetmek için Murra’ya gittim. Kamyonetimin arkasında iki kabin kapısı vardı; flamingo resimli benim kapı ve Gloria Hilton resimli diğer kapı.

 

Kapı zilini çalmaya başladım, neden sonra birinin üst katta bir pencereyi yumrukladığını duydum. Yukarı baktım ve Gloria Hilton’un banyosunun penceresinde Murro’yu ayakta gördüm. Merdivenim hala pencerenin eşiğine dayalıydı, ben de merdivene tırmanıp Murra’ya neler olduğunu sordum.

 

Pencereyi açtı ve içeri gelmemi söyledi. Çok solgun ve güvensiz görünüyordu.

 

“Oğlun hala gelmedi mi?” dedim.

 

“Geldi,” dedi. “Alt katta. Bir saat önce duraktan aldım.”

 

“Her şey yolunda değil mi?” dedim.

 

”Murra başını salladı. “Hala öyle kötü ki, “dedi. “Sadece onbeş yaşında, fakat benimle sanki büyük büyükbabammış gibi konuşuyor. Buraya sadece bir dakikalığına çıkmıştım, ama geri dönmek için hala sinirlerimi toplayamadım.”

 

Kolumdan tuttu. “Dinle –“ dedi, “aşağıya git ve şeyleri biraz yoluna koy.”

 

“Eğer herhangi birşeyi yoluna koyabilecek gücüm olsaydı, ” dedim, “bunu kendi evime saklardım.” Ona evde olanları anlattım.

 

“Ne yaparsan yap,” dedi, “ama benim yaptığım hataya düşme. Aileni ne olursa olsun birarada tut. Bunun zaman zaman ne kadar berbat birşey olduğunu biliyorum, fakat, inan bana, hayatta öyle şeyler var ki bundan on bin kat daha berbat.”

 

“Şey,” dedim, “Tanrıya tek bir şey için müteşekkirim-“

 

“Ne için?” dedi.

 

“Gloria Hilton gelip beni sevdiğini söylemedi henüz,” dedim.

 

. . .

 

Murra’nın oğlunu görmek için alt kata indim.

 

Genç John yetişkinlere göre bir takım elbisenin içindeydi. Hatta bir yelek bile giymişti. Büyük, siyah çerçeveli bir gözlük takmıştı. Bir profesör gibi görünüyordu.

 

“John,” dedim. “Ben babanın eski bir arkadaşıyım.”

 

“Yani?” dedi ve baştan ayağa beni gözden geçirdi. Elimi sıkmadı.

 

“Olgun bir delikanlıya benziyorsun,” dedim.

 

“Öyle olmak zorunda bırakıldım,” dedi. “Babam annemi ve beni terkettiğinde, ailenin reisi olmak zorunda kaldım, bu mu söylemek istediğin?”

 

“Şey, John,” dedim, “baban çok da mutlu olmadı, biliyorsun.”

 

“Bu benim için büyük bir düş kırıklığı,” dedi. “Gloria Hiton’un erkekleri olabilecekleri en mutlu erkekler yaptığını sanırdım.”

 

“John,” dedim, “büyüdüğün zaman, şu anda anlamadığın bir sürü şeyi anlamaya başlayacaksın.”

 

“Nükleer fiziği kastediyor olmalısın,” dedi. “Bunu sabırsızlıkla bekliyorum. “ Ve sırtını bana döndü, pencereden dışarı bakmaya koyuldu. “Babam nerede? dedi.

 

“Burada, “ dedi Murra, merdivenlerin başından. “O zavallı aptal burada. “Gıcırdayan basamaklardan indi.

 

“Sanırım okula dönsem iyi olacak Baba,” dedi çocuk.

 

“Bu kadar çabuk mu?” dedi Murra.

 

“Bana olağanüstü bir durumun olduğu söylenmişti, aksi halde buraya gelmezdim,” dedi. “Olağanüstü bir şey varmış gibi görünmüyor, dolayısıyla, senin için de bir sakıncası toksa, okula dönmeyi tercih ederim.”

 

“Sakıncası yoksa mı?” dedi Murra. Oğlunun kollarını tuttu. “John-“ dedi, “şimdi böyle bir şey yapmadan yürüyüp gidersen kalbimi kıracaksın”

 

“Ne yapmadan Baba,” dedi. Sesi buz gibiydi.

 

“Beni affetmeden,” dedi Murra.

 

“Asla,” dedi. “Üzgünüm – fakat bu asla yapmayacağım tek şey.” Başını salladı. “Gitmeye hazır olana dek Baba,” dedi, “seni arabada bekleyeceğim.”

 

Ve dışarı çıktı.

 

Murra başını ellerinin arasına alarak sandalyeye oturdu. “Şimdi ne yapacağım?” dedi. “Belki de bu cezayı hakettim. Belki de yapmam gereken dişlerimi sıkıp, buna dayanmak.

 

“Ben başka bir şey düşünüyordum,” dedim.

 

“Ne?” dedi.

 

“Oğlunu iyi bir patakla,” dedim.

 

. . .

 

Murra dediğimi yaptı.

 

Dışarı çıkıp arabaya doğru yürüdü, hüzünlü ve mutsuz görünüyordu.

 

John’a ön koltukta bir sorun olduğunu söyledi, John dışarı çıkmak zorunda kaldı ve böylelikle John’u yakaladı.

 

Sonra çocuğa bir tekme attı. Sanırım çocuğun canı fazla acımadı, ama tekmenin etkisi gayet açıktı.

 

Çocuk aşağıya, önceki akşam babasıyla devedikeni aradığımız çalılıklara doğru koşmaya başladı. Babası onu yakalayıp yüzünü çevirdiğinde, sadece şaşırmış bir çocuktu.

 

“John,” dedi Murra. “Bunu yaptığım için üzgünüm, fakat yapacak başka bir şey düşünemedim”

 

Eskinin aksine, çocuğum geri dönecek enerjisi kalmamıştı.

 

“Hayatım boyunca bir çok yanlış yaptım,” dedi Murra, “fakat bunun onlardan bir olduğunu düşünmüyorum. Seni seviyorum, ve anneni seviyorum, ve kalbinde bana bir şans daha verecek bir yer bulana dek seni tekmelemeye devam edeceğim.”

 

Çocuk söylecek bir şey düşünemiyordu, fakat bana sorarsanız bir daha tekmelenmekle ilgilenmiyordu.

 

“Şimdi eve geri döneceksin,” dedi Murra, “ve herşeyi medeni insanlar gibi konuşacağız.”

 

Eve geri döndüklerinde, Murra çocuğa Los Angelas’daki annesini aramasını söyledi.

 

“Ona iyi zaman geçirdiğimizi, ve benim çok mutsuz olduğumu, ve Gloria Hilton’dan ayrıldığımı, ve tekrar ona dönmek istediğimi falan söyleyeceksin,” dedi Murra.

 

Çocuk annesine hepsini söyledi, annesi ağladı, çocuk ağladı, Murra ağladı ve ben ağladım.

 

Ve sonra Murra’nın ilk karısı ne zaman isterse kendisine dönebileceğini söyledi. Evet işte bunlar oldu.

 

. . .

 

Duş kabininin kapısına gelince; ben Murra’nın kapısını aldım, o da benimkini. Gerçekte, yirmi iki dolarlık bir kapı yerine, üstünde Gloria Hilton’un resmi bulunan kırk sekiz dolarlık bir kapı almıştım.

 

Eve döndüğümde karım dışardaydı. Yeni kapıyı taktım. Oğlum geldi ve bana bakmaya başladı. Bir şeye kızmıştı.

 

“Annen nerede?“dedim.

 

“Dışarı çıktı,” dedi.

 

“Ne zaman geriye dönecek?” dedim.

 

“Belki de hiç dönmeyeceğini söyledi,” dedi.

 

Kendimi kötü hissettim, fakat oğlumun bunu farketmesine izin vermedim. “Bu da şakalarından biridir,” dedim. “Bunu hep söyler.”

 

“Daha önce böyle birşey söylediğini hiç duymadım,” dedi.

 

Akşam yemeği vakti geldiğinde gerçekten endişelendim, belki de artık bir karım yoktu, cesur olmaya çalıştım. Oğlum ve kendim için yemek yaptım, ve “Sanırım biraz gecikecek,” dedim.

 

“Baba-“ dedi oğlum.

 

“Evet?” dedim.

 

“Dün akşan anneme ne yaptın?” dedi. Bu sözleri yüksek sesle söylemişti.

 

“Bu seni ilgilendirmez,” dedim, “ya da iyi bir tekme yemek istiyorsundur.”

 

Bu onu susturdu.

 

Karım, tanrıya şükürler olsun, saat dokuzda eve geldi.

 

Keyifli görünüyordu. Tek başına iyi vakit geçirdiğini söyledi; tek başına alışveriş yaptığını, bir restoranda tek başına yemek yediğini, tek başına bir filme gittiğini.

 

Bana bir öpücük verdi ve üst kata çıktı.

 

Duşun sesini duydum, ve aniden duş kabininin kapısındaki Gloria Hilton’un resmini hatırladım.

 

“Aman tanrım!” dedim. Kapıdaki resmin orada ne aradığını, sabah neler olduğunu anlatmak için koşarak üst kata çıktım.

 

Banyoya girdim.

 

Karım ayaktaydı ve duş alıyordu.

 

Gloria Hilton’la aynı boydaydı, bu nedenle kapıdaki resim üzerine bir maske gibi oturmuştu.

 

Karımın vücudunun üzerinde Gloria Hilton’un kafası vardı.

 

Karım kırılmamıştı. Güldü. Bunun eğlenceli olduğunu düşünüyordu. “Bil bakalım, ben kimim?” dedi.